30 Ocak 2007 Salı

tamirci geldi hanıııııım!

Musluk önce damlatmaya, sonra yüzsüzce şıpırdamaya başladı ki, artık müdahale etme vaktinin geldiğini ayan beyan ifade ediyordu.
Eski musluklardan olsa kendisi, hiç acımam, bir ingiliz anahtarı, bir conta, hesabını dürerdim hergelenin! Ancak şu aç kapa musluklar neresinden sökülür, contası nereden değişir, hiç bir fikrim yoktu. Sorduğum bir iki nalbur da yol gösterememişti.

Musluğun artık SUkoy verdiği bir pazar günü tam da sevgilim bendeydi. İçimden, oh, evde erkek var, bu iş bana düşmez sevinci geçiyordu ki, sevgilim bir iki baktıtıktan sonra, usta çağıralım diyerek sıyrıldı içinden!
N'olacak, bugünün okumuş çocukları böyle oluyor işte, elleri pense bile tutmuyor bunların!

Çaresiz, pazar pazar bir usta buldum, geldi baktı. "Oooo appla, bu musluk gitmiş, içindeki tesisat da bulunmaz bunların, adi piyasa malı bunlar, hemen bozulur!" diyerek bana ismi pek duyulmuş bir markanın musluğunu önerdi. Çıktı mı 250 ytl'lik bir fatura karşıma! "Dur ben bir evsahibime danışayım, sana haber veririm" diyerek başımdan savdım. Ancak ustanın musluğu söküşüne, takışına da dikkat etmiştim.

Ertesi gün bir güzel söktüm, tesisatını çıkardım ve nalburların bolca bulunduğu sokağa gittim. Dördüncü nalburda bulmuştum aradığımı. Gittim eve, taktım. Misler gibi çalışıyordu nihayet! Aç kapa aç kapa! Üstelik sadece 15 ytl'lye!
Ohhhh!

Geri kalan parayla ne mi yaptım? Ne yapacam, ev taşıma parasına ekledim mecburen....
Yeni tesisatın hayrını da eski evsahibim görür artık... Of of...

lodostan kelli cesur...

Beşiktaş vapurunun kalktığı iskele, mevcut iskelelerin en güzelidir. İdo'nun henüz üstüne tüy dikemediği yegane iskeledir sanırım. Üstelik çok da severim o yüksek tavanı ve abartılı avizelerinin altından karşıdaki Haydarpaşa Gar'ına bakmaya bayılırım (hoş onu da peşkeş çektiler ya, daha ne kadar sefasını süreriz bilmem...).
Ancak dün tam kapılar açılacakken bir klostrofobik durum hasıl oldu ki, nedenini salonun ışıklarının yanmamış olmasına ve o kalabalık insan gürühunun ortalığı havasız bırakmasına yorabildim sonradan ancak.

O nedenle deli lodos mu sallıyordu vapuru yoksa başım mı dönmeye başlamıştı da zor bindim, ayırt edemedim. Soğuk terler boşandı sırtımdan, yığıldım hemen alt katın dış kenarındaki banklara. Tam, oh deli lodos saçıma başıma girip beni kendime getirecekti ki, görevli, lodos buralara dalga atıyor diyerek kışkışladı. Ben de sigara içilmeyen bir yer arayayım derken, en üstte buldum kendimi. Şansa da pek az kişi vardı, sindim bir köşeye.

Lodos da sağolsun, sipariş ettiğimi de hiç esirgemeden verdi.
Vapur dalgayı yandan aldıkça öyle bir eğimle yatıyordu ki sağa sola, tutunmasam balıkların mekanına vakitsiz bir dalış yapacaktım.
Birden kaptan peydah oldu.
- Valla siz en cesuru çıktınız, bakın kimse kalmadı güvertede!
Bakındım, cidden bir ben kalmışım. Ama kaptanı da hayal kırıklığına uğratamazdım, diyemedim asıl içeride oturmaya totom yemedi diye.
- Fırtına da kopsa deniz tutmaz beni!
diyerek havamı attım.
Kaptan cesaretimi takdir edercesine başıyla onaylayıp geçti tekrar dümen başına.

hem ermeni'yim, hem de hrant'ım! var mı diyeceğiniz?

Kimi çevrelerin "kanı"na dokunmuş bu cümle, öyle ki maçlarda pankart açabilecek, gereksiz kavgalara karışıp, 180 yolcunun olduğu arabalı vapurları kaçırabilecek kadar!
Şunlara bir sormak isterim o "ari" ırkları nereye dayanıyor? Bu ülkede kim gerçek TÜRK? Hangi birinin kanına başka bir ırkın kanı karışmamış ki? Osmanlı'ya dönüp baktığmızda pek çok padişahın dahi annesi devşirme iken, kim kalkıp dedesinin saf ırktan olduğunu iddia edip ben Türk'üm diyerek ortaya çıkabilir?

Ben kendi adıma kesinlikle olmadığımı söyleyebilirim, kökenlerimde Yunan, Bulgar ve rivayetlere göre Gürcü ve Kürt olduğuna ve Almanya'da doğduğuma göre ben hem Ermeni'yim, hem Avustralya'lı, hem Japon'um hem de Afrika'lıyım! Var mı itirazı olan?

11 Ocak 2007 Perşembe

bir ikametgah rica edeyim!

Bizim muhtar böyle açıklık bir alanda bir prefabrikte hizmet verir. Aslında hizmet vermekten öte, fırça atar, yani müthiş huysuz bir adamdır. Muhtarlığa işim düşünce ayaklarım başka yana kaçar. Ama çare yok gideceğiz.

Girdim içeri, eyvah bir baktım ki kuyruk feci, öff bizim muhtarın işleri tıkırında galiba... döndüm sağıma, vay bee, işler açılınca adam üşenmemiş prefabriği büyütmüş bir de danışma koymuş.
Yakında sekreter ve işleri yapacak başka adam da tutar bu diye düşünürek danışmaya yöneldim ki, hani her işe maydonoz olup, niye geldin cinsinden soru soran soran kapıcı kılıklı bir adam fırladı önüme.
- Ne aramıştın bacım?
- İkametgah alacaktım.
Yaa ben de işte o yüzden fırladım aaa şaşkın der gibi ağzını açtı bizimki yaya yaya:
- Ama burası poliklinik, muhtarlık yan prefabrikte.
Alı al, moru mor bırakın tüm renklerin çeşitli komibansyonları hasıl oldu yüzümde.
- Şey, aslında ben de tam, ne güzel yapmışsınız binayı tam ikametgah alınacak yer diyecektim
şeklinde anlamını benim dahi çözemediğim bir cümle sarf ederek çıktım. Tabii renk skalasını da yanıma alarak...

Yok yok, muhtarlığa girdiğimde, dahiliyeci geldi mi gibi bir soru sormadım, merak etmeyin...


9 Ocak 2007 Salı

bacım seni peh begendim

Vapurda oturmuş, deryalara dalmışım, bir de pazar sabahı mahmurluğu var üzerimde, elimde de bir gazetenin kitap eki. Okuyup okuyup dalıyorum. Karşıma biri oturuyor, ee vapur burası, elbette oturacak, o yüzden başımı çevirip bakmıyorum. Öne doğru eğilince bana bir şeyler dediğini ayırt ediyor ve kulaklıkları çıkarıyorum. Otuz-kırk yaşlarında hafiften dobiş, sabah tıraşını olmamış karayağız bir adam elimdekini işaret ediyor:
- Kasteye bi bahabilir miyim?
- Gazete değil bu, dergi.
Ne çok bilmiş şeyim ben ama!
- Tamam ona bahayım.
Safça, ulen bu adam kitap ekiyle napsın diye düşünerek karşılık veriyorum:
- Ama ben okuyorum şu anda!
Tekrar kulaklıklarımı takıp dergiye sokuyorum burnumu.
Bizimki kolay pes edeceğe benzemiyor ki, tekrar deniyor, kulaklıkları çıkarıyorum.
- Saat kaç?
Zaten kollarım meydanda, saat taşımadığım belli. Ellerimi bilmiyorum şeklinde kaldırıyorum.
Benim gibi şapşal bile anladı bunun niyetini, devamı gelmeden takıyorum kulaklıkları. Ama yok faydasız.
- Sizi biringe benzetiyom ben. Bizim eşyerinden.
Deme yahu, eben olmasın o?
- Evet hep benzetirler.
Ben de seni benzeteceğim birazdan. Başımı dergiye gömüyorum ama anladım nihayetinde, kurtuluş yok galiba.
- Gözleriniz yeşil yeşil, ne gadar gozel.
Kibarlığıını yesinler senin! Muhabbet muhteşem bir yere gidiyor. İşte şimdi Cafer işi bitirdi, kokusu alenen çıktı ortaya dercesine bakıyorum adama "yeşil yeşil".
Bir an için duraksıyorum, ayıp olur mu diye. Kendime bir "hadi oradan" çekip, hemen giyiyorum montumu, adamın yüzüne bile bakmadan kaçıyorum alt kata.

Başından beri hata ettiğimin farkındayım: dergiyi tutuşturacaktım eline, ne seyirlik olurdu ama...
Al sana pazar keyfi!

7 Ocak 2007 Pazar

başka türlü

küçüktü, henüz bilmeyecek kadar küçük görünüyordu ama kocamandı düşleri. bembeyaz bir sayfaya yazdı: bu gün güneş içimize doğsun!
ama işte bir şekilde de biliyordu olanı biteni, bilincinde olmasa da hissediyordu, küçüklüğüne yaraşırcasına küçük adımlarla arşınlıyordu bilmenin yorgunluğunu.

ona bir bahçe duvarı üzerinde rastladım. kışın ortasında kah ısıran kah tatlı tatlı tüylerimi ılıklaştıran güneşe doğru gözlerimi kısmış bakıyordum ki, buyur etmişçesine yanıma oturdu. kuyruklarımız değdi tesadüfmüşçesine. yan gözle baktım usulca. mırıldandı.
içim ısındı!

anladım...

6 Ocak 2007 Cumartesi

öğrencilik halleri

Henüz öğrenci olduğum yıllarda cumbalı eski taş bir binada oturuyordum.
Kışın macunu gitmiş pencerelerden esen rüzgar salondan girer öbür cephedeki mutfağın balkonundan çıkar, bir de bana kuzeyden selam çakardı.

Yeni eşya almaya para ne gezer! Şuradan buradan bulunmuş ya da eskiciden sıkı pazarlıklar sonucu alınmış eşyalarla idare ederdim. Ama onları bir de güzel boyardım çeşit çeşit gök mavisine. Arkadaşlar fitil olurdu, bizimkileri de boya diye çağırır dururlardı. Ben de kaptığım gibi Ali Usta'dan fırçayı, yağlı boyayı, sergilerdim marifetimi. Biliyorum marifet değildi bu, ama eli fırça tutmamış bebeler ne bilsin...

O zamanlar karyolam da olmadı hiç. Yatağımı manavdan dilenilmiş portakal kasaları üzerine koymuştum. Kendimi kaybettiğim bir gün, yaylı karyolada olduğumu sanıp yatakta zıplayana kadar da idare etmişlerdi beni. Ama manav da uyarmamıştı ki beni, bunların üzerinde zıplanmaz diye...

Ne şofbenim vardı ne de ocağım, hele çamaşır makinesi bir hayaldi. Bütün bu aletlerin işlevini iki küçük tüp görürdü. Isıtın len banyo ya da çamaşır suyumu ve yemeğimi derdim, onlar da gık demeden koşardı. Hey gidin hey...

Kışın da yapışırdım katalitik sobanın önüne, gaz mı zehirleyecekmiş, ateş mi yakacakmış, kimin umurunda. Bir de önüne tel takmıştım ki, sıcak çay suyum her daim hazırdı. Değmesin kimse keyfime...

Hele parasız kalıp bir saatlik okul yolunu yürüdüğüm günler ne keyifliydi yahu...

Ya serde gençlik vardı, koymuyordu bunların hiç biri ya da geçmişin uzak oluşu, davul misali tatlı geliyor kulağa....

Çünkü ev ararken standartlarımın öyle bir yükselmiş olduğunu gördüm ki, bırakın penceresindeki macunu irdelemeyi, pimapensiz, sıfırlanmamış banyo ve mutfağı olmayan eve alıcı gözle bakmadım dahi... Kalorifer bile kesmedi, kombisini aradım.

Sonra da kalkıyorum, bugünün öğrencilerine bakıp, yok altlarında araba, ellerinde son model telefonlar var, bunların öğrenciliği öğrencilik mi bee diyerek ihtiyar keçiler gibi verip veriştiriyorum...

yeni yılın getirdikleri

1. Alamanyadan misafir: tamam o accık yalan olacak, zira bu misafir daha yeni yıl başlamadan damlamıştı güzel şehrimize ve biricik evime. 13 yıl görüşmemiş olmanın hatrına 2-3 gün dayandık, ama sanırım bir on yıl daha görüşmesek özlemeyeceğim arkadaşlardan olmuş kendisi. Hehehe neyseki bu alaman arkadaş türkçe bilmiyor, yoksa şekerlemeleri getirmezdi :))

2. Yeni ev: sonunda buldum, kutu gibi minicik şirin bir ev, hem de yeni yılın üçüncü gününde. Bana ve soranlara hayırlı uğurlu olsun. Ama müsade edin bir tek ben tepe tepe kullanayım, siz de teperseniz eve taşınmadan ev sahibi atar beni....
Her bir şeyi güzel de, kuzeye bakıyor olması ve karşısındaki virane yapı gülün dikeni tadında öylece duruyor. Üstelik virane yapı da kutu biralarını yudumlayan gençlerden oluşan bir manzarayı da beleşe getirmiş oluyor...

3. Almanlar "bütün iyi şeyler üçtür" der. Oturdum uzun uzun düşündüm, üçüncü değişimi yazayım diye, hatta tırnaklarımı kemirdim hafiften, lakin bulamadım. ama buyrun, nihayetinde
üç rakkamını ekledim, yani bunu da üç sayalım, idare edin...