28 Eylül 2011 Çarşamba

nihayet ayfon üzerinden de birlikte olabileceğiz

bu teknolojinin gözünü seveyim!
cep telefonu üzerinden meylleşmeyi, tviğtlemeyi ve poğklemeyi geçtik, artık bloklamak da mümkünmüş meger! muhtemelen bunun aplikasyonu aylar oldu da benim ruhum duymadı. ama ne demişler, geç olsun güç olmasın! gercekten de hiç güç değil! acıyorsun yazıyorsun! yıka çık! aç yaz! halbuki web sayfasından yazmaya kalksan, ekran durduk yerde büyüyor, orasını göremiyorsun, büyütücem küçültücem derken olmadık yerlerine dokunup yazının imanına okuyorsun! uzun lafın kısası: yazan memnun, okuyan da memnun olur, umarım!
yazılan alan da, aynen şurada görüldüğü üzre pek bir pratik! ay, pek bir mutlu mesut oldum ben bu işe. haydi yeni güzel yazılarda buluşmaya!

25 Eylül 2011 Pazar

iskoçya - yüreğim titriyor seni düşünürken

camper -türkçe deyişle- karavanla 7 günlük bir iskoçya rüyasından uyanıyorum; uyanmak istemiyorum, acıtıyor uyanmak! hem de böylesi kalaba ve acımasız bir şehre karşı uyanmak, tatlı rüyadan dosdoğru kabusun ortasına düşmek gibi.

iskoçya... girdiğimden çıkışıma değin nefesimi tutarak dolaştığım ilk ülke! eğer tanrı varsa, iskoçları feci kayırmış olmalı! bir ülkede her 50 metrede bir çay, nehir, şelale ya da göl olur mu? toprak diye bastığınız yerde ayağınız bileğinize kadar suya girer mi? ya da gök kuşağını komple görme fırsatınız nerede olur? ağaçların arasına girdiğinizde alice'in wonderland'e girdiğinde neler hissedeceğini anlamanız nerede mümkün? ya da yağmurun dereleri ve nehirleri coşturduğu o dramatik görüntünün nefesinizi kestiği?

ölmeden önce görmek isteğim bir ülkeydi sadece iskoçya, oysa şimdi ona aşık olmuş bir halde döndüğümü fark ediyorum. loch lomend kıyısında dinlediğim wonderland parçasını dinlerken şimdi, gözlerimin sulandığını hissediyorum. leyla'sından ayrı düşmüş mecnundan beter bir haldeyim. üstelik ferit gibi dağları delmek istemiyorum, tam tersine, onlara kavuşmak tek ereğim.

kışları soğuk, iklimi çetin bir ülke iskoçya. yazları dahi şemsiyenizi eksik etmeyin derler. hele bir de midge denen o illet, göze görünmez, bulut halinde uçuşup, en lezzetli olduğu için göz altlarınızı feci ısıran sineklerine rağmen hem de.

ama öyle bir dingin, sabırlı bekliyor kendisini ziyaret edeni de benzetiyor kendine. el değmemişiyle öyle bir sunuyor ki kendisini, hayır diyemiyorsun, sen de veriyorsun tüm benliğinle kendine ona, yine de dokunnmaya, o bozulmamışlığı incitmeye kıyamıyorsun.

yüksek tepelerin arasında, bizi uzaktan fark edip, yine de bir yere fırlayıp kaçmayan ve onlarca dakika poz veren alageyikler; gel de gör beni dercesine tırmandığım tepenin üzerinde uçarken bağıran altın kartal, yöreye özgü devasa cüssesine rağmen ürkek highland inekleri ve çepe çevre saran atlas okyanusu ve kuzey denizi...

rastladığımız az sayıdaki insanın kibarlığı, aksanlarına alışmak zor da olsa bayıldığım o güzel insanlar, ülkenin sert ikliminden bir parça bile nasibini almamış kadar ince. belki de doğasının zarifliğinden aldılar karakterlerini.

sonra dönüp devasa, boğucu, insanları kalaba, kaba ve düşüncesiz olan şu kente bakıyorum: bir zamanlar aşkla karışık nefret şehri dediğim kent, artık beni sadece üzüyorsun! nefes alınmaz oldu artık her yerin. ne vaad ediyorsun? aşıkları ayıran bir zalimden farkın yok!

yolu yok, gitmeliyim artık senden!

5 Eylül 2011 Pazartesi

cenk çelebioğlu

günlerdir, haftalardır dinlemeye doyamadığım, kulaklarımın pasını silmekle kalmayıp başka diyarların kapısını aralayıp hatta ardına kadar açan bu yaratıcı besteciye sonsuz teşekkürler...
http://www.cenkcelebioglu.com/

4 Eylül 2011 Pazar

çıkmaz...

biliyorum, kimse okumuyor...
ya da ancak yeni söylemişsen birilerine, bu yazılara göz atıyor. sağolsunlar.
kazara yolun düştüyse o başka. kaza bu, olur! geçmiş olsun, çıkış kapısı ahanda burada.
-hadeee buyur buradan yak, daha bismillah dedik, çıkış kapısını gösteriyorsun-

yok yahu, sadece yol erkenken uyarıyorum. keşke herkes bu kadarını yapsa. minik bir uyarı koysalar, bir aşka başlarken mesela, bir işe, bir arkadaşlığa, bir güne ya da bir ömre.. hani çıkmaz sokak diye isimlendirilir ya çıkışı olmayan sokaklar, onun gibi. daha girerken bilirsin, gideceğin kadar yolu aynen geri döneceksen, çünkü hiç bir yere götürmeyecek bu yol, boşuna yorulacaksın, zaman kaybedeceksin, kısaca başladığın yere geri döneceksin!

zamanımı harcadığım son sevgiliye bakıyorum... üç küsür yıl! çıkmaz sokakmış meğer. sonra bu iş için yirmi yılını verenleri görüyorum, mutlu sanıyorsun ilk etapta, sonuç aynı! çıkmaz sokağın girdabına karışmış, debelenip duruyor...
kendimi mutlu mu saysam? en azından dört beş yıl orada, bir iki yıl şurada, değişik çıkmaz sokaklar görüyorum.
- oh allah versin!-
- eyvallah -

ama durum o kadar basit değil.

ister tek ve uzuuuuuuuun mu uzun bir sokak olsun, ister orta karar ya da kısa üç beş, hepsi yoruyor insanı!
- hayat bu, yorar adamı -
- seksenlik nine gibi konuşuyorsun, dur hele! -

yorsun, helali hoş olsun! o yorgunluk güzeldir aslında! tabii değdiyse yorgunluğuna! bir yere vardırdıysa seni. bir şeyler kazandırdıysa...

şimdi diyeceksin ki, - aaaa haksızlık etme, kimbilir neler gördün o çıkmaz yolda, yeni evler, pencereler, top oynayan çocuklar, park eden araçlar....-
yahu, karşı çıkmıyorum ki! elbette yığınla tecrübe sağlamıştır o sokak, ama amaç yeni evler, arabalar, sümüklü veletler mi görmekti, yoksa yol almak mı?

işte bütün sorun da bu ya!
çok bir şey mi istiyorum? sadece minik bir yol işareti; çıkmaz olduğuna dair...
biliyorum, çok!
ama güzel olurdu be!...