31 Mart 2007 Cumartesi

aldım, gösteririm

Hani yeni bir şeyler satın alırsınız, ama eve yolunuz daha uzundur, ne bileyim, toplu taşıma aracına binip evinize gideceksinizdir. Yeni aldığınız mamülü de çıkarıp incelemek için can atarsınız. Lakin görgünüz ağır basar, tutarsınız kendinizi, ama eve gidene kadar da dokuz doğurursunuz. Fakat nurtopu gibi dokuz bebeye değer görmemiş damgasını yememek.

Bir de bu tarif ettiğim gruba dahil olmayan bir insan evladı türü mevcuttur ki, poposu bir toplu taşıma aracında yer bulmaya görsün, ne almış, ne götürüyordur eve, serer tüm yolcu ahalisinin gözü önüne. Siz de çaktırmadan göz ucuyla süzersiniz, beş para ediyor mu bakalım aldıkları.

Ama geçen gün iki hanım teyze işin cılkını çıkarmış vaziyetteydiler, belli ki salı pazarına uğramışlar, rengarenk poşetlerle geçtiler vapurda karşımdaki koltuğa, başladılar ne var ne yok aldıklarını incelemeye.
Yahu tamam, alet edevat almışsınızdır, kullanma talimatı vardır, kurcalanacak düğmeleri vardır, yani varoğluvardır incelenecek tarafı, ama giysinin nesini incelerseniz bunca zaman?!
Bununla da yetinmedi teyzeler, olayın üstüne tüy dikmek adına, aldıkları iç çamaşırları da çıkarıp bir güzel göstere göstere incelediler.
Hani resmen, "Teyze be, hadi giy de üzerinde görelim!" diyesim geldi...

29 Mart 2007 Perşembe

süpürge

Şu fotoğrafı görünce dayanamadım, Cup ve Alaca'dan dert yanmak için uygun bir fırsat diyerek hemen buraya aldım.

Kedinin keyfine bakar mısınız? Velet saçına fön yaptırıyor sanki. "Ay sağ tarafı da yatır bugün şekerim, Hamdi mırnavım böyle daha çok seviyor!"
Sanki Cup'un masaj aleti ile halleri gibi! Ama Cup ve Alaca elektrikli süpürgeyi görünce (tabii Cup'un durumunda "duyunca") önce kulaklar dikleşiyor, sonra yatağın altındaki tozları yalamak üzere pırrr olup gidiyorlar.

İyi bir arkadaşımın kocakafa Tomcat'i geldi aklıma, kalın enseli, biraz asabi bir sarman, mahallenin kabadayısı ve elektrikli süpürgülerin azılı düşmanı. Ne zaman evi süpürecek olsalar Tomcat anında hücum ediyormuş alete! Heheheh, hortumlu bir tozejderine kim karşı koyup kahraman olmak istemez ki?
Ben de bir kez bu olaya şahit olma şerefine erişmiştim.

Yine tanık olma mertebesine nail olduğum asıl başka bir marifeti vardı bu Tomcat'in: Apartman kapısını açıyordu!
Arkadaşım ne zaman anlatsa salladığını düşünürdüm, kendi gözlerimle görünce dahi inanasım gelmemişti.

Önce kapının açık olup olmadığına bakıyordu (haybeye yorulmak yok elbette!),
sonra abanıyordu kapının zincirine, şak: kapı açılmış oluyordu. Bizimki açılan o aralıktan patisini uzatıp kapıyı da geri çekip yaptığı marifetin bilincinde bir kuyruk havada edasıyla salına salına çıkıyordu...

Demiştim mahallenin kabadayısı diye, arkadaşım evi otel gibi kullandığından dem vururdu. Birkaç günlüğüne kaybolur (belli ki dişilerin peşinden o mahalle senin, bu mahalle benim seyirtmekteydi. İyi de kısır olunca ne halt etmeye kayboluyordu bu?) kir pas içinde geri dönerdi.
Sonra tekrar gitti, gidiş o gidiş. Arkadaşım aylarca bekledi. Artık sormaya çekinir olmuştum, geldi mi diye. Bir sene oldu...

Hani kediler ölüsünü göstermek istemez ya...
Aynen benim Ayakunti gibi...

Neyseki arkadaşım blogumu okumuyor, üzülürdü şimdi.

28 Mart 2007 Çarşamba

savaş...

Öğrencilerime savaş hakkındaki fikirlerini sormuştum, o kısıtlı yabancı dilleri ile bir döktürmüşler, öyle bilinçli bir biçimde yaklaşmışlar ki, ödevleri okurken aldı beni bir düşünce...

Irak işgalinin beşinci yılına girildiği bir zamandayız!

Belki söyleyeceklerimin hepsi klişeden ibaret olacak ama biz sıcacık evimizdeyken onların yaşadığı acılar bize ulaşmıyor!

Geçen yaz Almanya'da katıldığım seminerde - ki yabancı dil dersinde bilgisayar
kullanımı üzerineydi - Iraklı bir kadın da vardı. Ellisinde, yılların hocası. Seminerin sonunda hepimizi ağlatan şu lafları etmişti: Burada öğrendiklerimin hepsi çok güzel de, mevcut olan bir kaç tane bilgisayarımız var, ama onlar için de elektriğimiz yok artık. Ben bu öğrendiklerimi uygulayamacağım.

Seminer salonundan ağlayarak gitmiş, bizlerse yaşadığı gerçekliğin bambaşka bir platformunu, belki de en hafif platformunu idrak etmenin çaresizliğinde kalmıştık...

O kadar mı çaresiziz gerçekten?

Çok değil, on, onbeş gün evvel barış şenliği yapılmıştı İstanbul'un çeşitli yerlerinde. Kadıköy Meydanı'nda yapılana gidemedim bile!

O kadar mı ruhsuzlaştık?

("Hadi oku bakalım!" diyor asker, kağıdın üzerinde ise "Amerika özgürlük getirir!" yazıyor.)

27 Mart 2007 Salı

etme eyleme bülbül!

Okulun bahçesinde çamların arasına saklanmış hergele, ne zaman cam açık kalsa başlıyor en tatlı nağmelerini ezberden öttürmeye. Hani resmen "Vah zavallı insanoğlu, ben en güzel şarkılarımı kamuoyuna sunarken, sen kim oluyorsun da ey fani, işe güce dalıyorsun! Bırak her şeyi, benim tatlı sesime koş!" diyor, ben de, boynum kıldan ince, cam kenarı en güzel yeri kapıyorum.
Neyse ki benim gibi deli yok okulda, loca tamamen bana ait, sus pus oluyor dinliyorum keratayı. O da kimbilir hangi güzele anlatıyor derdini de bize şarkı gibi geliyor...

Sonra aklıma çok değil, bir kaç yıl öncesi geliyor, halen Yeşilköy'de oturduğum seneler. Şu an ötenin akrabasını dinleyeceğim diye, gecenin bir vakti kalkıp geçiyordum kar kış demeden balkona... Ama o da hakkını veriyordu, gün ağırana değin veryansın ediyordu en derinden!

Diyorum ben size, var bir manyaklık ezelden, ben sonra sapıtanlardan değilim...

Yazı da yazı diye ağlaşıyordunuz, buyrun size yazı ama foto yok, baştan diyeyim de mızıklanmayın! Bırakın fotoğrafını çekmek, onca ağacın arasından görmek bile nasip olmadı ufaklığı!

24 Mart 2007 Cumartesi

balonlar

Otobüse binecektim tam, kamburluğu ilişti önce gözüme, dünyanın tüm yükünü taşımış da geç kalmışlığı, bir şeylere yetişememişliğin yorgunluğunda yıllarını tüketmişliği.

Sonra havanın sıcaklığına göre biraz kalın kaçmış kirli giysileri dikkatimi çekti. Önümden ağır ağır geçti.

Birden elindeki rengarenk balonlara takıldım, durdum.
Benim durgunluğumda onun heybeti büyüdü, rengarenk oldu kuşattı tüm caddeyi, bakakaldım...

23 Mart 2007 Cuma

hastane yollarında

Selimiye taraflarında bir hastaneye gideceğim ilk kez, aldım tarifi, atladım dolmuşa, şoförden de "Kuledibi'nde ineceğim, haber verirsiniz değil mi?" sorusuna olumlu yanıt alınca da kuruldum biz güzel koltuğa, taktım kulaklığın tekini (diğer kulağı şoförün uyarısına açık tutuyoruz ya!).
Biraz yol aldıktan sonra şoför birşeyler mırıldandı, anlamayınca ben, öndeki yaşlıca kadın tercüme etti: "Geldik duvar dibine!" Ne duvarı yahu, kule olacaktı manasında ters ters baktım, "Ben kule dibinde inecektim."
Şoför tekrar yola koyuldu, ben ise şaşkın şaşkın bakınmaya başlamışken, yanımda oturan bir üçlü teyze grubu başladı olayı enine boyuna tartışmaya

- Evladım kule dibi karşıda olur, sen yanlış gelmişin! (Eyvallah teyze, bi tek Galata Kulesi parselledi sanki o ismi!)
- Sen nereye gelmiştin ki?
- Burada bir tek duvar dibi var! (Ben de işemezsem oraya...!!)
Arabanın olası iniş yerimi çok geçmiş olması paniği ile bir çırpıda anlattım derdimi: "Ben bilmem ne hastanesine gelmiştim." (Hah çatlayın, yok reklam meklam!)
- Ooo geçtik, sen in geri dön.
- Evet ya, bak ben demiştim, duvar dibi diye... (Afferin sana da teyze, bir sıkkımlık diş macununu bir sonraki seferde bizzat vereceğim!)
Yalnız bizim şoför hiç tınmadan yola devam ediyor. Canhıraş vaziyette "İnebilir miyim?!" diye böğürdüm de duyurabildim kaptan abiye kendimi. (Sana da bir güzellik düşünürdüm ya, neyse, acelem var, hadi yırttın!)

Neyse ki erken çıkmıştım da yola, gırtlak ultrasonumla olan randevuma gecikmemiştim.
Oturdum, sıramı bekliyorum, hastane de belli ki sinek avlama komitesi tadında salmış hekimlerini ortalığa. Biri bir Newsweek, diğeri bir Times kapmış, okur pozisyonundalar ama ben kül yutmam, basbayağı resimlerine bakıyorlar. Sonunda bir tanesi patlattı bombayı: "Şş Necati, ben Timmes okuyorum, sendeki ne? Nevsvek mi?"

alakasız not: merak eden pek değerli okurlarım, beni pek duygulandırdınız, şu an gözüme toz kaçmış, valla ağlamıyorum vaziyetlerindeyim yani! Ama merak edecek bir şey yok, rutin kontroller için gittim tiroid illeti için.
Bu arada (aklıma gelmişken, yazıya da gelsin dedim) bu hastalıkla iligli de bir urban legend kıvamında bir şey var, henüz test etmedim, o yüzden doğruluk payını bilemiyorum: hani tiroid hastası olunca adam bile öldürsen mahkemede suçsuz bulunabilme olasılığı... eheuehuhe, vallahi bir şey ima etmedim, asıl sizin içiniz fesat! kih kih

beni bu havalar mahvetti...

...yoksa ezelden güzel gözlü bir mırnavımdır. Ama şu dilberler yok mu, her biri diğerinden güzel, hangi birine bakacağımı şaştım, bir gözüm ona, diğer gözüm öbürüne derken, aynı anda birden çok güzel keser vaziyette işte bu sayede vakıf oldum.
Darısı diğer kuyruğu havada, mart mırnavlarının başına...

not: diyeceksiniz ki, bu da dişi be zibi, kimi yiyorsun diye, yok vallahi, kontrol ettim, gerçekten de erkek kedi, biraz ufak tefek kaçmış namzet ama sapına kadar erkek! Birazcık da şaşı ama olsun, mahallenin en hızlı kazanovasıymış aldığım bilgilere göre....

ah minel aşk!

Bu aralar derdim aşkla ya, gözüme ilişiyor ister istemez bu görüntüler... Geçen gün vapur iskelesinde kapıların açılmasını beklerken gördüm onları.

Kimbilir kaç yıldır birlikteler, neler görmüş neler geçirmişler diye başlayabiliriz teraneye, ama ben
74'ünde 3. kocayı almış ve onunla el ele diz dize gezmiş bir anneannenin torunu olarak bunların birlikte kocamamış olduğunu şıp diye anladım elbette! Bence ikisi de dede ve nineyi evde bırakmış, kaçamak yapan fingirdekler! Baksanıza elele tutuşmuşlar romantik vapur görüntüsünde kendilerinden geçmişler.
Üstelik teyzem nasıl takıp takıştırmış! Kırk yıllık kocası olsa niye süslensin o kadar!?

Çok fesadım, biliyorum...
hehehehe

Biliyorum fesatlığımın bini bir para, emin olun benim bütün yazma itkim de zaten fesatlığımdan! Ve okurlarım da tepki göstermekte haklı: yaşlı başlı teyze ve amcaya demediğimi bırakmadım. Kendimden utanıyorum şu an! Başımı da öne eğdim (nasıl yeterince inandırıcı oldum mu?)
Yok yok şaka bir yana, teyze ve amcayı malzeme yaptığım için, başta kendilerinden sonra da okurlarımdan özür dilemeyi farz bilirim...
Valla bir daha görürsem onları, bir ellerine bu yazıyı, diğerine de kızılcık sopası tutuşturup, eşeği de suya göndermelerini söyleyeceğim, sonra ver allaam ver! ...mazohist miyim neyim?!

22 Mart 2007 Perşembe

tirik tırak olur mu hiç kapatmamak?

Okulda tuvalete gittim mi, açık kalmış ışıkları - ki o mekanda nedendir bilmem, hep açık bırakılır ışıklar- kaparım. Eski çevrecisi de olsam da dikkat ediyorum hala pek çok şeye!
Yine tam çıkıyordum ki hemen bitişikteki erkekler tuvaletinin yandığını gördüm. Ses seda gelmediğine göre kimse yoktu içeride, hemen kenarından uzandım ve kapattım ışığı.
Tam dönecektim ki, o da ne? Kapısı ardına kadar açık kabinde dikilmiş bir meslektaşım işini görüyordu Nefesimi tutmamla sıvışmam bir oldu. Öyle utanmıştım ki (valla ben de şaşırıyorum ama hala utanabiliyorum) ışığı tekrar yakmaya da elim gitmemişti.
Neyse ki onun sırtı dönüktü de, kendisini karanlıkta bırakanı görmedi.

Not: Eğer okuyorsan bu yazıyı, pişmanım, inan bir daha olmayacak! Umarım hedefi şaşırmamışsındır! gak guk...

Okuyuculara not: bu yazı için de resim istemezsiniz umarım. Olay anında fotoğraf makinem yoktu, olsaydı da, emin olun çekmek için geri dönerdim!

bizim apartmanın fanfinifonfonları

Dünkü negativizmden sonra, bugün laylaylom takılalım, ne de olsa hava yeterince iç karartıyor (yok vallahi benim karatmaz oldu yağmurlu havalar artık, her yağmur damlasına sevinir hale geleceğimi nereden bilebilirdim.. yağsın yağsın, barajlar dolsun!).

Dün aidatı vermek için yöneticinin dairesine çıktığımda tekrar gözüme ilişti şunlar: kapı eşiğinde nazar boncukları!
Hani tek birinde olsa, belki üstüne çok durmayacağım, üç komşuda var!

Apartmanca bir hastalığa mı yakalandılar? Sonra da adak adadılar: iyileşelim, eşiklerimize nazarlık gömeceğiz!

Ya da sıkıcı apartman toplantılarından birinde, apartman güzelleştirme kolunda çalışan bir komşu "şşş, gelin yeni moda başlatak, belki buradan çığ gibi yayılır, cam piyasasının dünya pazarına nazar boncuğu ihraç etmeye başlamasına neden olur, ülke ekonomisine bir faydamız dokunur" manasında parlak bir fikir attı ortaya, ama oltaya ancak üç komşu geldi?!

Anlamışsınızdır, ben bunu da saçma buluyorum, yoksa niye zahmet edip yazayım!
Düşünsenize hödööö diye insandan yayılan kötücül kozmik ışınları yutan bir cam! Sanki karadelik mübarek! Bir de insanlar üşenmeyip bunu kapı eşiğine koyuyor! Şimdi bu eve ne hırsız, ne de daha kötü niyetli biri girebilir! Bu nazarlık lazer ışınlarıyla durduruyor o şahsı. En modern alarm sisteminden daha gelişmiş bir model bu arkadaşlar!

Not: Zeki okurlarımdan biri hemen, "ee burada iki tane var" diye atlamadan söyleyeyim: üçüncü komşunun nazar boncuğunu çekemedim, tam o anda kapı açıldı, makineyi nereye koyacağımı şaşırdım...

21 Mart 2007 Çarşamba

suç patlaması

Farkındayım bugün pek bir negatif bakıyorum hayata, zannımca solumdan kalkmakla kalmadım, solumla da oturdum bilgisayarın başına.

İstanbul suç şehri oldu (bknz resim), ama bizim Vali Polyana'ya taş çıkartacak bir optimizm sunuyor: İstanbul en güvenli şehirmiş.

İki defa gaspa uğramış biri olarak Vali'yi
kucaklayasım geldi ve bu kentin artık yaşanmaz olduğuna kanat getirmiş biri olarak böylesi bir inisiyeden mahrum kaldığma yandım.

Yaşasın, en güvenli şehirde suç oranında rekorlar kırıyoruz! Eee biz zaten diyalektiğin cisimleşmiş ırkı değil miyiz?
(Eh be zibi, bu lafı kendim anladıysam şapka çıkartacam, nıhahah)

suyundan da koy!

çok yakında koyamayacağız anlaşılan...
çünkü dünya üzerinde 10 nehir yok olmak üzereymiş!
Hadi buyrun bakalım: İnsan evladı doğaya zannetiği gibi emredemediğini onyıllar öncesinden anlamaya başladı, sanırım bu ikna olmamışlara da artık durumun vehametini gösterir!

İşin üzücü yanı, hala bunun komplo teorisi olduğu söylentisine inananların olması! Dün öğrencilerimi konuşurken duydum da "suyu az kullanalım diye öyle söylüyorlarmış" diyorlardı.
Böylesi genç zihinler nasıl olur da pasif kalır, pasif kaldığı yetmiyormuş gibi de gerçeği hiç olmazsa öğrenmeye çalışmaz diye şaştım kaldım. Ben gençken böyle miydim ya diye maziye dalışlar yapıyorum ahlanarak.

Bu yaz kurak bir yaz bekliyor bizi, hadi ona eyvallah ama 2025 yılına kadar umarım yaşamam!

20 Mart 2007 Salı

stockholm sendromu

Ingiltere'den yazan bir okurumun (vay vay vay, duyan da Nobel aldım, dünyanın herbir yanından okur mektupları alıyorum sanacak... ee totom kalktı, yapacak bir şey yok gayrı!) bahsettiği kitap bana 'Stockholm Sendromu'nu anımsattı.
Hani banka soyguncuları tarafından rehin alınan dört eleman vardır, polis bunları kurtarmaya kalktığında aktif olarak kurtarılmaya direnmekle kalmamış, soyguncular hapse girince de avukat paralarını toparlamış ve işte bize bu muhteşem sendromu bahşetmişler (Düşünsenize, adam sonunda evine geliyor ve karısına şöyle sesleniyor: "Hanım bugün de pek verimliydi, tıp dünyasına yeni bir sendrom kazandırdım." Hah afferin, ellerin dert görmesin!)

Aynısını Fowles'ın romanında bizim kelebek koleksiyoncusu da dener, ama mahsene tıktığı rehinesinin ona ilgi duymasını boş yere bekler, hatun kararlıdır: kaka adamlara aşık olmak yok! (Kitabın yayınlandığı altmışlı yıllar kadın hareketinin canlanmaya başladığı zamanlar, tabii feministlerin tepkisiniden tırsmıştır amcam, yoksa nasıl aşık eder, Stockholm'a taş çıkartırdı kimbilir...)

Bu da ne anlaşılmaz durumdur, sen kalk seni hapseden, sana tanrılık taslayan elemana arkaşça duygular besle, hatta o zor duruma düşünce de yardım et (hoş psikoanaliz dünyası da anlamamış ki, sendrom diyerek sıyrılmış işin içinden ...)

Yok yani, ille de kendini ezene sempati besleyecek ve hatta aşık olacak insan evladı...
Var bir mazohist yanı her ölümlünün!

19 Mart 2007 Pazartesi

resim de resim, biri buna son desin!

son zamanlarda resimsiz yazılara laf edenler tespit edilmiş olup, bu lafı edenlerin yüce zibirixia mahkemesi tarafından okurluktan men edileceği, men edildiği süre içinde de mevcut tüm blogları tarayıp kaçının resimli, kaçının resimsiz olduğuna dair istatistik tutmaya zorunlu kılınacağı duyurulur!

aşk acı çektirmek ister

Schoppenhauer için aşağılayıcı bir kavramdı aşk, yaşadığı umutsuz aşkların eminim etkisi büyük olmuştur, aynen Nietzsche'nin Salome'den yüz bulamayıp kadın düşmanı olması gibi. Hadi abartmayalım, Zerdüşt'e kamçı muhabbetini yaptırmasından ibaretti onun da kadın düşmanlığı.
Hoş Schoppenhauer'e kadar da pek bir felsefecinin totosu yememiş aşk üzerinde cirit atmaya, Platon hariç, ama o da derine inmemiş, kıyısından ilişmiş...

Erkeğin çiftleşme içgüdüsüdür diyor Schoppi (ee kanka olduk, artık Şopi de derim, şopar da, kızmaz o bana...) aşk. Aslında o anlamda hayvanlardan pek farkımızın kalmadığını ama aksine kendimizi "o kişinin tek olduğunu ve sadece onun basit bir tatminin üstünde bir şeyler verebileceği" yalanına inandığımızı söyler.

İyi hoş da, madem kendimizi bu kadar kandırmayı beceriyoruz, niye aksi yönde bir şeyler yapmayı beceremiyoruz? Yani Şopi'nin deyimiyle, basit bir tatminden öte bir şey vermeyen bu zat-ı muhterem niye bu kadar değerli olur?
Hani yerli filmlerde biri ağzını doldura doldura bir kahkaha atar ve "senle gönül eğlendirdim, hiç sevmedim seni" der, beriki de kahrolur ya, işte o berikinin durumlarında buluruz birden kendimizi...

Sonra bir kaçma kovalamaca durumu başlar, biri kaçar diğeri kovalar, sancılar, acılar, ağlamalar, yalvarmalar... kişi kendini aşağılamaktan başka bir şey yapmaz... ama nedense bu durumları da yaşamak zorundadır, acı çekmek zorundadır, bundan öğrenmek için...

Ve ancak çok sonrasında anlar acı çektirenin kendisinden başkası olmadığını...

Çünkü aşk aslında imkansız bir şeydir. İmkansızlığı işter, imkanlısına zaten aşk denmez, onun adı sevgi olur.


Çok mu kitşe kaydım? Doğrudur.

İyi bir dostun aşk acısı çekmesine gönlüm razı gelmiyor, belki ondandır...

16 Mart 2007 Cuma

meşhur olduğumun resmidir

ayyy benim blogu arkadaşlarımın dışında da okuyanlar varmış... (tamam bir iki kişi beni tanımadıklarını söylüyor da, sanki beni işletiyorlar gibime geliyor hafiften, hani arkalarından konuşmak gibi oldu ya neyse)
üstelik okumakla da kalmamış birisi, bloguna bilem reklam yapmış... (Başlığı tıktıklayın da kendiniz görün, ya da bunu da tıklayabilirsiniz. Evet evet, görmemişin reklamı olmuş, almış blogunun her yanına ilan etmiş...)

Sormayın feci şiştim... Hani Scorsese, "yaa mızık işte, verin artık bana bir oscar" diyerek ortalıkta geziniyordu da, sonunda kıyamayıp, filmi kötü de olsa verdiler ya bir tane sarı heykelcik. İşte aynen onun suratı gibi benim de yüz ifadem.

bknz yukarı, ha martin ha ben, şu an benim suratım öyle :)

kendi blogu karantinaya alınmışçasına kendilerine değinmediğime dair fırça atanlara not: lütfen üşenmeyip kendi blogunuzda yazın bi zahmet! yok öyle hazıra konmak! hıh...

bizim hizmetliler

Okulda fotokopi çektiriyorum, hizmetliye diyorum ki: bak onu yazmıyorum bir yere, özel bu, parasını da bırakıyorum işte buraya. Tamam diyor hizmetli abi, gidiyorum.

İki gün sonra, bu sefer ders için fotokopiye gitmiştim, başka bir hizmetli açıyor ağzını, yumuyor gözünü. Sen çektirdiğin fotokopileri hep yanlış yere yazıyorsun, doğru yaz bu sefer!
Haydaaa, kalakalıyorum, ne fotokopisi? Ne zaman?
Ee serde yaşlılık var, anımsayamıyor insan hop diye...
"İşte bak!" diye açıyor defteri binbir sinirle, bu senin değil mi?
Normalde ders için çekilen fotokopiler bir deftere kayıt edilir, her bölümün de kendi defteri vardır. Bakıyorum, ne defter bizim defter, ne de oradaki yazı bana ait!
"Bu benim yazı değil, bilemem, belki başkasıdır." diyecek oluyorum, hizmetli heybetleniyor, gövdesi büyüdükçe büyüyor, ben büzüldükçe büzülüyorum. Suç üstü yakalanmış küçük bir velede dönüşüyorum.
"Bu kadar sayfa fotokopi çektirmişin, parasını da vermişsin."
Bende jeton düşüyor.
"Haaa, ee ama onu ben yazmadım ki!"
"Yazmışsın işte!"
Bu sefer benim de tepem atmaya başlıyor, bölümün defterini açıp gösteriyorum el yazımı, "Karşılaştır bunları bakalım, benziyor mu yazılar, ben yazmadım, herhalde fotokopiyi çeken yazdı."
"Ben anlamam, yazmışsın işte!"

Evet evet ben de aynen sizin düşündüğünüz gibi yapıyorum. İçimden, hay senin ecdadın balık tutmaya giderken kutup ayısına yakalansın, emi! diye sövüyor, dışımdan ise derin bir sessizliğie gömülüp çıkıyorum fotokopi odasından...

Tamam tamam, anladım, çok yüz vermişsin sen bunlara, tepene çıkmışlar diye kızdığınızı duyar gibi oluyorum.
İnsan deyip güler yüz göstermeyeceğim artık valla, alacağım elime kırbacı, höt höt diyerek yanlarından geçeceğim. Söz!

9 Mart 2007 Cuma

dobişim ezelden, yer kaparım berenden

Hani otobüste oturacak boş yer buldum mutluluğu ile bırakırsınız ya kendinizi koltuğa, birden fark edersiniz ki, o koltuk sandığınız kadar da boş değildir. Yanda oturan zat-ı şahane siz zahmet etmeyin diye kaplamıştır üçte ikisini, hadi abartmamayım, üçte birini sizden önce.
Nefesinizi tutup (tutunca o koca popo küçülecek zannedersiniz...) sıkışırsınız o minik yere.

Geçende benim de aynı oldu. Yandaki şişman amca, belli ki barışık bir iki fazla kilosuyla, hemen patlattı bombayı: senden başkası da sığmazdı buraya...

Sığdım sığmasına da, ah ah ben öndeki teyzenin o tek boş yeri es geçip gitmesinden uyanmalıydım burada pestilimin çıkacağını...

8 Mart 2007 Perşembe

güne uygun bir alet

Ankara'ya giderken Bolu'da verdiğimiz mola yerinde resimde gördüğünüz yararlı aleti fotoğraflama ihtiyacı hissettim.

Şimdi siz "bu ne?" diyeceksiniz, ben de size "kulak karıştırma aleti" diyeceğim, siz de bana "çüş zibi, iyice zırvaldın" diyeceksiniz.
Bu diyalog böyle çıkmaz sokağa doğru sürüklenecek...

Tabii bu fotoğrafta doğru dürüst anlaşılmıyordur endişesiyle, oradan geçmekte olan görevliye bu zımbırtıyı eline tutuşturup, foto çekmekle kalmadım, işlevini de sordum. Ama önce sizleri biraz merakta bırakayım, bakalım çıkartabilecek misiniz ne işe yaradığını...
Gerçi adını söyleyemedi, ama en azından işlevini anlattı.
Belki "benbilirim her bir haltı" diyen okurlardan bir yorum gelir....

Yanda da beni kırmayıp, en afili pozuyla karşıma dikilen ve bayramlık suratını takınan görevli ve sorumlu aletsever elemanı görmektesiniz.

Yarışma neticesi: Kazanan ben! Hiçbiriniz bilemedi ne işe yaradığını, çünkü aslında ben de bilmiyorum! Belki bilen çıkar diye gaza getirmeye çalışmıştım...
Ödül de bir sıkkımlık diş macunuydu ki, ben o ödülü dün akşam misler gibi kullandım :)
Tamam yahu, ne kızıyorsunuz? Açıklıyorum işte, hemen çatlarsınız değil mi?
Sem haklıydı, bir çeşit el mikseriymiş, ama adam kara lahanalar ile ilgili birşeyler anlatmıştı, yani kara lahana mixi yapmak için kullanılan bir alet (diye sallasam yer misiniz?).
Sem'ciğim, ödülün kalan kısmını bu akşam getiriyorum sana.

kadının günü var...

Eee? yapsın o zaman pastasını, böreğini yapsın gününü, bize ne! Akşam da kocası gelince de desin, "ay konu komşu gün yaptık" diye.

Ben sevmiyorum tek bir güne sığdırılan anımsama durumlarını. Hele ki o gün için kesilen ahkamların salt o günle sınırlı kalıp gerisinin gelmemesine, dahası içerik anlamının sığlaştırılıp tamamen boşaltılmasına deli oluyorum.

Biliyorum, bügün yığınla gelecek kutlama mesajları...
Ne değişecek kutlayıp? Ne fark yaratacak?

Kadın sokakta yürürken, nereden nasıl tacize uğrararım tedirginliğiyle yürüdükçe, hala dayak yedikçe, aynı işte çalışmasına rağmen erkekten daha az gelire muhtaç kaldıkça, doğuda 35 bebe doğurup, kocası kahvede pişpirik oynarken halen tarla çapaladıkça, hele hele Güldünya'lar öldükçe bu "gün" neyimize yaramış?

Bırakın ahkam kesmeyi, kutlamayı! Madem kutlamaya enerjiniz var, o enerjiyi birşeyleri düzeltmeye harcayın!!!

not: eee sen ne yaptın diye çatacaklara cevaben: eskinin aktif kadın hakları koruyucusuydum ve bu alanda bilindik bir iki dernekte çalıştım... Ve çevre kuruluşlarında da çalışırken gördüklerimden çıkan izlenimi sadece güçlendirdi bu: nerede çokluk orada b....

imza
yılgın çevreci feminist

güle güle kullan!

TR'de yeni yayılmaya başlayan alman menşeili bir kahveci zincirinden kahve aldım geçenlerde. Kasiyer hanım kızımız, "Güle güle kullanın!" temennisinde bulundu.

Eh o temenni etti de, aldı beni bir düşünce, k
ahve nasıl kullanılır yahu?
Benim bildiğim içilir bu nane, ama var demek ki başka marifetleri de ben bilmiyorum...
Mesela:

"Hızlı kullanma, kafein çarpar maazallah!"
"Ha ha, seni hiç sevmedim, sadece kullandım, attım!"
"Evet itiraf ediyorum, kahve kullanıyorum, kahverengi vuruşu yapmama bir kaşık kaldı valla..."
"Eee kullana kullana eskidi bu kahve, yenisini alalım."

Ay yok vazgeçtim,
ben bu işin içinden çıkamayacağım galiba!

6 Mart 2007 Salı

atm'de güneş keyfi

Yaa aslında para çekmeye gelmiştim, valla evsiz barksız değilim, ama para çekme limitimi doldurmuşum. Şimdi eve para götürmezsem bizim hanım oyar beni! Ne yapayım? Güneşi de görünce dayanamadım, yayıldım atm kulübesinin bankosuna, accık plan yapayım, eve çulsuz nasıl girerim diye. Başladım temizlenmeye, belki temiz görürse, hatun yumuşar...

aaa o da ne? çekmeyin kardeşim fotoğraflarımı, hanım görecek yahu!!


not: yahu, ben aslında dişiyim ve daha bir kaç aylığım, yani ne hatunu, ne eve para götürmesi ayol! Şu fotolarımı çeken dingil blogçu maymun etti beni sizlere! Durun şunu bir tırmalayayım!!

blogçudan not: kedi bahane, garanti bana sponsor oldu, gak guk, yok yani diyecektim ki, yani onlar dedi ki "direkt almıyorsun, yazıların vasıtasıyla bari n'olur al bloguna". Çok ağlandılar, kıramadım.

şubat kapıdan baktırdı...

mart pek feci azdırdı...

şeklinde veciz atasözümüzü deforme ederek söze başlayayım, sizler de leb demeden Leblebistan'a seyahat bileti alın.

Tembellik hakkımı elbette baki tutuyorum, ama maalesef tembellik ile şu aralar yollarımız olabildiğince ayrı düştü.


Malum, üniversitelerde sömestir başladı, derken kraliçe geldi, Zibi'yi görmeden gitmem diye tutturdu. Eee Beatrix tii ayağıma kadar gelecek Çırağan'a, ben de şuncağız yolu gitmeyeceğim, ayıp olmaz mıydı? Olurdu, ben de ülke ekonomisine zeval getirmemek üzere gittim ablamızın elini sıktım.
"Ne iyi ettin de
geldin; hadi sen bu özel yemek ekibini yolla düz zemin diyarlara, sana şöyle sokaktan bir tükürük köfte ısmarlayayım" dedim. Nasıl içi gitti anlatamam, ama daha elini sıkacak bissürü insan var, protokol var, kraliçe olmak var, of of diye ağlandı, içim parçalandı. Valla güvenlik izin verse, hemen yarım ekmek köfte yaptırıp getirecektim.
Yanıma görgüsüzce fotoğraf makinesini almıştım, ama bir Allah'ın kulu çıkarıp çekmedi. Hani biri çekse, ben de cesarete geleceğim, sen misin kraliçe diyerek boy boy tokalaşmamızın, el ense samimiyetmizin pozlarını dedikodu gazetelerine bile maymun edeceğim. Ama edepliliğimin tutacağı zamana denk geldik.. Tabii elçilik mensubu sevgilimin "şu makineyi sakın çıkarma, rezil etme beni" diyen akbaba gözlerinin de bir tesiri olmuştur.

Yalnız Bea (ee o kadar samimi olunca, lakabını da taktım, kraliçe de "aaa annenannem de beni böyle çağırırdı" dedi... hmm kötü birşey dedi galiba...) gidince, davetlilerin hepsi düğmeye basılmış gibi zuladan çıkardı makineleri, veryansın çekindi de çekindi Bea'nın boşluğunda.
Yani tamam, Bea gözükmüyor bu pozlarda, ama valla billa o akşam Çırağan'daydım tadında...


Ben de size çeke çeke Hollanda'nın simgesi bu aslanı çektim. (Tabii saatler sonra çekince aslanın yelesi erimiş, at-aslan karşımı bir şeye dönüşmüş, ama başta vallahi aslandı bu! Ulen buz aslanı deyip geçme, o bile cinsinden sıkılabiliyor... Transcinsüel aslan, nolcek!)

Ben çekerken Hollanda'lı bir gazeteci de yorum yaptı, onu demezsem çatlarım: Bu aslan da Hollanda'yı nasıl iyi temsil etmiş, Küresel ısınmadan dolayı (hani buzullar eriyecek ya) su seviyesi yükselince Hollanda'nın da sular altında kalacağını ifade ediyor gibi...


Beatrix'i yolcu ettim, ama sevgilim kaldı. Sevgilisi olan bilir, onlar da ilgi ihtimam, bakım vs bekliyor. İş güçten arta kalan zamanı da ona harcadım, sizleri böylece terk eyleyip bıraktım.
(Yaa evet, ben demiştim size, bu blogçudan size bir fayda gelmez diye, aha fırsatını bulduğu anda böyle ortada bırakır gider, nankör blogçuuuuu!!)

Soonacığıma bir de ay tutuldu, ona bakacağım derken de boynum tutuldu, böyle tutuk bir aşk yaşadık yakinen işte.

Eeee bu fotodan bişi anlaşılmıyor diye mızıldananlara hemen hesap numaramı bildireyim, bağış yapsınlar, böylece kendime adam gibi bir fotoğraf makinesi alır, bir sonraki ay tutulmasını tele objektifle çekerim.

Lakin işte: şükür kavuşturana diyerek uzuuun bir ayrılıktan sonra tekrar karşınızdayım sayın okuyucular.
Bu süre içinde bir sürü hadiseler oldu anlatacak, merak etmeyin, fırsat buldukça bir bir çekiştreceğim her birini.