16 Temmuz 2010 Cuma

kentli insan ve şiddet

haydaaaa, bu blogçu da şiddetle kafayı bozdu, iyi ki şiddet üzerine bir tez yazdı diyenler olacaktır şimdi. yok yok, tezden dolayı değil, ama şu kentli olamayan istanbullu yüzünden tası tarağı toplayıp kaçacağım gün yakın gibidir...
yer: rumelihisarüstü, nispetiye caddesi'nin son kısımları. günlerden: sıcak bir yaz günü (aslında feci şekilde bunaltan), ana kahraman, ki bendeniz oluyorum, sıcak bunaltısıyla hisar kampüsteki kapalı yüzme havuzuna doğru seyir halindedir. kahramanımız karşı hisadaki poğaçacıyı görünce, havuz sonrası lezziz börek hayaliyle karşıya geçer, mutlu mesut ıspanaklı böreğini alıp tekrar gölge olan sağ yana geçmek niyetindedir. zaten maceramız da burada başlar.
hoş istanbul sürücüsü her yerde f1 şoförü sanır kendini, ama bu bahsettiğim, ara sokak tadındaki caddede hız denemeleri ne ola ki? yer mi bulamadın güzel kardeşim?
neyse sapmayalım biz vukuattan, efenim, karşıya geçmeye çalışırken, yan sokak içine burnunu sokup, etrafta yaya mı varmış, heyhat nidasıyla hızlıca manevra yapıp ters yöne giden çok sevgili dört tekerlekli dingillerimizden nadide bir örnek kahramınımızı ezmesine ramak kalır. üstelik bu marifetinin farkında bile değildir. kahraman kızımız da, ya da ana karakterimiz diyelim, -zira yaptığı işin kahramanlıkla yakından uzaktan ilgisi yoktur, kahramanlara hatta hakaret olacaktır o yaptığı- o ezilme ve kahvaltılık ezme olma potansiyelinden kaçmak üzere karşıya yönelir, en büyük hatayı da zaten böyle yapar. sokak içindeki arabayı kollamıştır, solundan gelen arabanın da henüz çok uzakta olduğunu görmüştür, ama sağına zamanında bakmayı becerememiştir. heyecan katacağız ya, o yönden son hızla, hani girişte bahsettiğim f1 pilotlarından hanım kızımızın üzerine doğru uçmaktakdır. can havliyle kaldırıma atar kendini kızımız, bir saniyelik bir farkla f1 pilotu çarpışma anını kaçırmıştır. ve o hızla bile giderken hayal kırıkılığını gizlemez, camdan sarkarak " önüne bak, önüne bak" diye höykünür. dedik ya kahramanlıkla ilgisi yok diye bu kadın karakterinin, ezilmemesine rağmen dizlerinin bağı çözülmüş duvara yaslanmıştır ki, şaşkınlıkla sürücüye bakar. gayet naif bir şekilde, şoförün neredeyse ezmesine ramak kalan bir yayayın halini soracağına böyle bağırmasını anlayamaz ve şaşkınlığı kızgınlığa dönüşüp beklenmedik bir ses gücüyle "bu yolda çocuklar da oynuyor, otobanda değilsin, asıl sen önüne bak" diye f1 pilotumuza lafı yetiştirir. tabii soförün bunu duyup duymadığından emin değildir, o hızla giderken rüzgarın sesinden başka bir şey duymuyordur herhalde diyerek yoluna devam eder karakterli karaktersiz karakterimiz.
(sürücümüzün kendisini nasıl gördüğünü göresiniz istedim, aha resim. "schumi" halt etmiş valla).
aradan beş dakika geçmiştir ki, bir araba yavaşlar yanında, kızımız oralı olmaz, zaten az önceki şokun etkisiyle bununla ilgilenecek durumda değildir. arabanın penceresinden birinin sarktığını da görmez. o biri "aptalsın sen" diye bağırınca arabayı tanır ancak. ana karakterimizin beyni dört işlem yaparcasına duman çıkarır, hızlı bir şekilde, yayayı ezemeyince geri dönüp hakaret eden birinin piskopat potansiyelinin bir hayli yüksek olduğu neticesine varıp, kızımızın diline hemen sus emri gönderir. hep birlikte üçüncü sayfa haberi olmak istemiyoruz demektedir beyin, dil ve refleks birliği. başka bir deyişle yayamız duymazlıktan gelir. soför buna iyice hiddetlenir ve ısararla "şşşt sana söylüyorum, aptalsın sen, aptal!" diye bağrınır. ama bakar ki hala tepki alamıyordur, nihayet bu inadından vazgeçip basar gider.
yayamız şaşkındır, bu, bu neydi şimdi böyle?

14 Temmuz 2010 Çarşamba

anonyma - eine frau in berlin

tezim nedeniyle savaş kavramıyla fazlasıyla yüzleşmiş ve şiddet kavramının gelişimini irdelemek zorunda kalmış biri olarak "berlin'de bir kadın"ın bildiğiniz savaş filmlerinden farklı bir kulvarda değerlendirmek gerektiğini belirtmeliyim. ikinci dünya savaşı içeriği nedeniyle suyu çıkarılmış bir konu olabilir, ama etik açıdan bakıldığında işlenmiş en büyük insanlık suçlarından biriyle yüzleşmenin bu denli kolay bitmemesi anlaşılır bir durum. isterseniz kapitalist açıdan bakın, sineğin bile yağ verdiği zengin bir içerik deyin. ne derseniz deyin, "anonyma - eine in frau in berlin" hem az değinilmiş bir konu olan 'savaşta kadın' sorunsalına bakıyor, hem de kaynağını almış olduğu ve savaş sonrası basılıp, büyük tepkiler çektikten sonra ikinci basımı yasaklanan gerçek bir günlüğün yeniden hatırlanmasını sağlıyor. bir taşla iki kuş durumları...
savaşta en çok yara alan -hoş, hayatın içinde de öyle değil mi zaten!- kadınlar oluyor yine. erkek egemen dünyanın "zayıf" elemanı hedef alınıyor. şiddet zayıf olana yöneltiliyor. elbette şimdi pek çoğu karşı çıkıp "ya çocuklar" diyeceklerdir. çocuklar kadın kavramının doğal bir uzantısı olarak yer alıyor, çok daha savunmasız onlar, ama şu an konumuz onlar değil. yetişkin olup, iyi ve kötü ayrımını idrak edebilen, ama yine de sistemin acımasızlığı karşısında çaresiz kalan bireyden bahsediyoruz.
mekan berlin, zaman rusların işgal anı. hitler'in intiharı filmin ortalarında bir yerde vuku buluyor. berlin'de ancak kadınlar, çocuklar ve tek tük yaşlı erkekler mevcut. bir de tabii işgalci kuvvetlerin savaşın koşulları doğrultsunda şiddettin legalleşmesine, dolayısıyla da şiddet uygulamaya alışmış zorba erkek güruhu. tabii aylardır kadın yüzü görmemiş erkeklerin ilk işi de özellikle karşı koyan kadınlara tecavüz etmek. kadınların karşı koyması onların temiz olduğu anlamına geliyormuş! başlarda kaçmaya çalışsalar da, kaçısın mümkün olmadığını kısa sürede anlıyorlar. tecavüz kaçınılmazsa zevk almaya çalış klişesinin canlanmış hali olarak da zamanla rutin bir şekil alıyor bu tecavüzler. filmin pek çok karesinde "tüm almanya kocaman bir genelevi" tümcesini duyuyoruz. hatta filmin bir karesinde kikirdeyerek kaptıkları hastalıkları ya da rağbet gören pozisyonları konuşan kadınları görüyoruz. başrolde olan ve günlüğü de kaleme alan kadın karakter, aslında kültürlü, okumuş bir gazeteci. komutanlardan birinin metresi olursa rast gele tecavüz eyleminden korunacağını düşünerek komutlanlara yaklaşıyor ve sonunda bir binbaşının metresi olmayı başarıyor. böylece içinde yaşadığı evi de binbaşının ve kurmaylarının sık sık girip çıkmasıyla tam olmasa da bir nevi koruma altına aldırmış oluyor. filmin başında tüm bu yaşadıklarını yazmış olduğu yırtık pırtık defterden temize çekmek üzere ilk sayfayı daktiloya yerleştirirken görüyoruz, sonrası kesintisiz bir 'flashback' şeklinde geçiyor. ve hemen başında isimsiz kadının cephede çarpışmaya giden bir bir partneri olduğunu görüyoruz, filmin sonunda ortaya çıktığında film boyunca elinde kurşun kalemle sürekli yazmış olduğu günlüğünü ona verdiğini görüyoruz. ancak erkek bu gerçekle başa çıkamıyor ve alıp başını gidiyor. aslında bu davranışıyla, savaş sonrası cepheden dönen erkekleri simgelemiş oluyor. erkek egemen dünyasının kabul etmek istemeyeceği gerçeği yok saymaları, işgalci kuvvetlerin tecavüzüne uğramış pek çok kadının susmasına neden olmuş, ve sanki böylesi bir zulüm hiç olmamış gibi davranılmıştır.
bu durumda kitabı yazan "anonyma"nın ölümünden sonrasıa kadar neden adını saklamak istediği anlaşılır bir durum. tek bir erkeğin dahi kabul edemediği bir gerçeği erkek egemen bir ulus asla kabul etmeyecektir. nitekim de öyle olur: 1959'da isviçre'de kitap yayınlandığında büyük tepki çeker ve alman kadınına karşı hakaret olarak algılanır, ikinci basımı da yasaklanır. ancak 2003'de ölümünden sonra alman süddeutsche zeitung'da bir editör yazarın gerçek kimliğini marta hillers olarak açıklar.
kitabın kendisini okumadım, film ne kadar kitabın kendisine sadık kalmış bilemeyeceğim. ancak film boyunca baş karakterin isimsizliği, kimlik korumadan ziyade bir kimliksizlik imgesi yarattı bende. hitler'e inanmış ve hitler ekonomisinin ülkeyi kalkındırdığı yıllarda olan bitene sesini çıkarmamış olan birisinin yenilgiden sonra mağdura dönüşmesinin bir simgesi gibidir bu isimsizlik. kaybettiği her şeyleriyle birlikte, kimliğini belirleyen en önemli unsurlardan biri olan ismini de kaybettiğini göstermektedir. yani "kadının adı yok"tur, yzyıllardan beri olduğu gibi. tecavüz kavramı ancak ismi belirsiz bir kadının başına gelebilir, isim aldığında canlanacak ve bizlerden biri olacaktır,.. ama tezat olarak da, isimsiz kalması tüm kadınlığı kapsadığı anlamoına da gelmiyor mu... işte size tam bir çelişki!
beni bir parça rahatsız eden meselelerden biri, filmim zaman zaman almanların ruslara yaptıklarını görgü şahitlerinin anlatımıyla değinmesi. zaten o açısı fazlasıyla işlenmiş bir konu bu, tekrar değinmeye gerek var mıydı sorusu sanki kadınların tecavüzünü meşru mu göstermek istiyor sorusunu da getiriyor. ilk sahne askerin köyündeki çocukların alman askerleri tarafından nasıl zalimce anlatıldığı ve baş karakterimiz olan kadın gazetecinin çevirmenlik yapmak zorunda kaldığı sahne, diğeri ise binbaşının karısının almanlar tarafından öldrüldüğünü, binbaşıya aşık olan ilk yardım görevlisi kadının gazeteci kadını suçlarcasına söylemesiyle gündeme gelir. bu bir suç karşılaştırması mıdır? bunu yapmak ne oranda doğru? alman ordusunun tarih içindeki en büyük insanlık suçlarından işlediğini tüm dünya biliyor zaten, ama hitler rejiminin getirdiği refaha pragmatist açıdan yaklaşıp gerçekleri sorgulamamış, rahatını sırf bozmamış olduğu için kadınları böylesi ağır bir şekilde cazlandırmak mı gerekir? tabii ki bu aşırı bir yoruma kaçmış olabilir, ama bende uyandırdığı izlenim bu. elbette şimdi, alman halkını bir de mazlum durumda mı görmemiz gerekiyor gibisinden protestoları duyar gibiyim. burada söz konusu olan hangi tarafta olunduğu değildir, zira savaşta her zaman siviller, ama en çok da kadınlar ve çocuklar mağdur olur, ölür, katledilir... üstelik savaşı onlar başlatmamıştır.
filmdeki en çarpıcı ve belki de en kitş yönlerinden biri, tüm bu vahşi tecavüz sahnelerinin gerisinde "bilmediğimiz anlamda" bir aşk öyküsünün de gelişiyor olması: binbaşı anatol ile gazeteci kadın arasında. anatol iki üç dil bilen, piyano çalabilen ve askerliği de meslek olarak icra etmediği anlaşılan eğitimli biridir ve anonyma'nın kültürlü oluşundan, güzelliğinden son derece etkilenmiştir. zaman içinde anonyma da ona karşı duygular beslemeye başlar, ama filmde de altı çizildiği üzere, bilinen anlamda bir aşk değildir bu, zira aşkın tarifi bu koşullar altında değişmiştir. ancak binbaşı ona daha fazlasını, yani onunla gitmeyi teklif ettiğinde, "kocam döndüğünde bıraktığı kadını bulmalı" gerekçesiyle reddilir. fakat kocası zaten bıraktığı kadını bulmayacaktır.
dolayısıyla herakleitos'un dediğine geliyoruz yeniden "savaş her şeyin babasıdır". yeni bir düzenin gelebilmesi için eskinin yıkılması gerekmektedir ve bu ancak savaşla mümkündür. kimini efendi ve özgür, kimini köle yapacaktır....

meraklısına eser ve yazarıyla ilgili linkler:

7 Temmuz 2010 Çarşamba

the road

cormack mccarthy'nin aynı adlı kitabından uyarlama olan filme yönetmen John Hilcoat'un elleri değmiş. kitabı okumadım, ama okuyanların izlenimi, yapılabilecek en iyi uyarlamanın bu olacağı yönünde.
aslında bu uyarlama işi zaten tam başa bela bir mevzu, çoğu kitap sever, eserin katlediğini düşünüyor -ki ben de bu görüşe çoğu zaman katılanlardanım- haksızlık da etmiyor bunu diyerek, yazıyla ifade edilen imgenin satır arası boşlukları olur, okuyucu bu boşlukları alır, tepe tepe kullanarak kendi yaratıcılığı doğrultusunda da gönlünce doldurur, oysa görsel sanatlarda, o eseri ele alan sanatçının yaratıcılığına mahkum oluyoruz. ama itiraf etmeliyim ki kitabın çok üzerinde, benim naçiz yaratıcılığmın belki de hiç erişemeyeceği boyutlara taşıyan filmler de olmuştur. J.G. Ballard'a hazılık etmeyeyim, ama Güneş İmparatorluğu Spielberg tarafından başka bir yapıt kategorisine girivermişti gözümde hemen. farkındayım konudan saptım, edebiyat uyarlamalarını işlediğim bir dersi bir sene boyunca verince insan kendini kolayca kaptırıyor bu mevzuya.
gelelim "the road" filmine: adından da anlaşılacağı üzere, bu bir yol filmi. ama alışkın olduğumuz türden yol filmleri değil. gri bir arka plan üzerinde, ölmeye yüz tutmuş bir distopiada geçiyor. yollarda bir baba ve oğul. filmdeki veriler, filmin günümüzde geçtiğini gösteriyor. sebeninin hiç bir şekilde anılmadığı, ama günümüzdeki doğa kirliliği ve karbon dioksit salınımlarını düşününce dünyayı saran bir sera etkisinden kaynakladığını söylemek mümkün. öyle bir sera etkisi ki, çevrecilerin olacağını söylediği tüm kara tablo gerçekleşmiş gibidir: gri arka planın hakim olduğu sahnenin içinde ağaçlar birer birer ölüyor, hayvanların çoğu, hatta neredeyse hepsi yok olmuş, devlet mefhumu ortadan kalkmış, kaos hüküm sürüyor ve yer yer depremler şiddetini hissettiriyor. sürekli yanmakta olan bir amerika atmosferinde, yiyecek sıkıntısı baş göstermiş, dolayısıyla kanibalizm tavan yapmış, bilhassa çocuklar avlanmış ve mideye inidirilmiş durumda (Jonathan Swift'in "naçizane öneri" adlı satirik metnini anımsatan bir durum).
film boyunca isimlerini öğrenemediğimiz ve kısaca "papa" ve "boy" olarak isimlendirilmiş iki ana karakter filmi baştan sona başarılı bir şekilde dolduruyor. viggo mortensen oğlunu can pahasına korumaya çaba sarf eden, sürekli panik ve umutsuz bir babayı inandırıcı bir şekilde veriyor. ama beni en çok küçük oyuncu Kodi Smith-McPhee etkiledi desem yeridir. bu kara atmosfer içinde yetişmekte olan çocuk imajını başarılı bir şekilde veriyor. sadece iyiliğe olan inancında, belki çocuk naifliğinden belki de babanın negatif bakışına zıt kutup oluşturması için biraz gerçek dışı duran bir ısrar buldum. onun dışında yaşından büyük bir oyunculuk sergilediği kesin. özellikle böceği ilk kez gördüğü sahne hem atmosferi hem de çocuk merakını çok iyi aktaran başarılı bir ayrıntı.
yönetmeni kutladığım bir başka detay da tüm o gri, ölü atmosferi renkli 'flashback'lerle rahatlatmasını bilmesi. ama bu zaten siyah-beyaz çekilmiş filmlerin çokça tercih ettiği bir yöntem, arada renkli sahneler katmak. hem o sahnelere bir ayrıcalık verir, hem de siyah beyazla biraz monotonlaşma tehlikesine girebilecek film rahatlatılır.
lafı daha fazla uzatmadan, görme keyfinizi de bozmadan toparlamak gerekirse: görülmeye değer filmler arasına alınması gereken bir yapıt "the road"!

5 Temmuz 2010 Pazartesi

kapınızı yağlayın

iki hafta evvel yaptırdığım kombinin faturası hala gelmeyince açtım adamlara telefon veryansın ettim, nerede faturam diye. adamlar pişkin pişkin, eee biz gönderdik diyorlar, postada kaybolumştur! iyi de güzel kardeşim, bu benim sorunumu çözüyor mu? zaten faturayı hemen vermemeleri tuhaf gelmişti, yok postayla göndereceğiz bilmem ne... internetten bulduğun tamir servisi bu kadar oluyormuş demek ki... eee ne zaman göndereceksiniz? "valla şimdi öyle bir şey diyorsunuz ki bayan" zaten "bayaağğn" diye hitap edilemesine bayılırım... o sinirle kapadım. kapar kapamaz da, dur hele yaw, adamların günahını almayayım, belki de gelmiştir. hay demez olaydım...!
posta kutusu dediğim tüm apartmanın ortaklaşa kullandığı kocaman bir kutu, postaların çok rahatça başakaları tarafından açıldığı, açılmakla kalmayıp kaybolabildiği bir sistem bu (ayrı bir yazı konusu bu, gayet hoş tecrübelerim oldu). kutu da üstelik hemen benim kapını karşısında asılı. çıktım, tam postaya bakacağım, arkamda tık bir ses geldi. bir de dönüp baktım ki, oooo benim kapı kapılık işlevini yerine getirip güzelce kapanmamış mı? bir iki ittirdim, cık, kapandım artık, ikna edilmeye hiç müsait değilim diyor, açmammmm! normalde bu kapı böyle yapmazdı... hep aralık bırakıp kapı önünde durmuşluğum vardır, n'aptın ey güzel kapı bu sefer!
eh, herşeyin bir ilki varmış, benim de ilk kapıda kalma tecrübem böyle olacakmış demek...
ne yapsam diye bir kaç saniyelik düşünme hallerinden sonra, şıpıdık terliklerimle iki sokak ötesindeki çilingire yürüdüm. neyse onunla da pazarlık ederek, on lira indirim aldım. geldi, bir parça pvc sokarak kapıyı bir iki dakikda hiç zorlanmadan açtı! hani hep duyardım şu kredi kartı efsanesini, ama şehir efsanesi sanırdım. gözxlerim kocaman açıldı tabii. tevekkeli kilitlemeden kapımı bakkala bile gitmem, moral olsun diye oracaıktı kutladım kendimi. kapı açılınca hemen kontrol de ettim, bu hayta kapı beni niye böyle yüzüstü bıraktı araştırmalarına. kapı aralık durmuyor, vıjjjjd diye ağırlığıyla kapanışa gidiyor. sonunda jetonum düşüverdi, tabii ya, ben geçen hafta çok gıcırdıyor diye yağlamamış mıydım bu kapıyı?!
afferin bana!