18 Ocak 2012 Çarşamba

tv

özel bir hastanenin sgk hastasını da kabul eden polikliniğinde bekliyorum. tam karsı duvarda bir televizyon, sesi yok görüntüsü var, oynuyor hababam! bekleyenler de pür dikkat izliyor iki
kişinin konuşmasını. sanki sesini duymadan diyaloğu anlayacakmış gibi gözlerini hiç ayırmıyorlar. belki dudak okuyorlardir diyeceksin sevgili okuyucum. ben de, helal sana canım okurum, bak benim aklıma gelmemişti bu diyerek zeki ve çalışkan okura sahip olmanın haklı gururunu yasayacağım... geçelim bunu da, nedir yurdum insanının televizyonla olan sevdası ne
aziz kardeşim? zoru nedir ki, hastanede dahi bir aptal kutusu dikme ihtiyacı hissediyor? bu kadar mi ürküyor görüntüsüzlükten ki boyna görüntü kirliliği yaratıyor? cafelerde, restoranlarda, barlarda ve hatta okullarda! utanmasalar kütüphanelere bile koyacaklar, hani okumayın seyredin tadında! maç günü televizyonsuz bir mekan bulmaya bakın hele! televizyon cihazı görmediğiniz mekanlar dahi hemen bir beamer ve bir perde ile ortamı stadyuma dönüştürüyor!
amaç gitgide düşen iq'nun düşüş ivmesini mi yükseltmek mı nedir? siz düşünmeyin! biz sizi gereksiz görüntülerle ambale edelim, aptala dönün, ülke o esnada elden gitsin...
bu tv'li mekanların sağlam bir komploda parmaklarının olduğu şüphesine kapılmaya başladım.
kısaca paranoyak mı desek bana?!

17 Ocak 2012 Salı

müziği dinle sen musa amca!

fonda bir judas bolero çalıyor tatlı tatlı, ortam alaca karanlık, ışıklandırma özellikle kısılmış. arada bir gittiğim barda oturuyorum. melankolik bir hava var. ama benden mi kaynaklanıyor, ortamdan mı bilmiyorum. belki de ortalıkta dolanıp ilgi bekleyen sarmandan.
gözlüklerimi özellikle almadım yanıma, göz göze gelsem bile, fark etmem kimseyi. 
bu akşam kalabalığın içinde yalnız kalmak istiyorum. etrafım olabildiğince kalaba olsun. otobüs misali dolsun, ama önümde bir içkim dursun ve müzik kulaklarımda dağılsın. müzikle baş başalık buranın müdavimlerinden birini getiriyor aklıma. seksen küsür yaşında olabildiğince güleç, ince metal gözlükleriyle tatlı musa amca.
kolunu kırınca bakım evine yerleşti diye duyduk ve pek uğrayamaz oldu musa amca. kulakları ağır işitir bizim delikanlının. delikanlı, zira yüreği nasıl da genç! iyi işitemediğinden akıllı telefonumun parmak boyama aplikasyonunu bir çeşit daktilo gibi kullanır, yazışarak sohbetler ederiz. 
delikanlı, zira teknolojiye nasıl da meraklı! telefonumun özelliklerini incelemeye bayılır, "aaa bunu da yapmışlar" diye şaşırır her defasında, daha önce anlattığım özellikleri yeniden anlatmam gerektiğinde. bütün yeni teknoloji isimlerini de bilir, "ayped mi bu? diye sorar, ben de "yok, ayped bunun büyüğü, bu ayfon." demek zorunda kalırım.
müdavimler köşesinin en başını tutar hep, orası onun yeridir, hatta minderi bile vardı. yalan yok, bazen, hiç olmazsa bir akşam gelmese de biz tünesek şu güzel köşeye diyerek hayıflandığım olmuştur. 
hiç evlenmemiş. bir kere nişanlanmış, müstakbel eşi ağır işitiyor diye terk etmiş. o da bir daha yeltenmemiş. onun yerine işiyle evlenmiş belli ki. ne zaman sorsam, işten geliyorum derdi. ellerini barın üzerine kaldırır, parmaklarını aşınmış bar masası üzerinde hızlıca kıpırdatır, klavyede çalıştığını ima ederdi. kanına işlemiş muhasebe dünyası. çoğunlukla kimseyle sohbet etmezdi de, elinde bulmaca, ha babam bulmaca çözerdi. acaba müdavimler köşesindeki bulmaca merakına o mu sebep oldu diye sormak aklıma gelmedi hiç. kesin müsebbibi odur...
delikanlı, zira uyuduğunu sandığım zamanlarda "müziği dinliyorum" diyerek gülümser hep. öyle bir dalmıştır ki müziğe!
sonra durur, aniden gazeteden kırptığı bir özlü sözü, ya da fıkrayı ya da makaleyi çıkartır, önünüze koyar, okutturur. yeni mi keşfetmiştir, yoksa etrafındaki gençler de sebeplensin mi derdi bilmem. zoraki okursunuz, hatta bir bakmışsınız, eğlenmişsinizdir de. başka müdavimleri bilmem, beni eğlendiriyordu musa amca'nın yaşama bağlılığı. yüreklendiriyor. seksen küsür yaşımda bir barın simgesi olabilir miyim ben de acaba böyle? diğer yandan da ürkütmüyor da değil. salt yalnızlığımdan ben de kesin o yaşlarda hala işe gidip geleceğim ve bomboş eve dönmemek için bir bar taburesine tüneyeceğim. kulaklarım ağır işitecektir ve tek eğlencem bulmacalar ve kulaklarıma ancak ulaşabilen yüksek volümlü müzik olacaktır. 
bu barın en güzel renklerinden biri musa amca. gelmeyişi buruk bırakıyor burayı. bir şeyler eksik, özellikle benim için. daha duymaya sabırsızlandığım bir sürü gençlik anısı, fıkrası ve son teknolojiye dair soruları vardır kesin. üstelik o kadar özendiğim köşesine hiç oturasım gelmiyor...
hadi iyileş de gel be musa amca, özledik seni burada!

16 Ocak 2012 Pazartesi

dırdır da dırdır

eski yazılarımı şöyle gözden geçiriyordum, utanarak fark ettim: amma da dırdır yapmışım! yok kimse okumuyor, yok okuyorsa kazara okuyor, yok bu yazı tipik okura yönelik değil! aaaaaaa, sus be kadın! amma da söylenmiş durmuşum. okurken olası okuyucumun ne hissettiğini anladım! sabırlı, özverili ve nezaketen bunca yıldır beni eleştirmeyen sevgili okuyucum (eğer varsan!) senden binlerce kez özür diliyorum! hani okurken ben bile bunaldım! ben okuyucum olsam, hadi len, senin nazını mı çekeceğim der, okkalı yorum yazarak posta koyardım.
hadi gel, affettirmek için seni yemeğe götüreyim! (bedava yemeği duyan, yüzlerce okuyucum olurmuş birden! ahauahuaha, bak sen o zaman yaman halime!
ama yok öyle yağma, baktım ki sesler çıkıyor, tabii ki yarışma düzenler, en çok soruyu bileni götürürüm yemeğe... ah ah, hayallere bak; birden kendimi en çok okunan popüler blog yazarı kıvamına getirdiler! ama hayal etmeden yaşanmaz ki, yazılmaz da!
yine de ben suçumun ayırdına vardım! bir daha asla, hiç bir yazımın içine "tabii okuyan varsa" minvalinde bir ifade yer almayacak. namusum, vatanım ve milletimin üzerine ant içerim! aslında şarap daha güzel içilirdi be şimdi! (yok yok, onun herhalde güvenirliği kalmazdı...)


not: fotoğrafta "dırdır eden bendeniz"i görüyorsunuz mukabilinde bir latife edecektim ki, fotoğrafı bulduğum blogdaki "dırdır eden eşinizle nasıl baş edersiniz"yazısı dikkatimi çekti ve okumaya başladım. başta, aa ne güzel makul öğütler veriyor, diye düşünüyordum ki, "ne de olsa, evde ikincil önemdeki yetişkin oluyor karınız" minvalinde bir cümleye geldim ve kaldım! ah ah, seksizminizi yiyeyim sizin... "o ikincil önemdeki yetişkin" sizi ne yapsın he mi! durun hele, daha yeni başladı dırdıra!

14 Ocak 2012 Cumartesi

bir olma hali ya da uykusuzluğumun sanrılarında gezinirken

sekiz gündür, önceleri sinuzit, şimdi ise bioritmimin bozulmasından dolayı uykusuzluk çekiyorum. insomnia boyutlarına varır mı bu gidişat bilmem, varırsa da yapacak bir şey yok. her insomnia hastası gibi bununla yaşamayı öğreniriz elbette. (burada bir güncelleme yapma ihtiyacı hissediyorum; sonunda akıl edıp sinüzitim için doktorun vermiş olduğu ilacın yan etkilerine bakma akıllılığını gösterebildim, meğerse müsebbibi şahsen kendileriymiş...!)

yatakta hareketsizce yattığım anlarda meditasyon yapmaya çalışırken, bedensizliği hayal ediyorum. düşünsenize, bedenin oluşturduğu bu ağır külfetten kurtulmuş, salt ruh haline geçmiş, saydam, ele avuca gelmez, hava olup çıkmışsınız!
ama bahsettiğim, ölüm değil. hoş, gerçi ölümü de böyle hayal etmiyor değilim, özü kapsayan ve mevcut olma halinin gercek manada kendini geliştirmesine engel olan ağırlıktan arınma olarak! ama bu fani bedeninin varlığına öylesine alıştırmış durumda ki insan oğlu kendini, onu yitirmeyi bir facia olarak algılamakta. ölümü ah ve vahlarla karşılamakta. ee tabii ne de olsa kendi ölümü değil! şimdi sen kendi ölümünü yaşadın mı ki, nereden biliyorsun? kabilinde gayet mantıklı bir soru gelebilir. neredeeee! geri dönüşü belki de mümkün olamayan bu tecrübeyi yaşama aşkıyla da intihar edemem, kusura bakmayın, ya yanıldıysam? bir de o tarafı var! ki mülümanların "allah"ı ya da hiristiyanların "tanrı"sı, ya da herhangi bir dinin tek ve/veya çok tanrısı varsa, zaten hapı yutmuş vaziyetteyim. "cehennem"lerinin müdavimi olacağım kesin. hatta beni, öbür günahkarları yaksın diye en dibe yerleştirecekler, demirbaş ayarında, bir daha hiç çıkmayayım, kor gibi yanmaya devam ederek.
ama konumuz olan bedensizliğe döneyim ben izninizle. ölüm ve facia demiştim. yok efendim öyle facia macia. tam tersi, facianın içinde onu hapis tutan bir zindan gibi beden. ee kurtulduk ne olacak? çok güzel şeyler olacak! misal, içimizde bizi biz yapan o özün, yani husserl'in kast ettiği öz kavramını, asla değişmeyen ve ontolojik anlamda bizi reel kılan özün ta kendisini idrak etmemizi sağlayacak bence. galiba ancak o zaman, plotinus'un bahsettiği "bir"e ait trilyonlarca parçadan biri olduğumuzun ayırdına varacağız. iste o "bir" az evvel var mı yok mu diye kanaat getiremediğim ama sizin de tahmin edeceğiniz üzere "tanrı", "allah" ya da "kozmik enerji", adını nasıl koymak isterseniz koyun o metafizik gücün ta kendisi bence. -hani az önce emin değildin, diyerek çıkışmayın hemen, durun hele, bir dinleyin anacım önce beni!-
ee güç bu denli büyük olunca kendisini yalnız hissetmiş olmalı ki, dur şuradan minik parçalara bölüneyim de bunları birbirine düşüreyim, bakalım benim onlar, onların da ben olduğumu ayırt edecekler mi kabilinde bir bölünme vashıl olmuş. diğer bir deyişle insan evladı işte o metafizik gücün bedenlere geçirilerek bölünmüş hali. yanlış anımsamıyorsam hem kur'an'da hem de incil'de, maalesef hangisi olduğunu anımsayamadığım ayetler de buna işaret ediyor olmalı, "yaratıcı"ın insanı kendi suretinde yarattığını söylerken.
sorun da tam bu noktada başlamakta kanaatimce, zira yoldan çıkışımızın bedenleşmemizle başladı! bedene hapis olmakla 'öz'ümüzün dayandığı noktayı unutmuş, cisim kazanmış benliğimizden ibaret olduğumuzu sanıp tüm var oluşu cisimler dünyasına indirgemişiz.
tabii bunlar plotinius'un değil, benim çatlak düşüncelerim! yalnız plotinus'un bu mevzuda söylediği bir şey daha var, o da, o 'bir'i merkezi bir kuvvet olarak tarif eder, ve ondan çok uzaklaşan 'ruh'ların kötü olarak tabir ettigimiz, hırsız, katil, ırz düşmanı [ya da devlet liderine] dönüştüğünü söyler. başka deyişle, yaratıcı gücü merkezde güneş olarak alırsak, bölünmüş minik hallerini de birer gezegen, hitler'i artık gezegen bile sayılmayan plüton, ya da dört uydusundan biri olarak görebiliriz. yok yahu, galiba hitler'i komple güneş sisteminin dışına iteklemek lazım.

eee peki, kurtulduk bedenden, "öz" olma halini deneyimledik, ne olacak diye sormayacaksınız umarım aziz okuyucum. bunun ötesi yok ki! "ben" olma hali ortada kalamayacağı için sonsuz özgürlüğe de ulaşmış olacağımızı düşünüyorum. "ermek", "nirvana" ya da "aydınlanmak" deyin, işte mutlak olma halidir bu. ama varmaktan ziyade, yol almayı seven, cevaptan (cevapların bir önemi yoktur, tek işlevleri yeni sorular doğurmasıdır demişti tez hocam, kulakları çınlasın) ziyade, doğru soru sormayı amaç edinmiş bendenizi ürkütmüyor değil bu durum. buyrun, başladığımız yere geri mi döndük? ouroborus'un o mutlakiyetini kırmak için "bir" olma halinden çıkmamış mıydık? (bu arada hemen nasıl da biz diyerek, kendimi de o "bir"in, bunun idrakına varmış üyesi haline getirdim!)
tevekkeli, havva cennetten kovdurmamıştı kendini!

13 Ocak 2012 Cuma

babalar ve kızları

bianet'te şu makaleyi okuyunca, mevzu aldı götürdü beni. selda tuncer'in yazısına bodoslama dalıp bir analize girişecek değilim, ana akım medyanın pervasız saptırmalarını umursamamaya çalışır oldum. boş yere sinir katsayımı yükselterek potansiyel enerjimi daha verimli olabilecek kanallara akıtatamamak üzüyordu zira.
bu ülkede o denli haksızlıklar olmakta, hele ki kadınlara karşı! basın ise hükümet sözcülüğünden öte bir işlev görmemekte...

yok, ben çok kişisel bir yerden gireceğim mevzuya.
yazıyı okurken, kendi babam geldi aklıma. blogu takip edenler bilir, beş yıl olacak neredeyse babamı cennet hurilerine kaptıralı. cennet hurisi lafın gelişi, babam pek kadın meraklısı değildi, tabii eğer kara tenli değillerse :) annemin, babamla seyrettiğimiz belgeselleri, salt o kara tenli, muhteşem vücutlu genç hanımları görme ihtimali için izlediğini söylemesi hala gülümsetir... eğer öyle ise, babamdan sadece belgesel seyretme zevkini almamışım diyebilirim.
mevzu elbette, babamla seyrettiğimiz belgeselllerin bıraktığı tadı anımsamak değil. babamın benim politik duruşuma olan tepkisi.
ne zaman tartışacak olsak, ya da eylemlere gittiğimi öğrense kızardı. ama onun o tatlı kızışı gözümün önünden gitmez, endişeyle karışık bir anlayamama haliydi. ama belli bir güven de okurdum bu kızışında.
kızı yanlış bir şey yapmıyordur duygusu sanırım onu meydanlara kadar peşimden gelmesine engel oldu. ama en çok eğlendiğim nokta, mevzuları tartışmaya başlayıp da, karşılık veremeyeceği ve sıkıştığı noktada, -son yıllarda fazlaca dalmış olduğu din olgusundan yola çıkarak mı bilmem- beni komünist olarak damgalamasıydı. "baba, bu çevre eylemi, ne alakası var komünizmle?" diyerek çok kızardım o yıllarda, bu kadar basit bir ayrımı nasıl göremez diye.
babam 1929 yılı doğumluydu. gençliği tam 50'li yıllara denk düşer, çok partili rejim, kore savaşı, ama özllikle sovyetler'in komünizm "tehdid"ine ve türkiye'nin batı'ya, dolayısıyla amerika'ya yakınlaşmasına denk düşer. dolayısıyla aykırı olan, ana akımın dışına çıkmış, karşı duruş göstersen her şey, onun o dönemlerden ezberlemiş olduğu ve aykrılığın sembolü haline getirdiği "kömünüzm" kavramıyla örtüşür. orta okul iki terkli babamın, din merakı başlamadan öncesi okuduğu kitapları düşündüğümde -ki bunların arasında bilumum rus yazarı olduğunu anımsarım, hatta gorki'nin mujik'i ve ana'sını babamın kütüphanesinde keşfetmişimdir- ne oranda bu okuduklarından etkilendi diye düşünürüm şimdi.
bunları ancak şimdi analiz edebilir oldum. keşke yaşadığı dönemde bunları soracak fırsatım olsaydı. hala merak ederim, o rus yazarların kitapları nasıl girmiştir babamın kütüphanesi'ne. ilk gençliğinde inşaatlerde yatıp kalkan ve ilk almanya "gastarbeiter"i olan bir insanın düşünsel boyutta dünyayı nasıl algıladığını, özellikle 50'li ve 60'lı yılları.
şimdi artık sadece varsayımda bulunabiliyorum. ve yaşasaydı, eminim bunları daha farklı bir ışığın altında konuşabiliyor olacaktık şimdi. benden tam kırk yaş büyük olan babamın, her ne kadar içgüdüsel olarak doğruyu yaptığı kızına güvense de, fikir boyutunda yargılamadan konuşabileceiğini, ya da fikileriinin bütünüyle değil de, tüm çıplaklığıyla, karakteri ve var oluşuyla insan olarak gördüğünü -ve elbette bu durum karşılıklıydı- ancak hastanede ona sahip çıkıp da, artık ebeveyn olma sırasının bende olduğunu gösterdiğimde tam anlamıyla hissetirmişti.
artık onun gözünde, doğru yol gösterilmesi gereken çocuğu değil, onunla eşit bir yetişkin olduğumu görmüştü. ve gördüğü sonuç onu memnun etmişti.
işt bu bu dönüm noktasından sonra geçirdiğimiz dört beş yılı daha verimli kullanıp, daha iyi sorularla babamı o anlamda da tanımayı nasıl da isterdim. kavgalarımıza sebep olan fikir ayrılıklarına girmeden, yani sadece insan olarak babamı. aileyi bir arada tutan o sabrı gösteren, duygularını saklayan ve hala kahramanım olan babamın btün olarak özünü. aile için en yakın insanlar olup çıkmıştık, ama yine de işte o son nokta, o öz, sanki eksik kaldı.
ya da belki, bu kadar sevdiğiniz bir insanı yitirdiğinizde, hep bir şeyler eksik kalmakta, ve ben sadece ulaşılmaz bir ereğe özlem duymaktayım. mümkün...

yine de siz siz olun, babanız henüz huri kızı kovalamaya başlamadan onunla daha çok yakınlaşın, ya da hangi ebeveyn ağır basıyorsa, onunla.
birden fazla üretimleri maalesef yapılmamış...

babama not: şşşt bumpacığım, duyuyorsan bil ki, hala komünistim!

7 Ocak 2012 Cumartesi

itchi the killer, audtion ya da miike'nin dehşetengiz hayal dünyasında dolaşmaca

filmi seyreden var mıdır okuyucularımdan bilmem, ama kült filmlere ilgileri varsa peşinen tavsiye ederim.
muhtemelen film takashi miike ustanın en tartışma yaratan filmi olmalı.
yalan yok, tembellik ettiğimden film üzerine bir eleştiri okumuş değilim, ama bu yazıdan sonra söz, okuyacağım! hem belki de okumamak en iyisi, bakalım kendimce ne kadar algılayabilmemizi filmi!?
filmi bilmeyenlere konusunu anlatacak olsam, öyle tam da anlaşılır bir konusu ki, ne anlatayım? yakuza mafya örgütlerinden birinin önde gelen isimlerinden kakihara adındaki sadist ve mazohist bir kişiliğin kaçırılan patronunu ararken önüne gelene yaptığı işkenceleri anlatıyor desem, galiba çok yanlış olmaz.
filme adını veren itchi de işte bu kaçırılan patronu öldürmüş zat-ı muhteremdir. "muhterem" lafın gelişi tabii. aslında kim olduğunu pek bilen yoktur bu nam salmış katilin, yakuza içinde tanınmıyor, ve herkes neyin nesi bu diye soruyor. oysa biz seyircilere çoktan tanıtılmıştır kendisi. aslında sünepe, saf, boyna zırlayan, ama tam da ağlarken, -belki de tam bu zayıflığından aldığı güçle- birden bire insanları dilimleyerek ortalığı kan revan içinde bırakan enteresan bir psikopatır bu cici oğlan bakışlı karakterimiz.
aslında filmde ortalıkta dolanan tüm karakterler enteresan. belki de filmi, tonlarca akan kana ve kopan, kesilen ezilen uzuvlara rağmen bu denli seyredilir kılan nedenlerden biri bu dengesiz ve şaşırtıcı karakterler. gerçi akan kanların grotesk vaziyeti, kill bill'de tarantino'nun kopya çekmiş olduğu şüphesini uyandırmıyor değil. ama kill bill'den iğrendiyseniz, itchi the killer'in yakından dahi geçmeyin, bırakın seyretmeyi filmi. zira kill bill'in asla ulaşamayacağı bir şiddet düzeyi içeriyor miike'nin şah eseri.
özellikle kakihara'nın kendi dilini kesip ağzını her iki yandan yarıp çengelli iğnelerle tutturması gördüğüm baş yapıt şiddet sanelerinden sadece ikisi. çengelli iğnelerle tutturması da janjanlı gömlekleriyle göz alan bu karakterin süs merakından değil. ihtiyaç halinde daha büyük uzuvları ağzına alıp dişleriyle koparabilmesi için ağzını kocaman yapmasını sağlayan birer tutacak görevi de görmektedir.
yine de bu kadar şiddette rağmen, rağmen değil, tam da bu yüzden filme kendinizi kaptıramıyorsunuz. miike'nin bunu kasten amaçladığını düşünüyorum. seyiriciyi sürekli olayın gerçek dışılığına dikkatini çekerek daha dışarıdan, yani eleştirel bakabilmesini sağlamaya çalıştığı izlenimi uyandırıyor bende. belki de filmin olay örgüsünü bu kadar karmaşık tutmasında, dolayısıyla filmin konusunun anlaşılmasını zorlaştırmadaki nedeni de budur. her şey kurgudan ibarettir, ama öylesine abartılmış derecededir ki şiddet sahnesileri sizi ürkütmekten ziyade, "yok artık" dedirtecek şekilde kahkahalarla gülmeye teşvik etmektedir. ama tam da bu kara mizahın hedefi düşünmeye şevketmeye çalışmaktan başka nedir?

miike'nin ilk seyrettiğim filmi olan ve belki de en tanınmışı olan "audition"deki zerafetten bu filmde hiç bir iz yok. miike'nin sıradışılığından etkilendiğim en müthiş filmi, hala ilk on filmim arasında da tepelerde yer alan filmdir bu. filmin konusuna gelince, orta yaşların başında olan dul aoyama adındaki bir çocuk babası evlenmek ister. film işiyle meşgul olan bir arkadaşı, olmayan bir filmin baş rol oyunculuğu için yarışma düzenler. amaç, aoyama'nın kendisine rahatça bir eş seçebilmesi için bir tezgahtır. hoşuna giden ve yakınlık kurmakta gecikmediği 24 yaşındaki asami ise hiç de göründüğü gibi masum değildir...
aslında filmin en can alıcı sahnesini seyredebilmek için son on beş dakikasına gitmek gerekiyor. şahsen benim gördüğüm en zarif işkence sahnelerinden biridir! japonların o kendine has zerafet ve taavazu dolu çay seremonisini bir işkence sahnesine uyaralabilirseniz, demek istediğimi anlarsınız. işte tam da bu incelikle ve hatta sevecenlikle işkence adiyor asami kurbanına. hani neredeyse aoyama'ya kızmaya başlıyorsunuz, böylesine sevecenlikle yapılan bir işkenceden kaçmaya çalışılır mı diye...

miike batı sinemasının asla göremeyeceği sıradışılıkta bir yöentmen şüphesiz. sadece filmelerinin sınırları zorlamakla kalmayıp çoktan aşmış film içerikleri nedeniyle değil, yirmi küsür yıla 90'a yakın film sığdırmasına rağmen kalitesinden hiç ödün vermemiş olmasıyla da. başta da dediğim gibi uzak doğu, manga kültürüne ve bol kanlı filmlere ilginiz varsa, bu ikisi mutlaka arşivinizde bulunmalı!

6 Ocak 2012 Cuma

yazmış olmak için yazmış olmak...

yazacam, tutmayın beni!!!!!!!
diyerek ileri atıldı kalem tutan el -pardon, klayve üzerinde gezinen parmaklar demeliydim bu bağlamda-
haftalarıdr içimde bir yazma isteği, sebep arıyor, tam bulmuşken, yazamayacak bir durumda oluyorum, zaman bulunca da o mevzuyu yazma hevesim kaçıyor. dır dır dır.
işte sebepsiz yazıyorum. yolu düşüp de, kazara okuyan olursa, yolunu değiştirsin hemen, bu yazının hiç bir ehemmiyeti yok zira yazın dünyasında. filhakika bu blogtaki hangi yazının bir yazın değeri var ki?
yok efendim, zerre kadar yok. geçiniz, başka bloga geçiniz vaktiniz varken.
hala geçmediniz mi?
kaşındınız!
kaşırız! hatta şu kendi kendinize kaşıma lezzetine kavuşturan pençe biçimli tahtalardan hediye ediyorum, maksat kaşıntıyı geçirmek değil mi? her yere uzanamayacağım malumunuzdur.
sahi niye yazdım ben bu sabah? onca işim gücüm dururken...
ha evet, nedeni yoktu, amaç klavyem paslanmasın! ipe sapa gelmez bir yazı bu! ne derinliği var, ne de bir konusu.
bir konunun olmayışı da aslında bir konu en nihayetinde diyerek kendimi değilleme girişiminde bulunayım.
hala sıkılmadan okumaya devam mı ediyorsunuz?
allalaaaaa, ne sıkılmaz okuyucuymuşsunuz anam siz de! ne ettiysek kaçırtamadık!
hala doğru düzgün bir kelam bekliyorsunuz benden, hissediyorum niyetinizi, ama nafile! yok benden bugün hayır gelmez!