7 Ağustos 2014 Perşembe

olduğun, olmak istediğin

kendimi bilmeye başlamak benim için gerçek manada hayatın başlangıcı oldu. hayatın anlamı buydu işte: var oluşumuzu sorgulamak! niye varız? durduk yerde niye böyle bir yaşamı var ettik? kendi suretimizde neden yansıma ihtiyacı duyduk? cennette tatlı tatlı ekmek elden, su gölden yaşarken, zorumuz neydi de böylesi korkunç bir bilinç durumuna attık kendimizi? 
nihayet felsefeye daldığım yirmili yaşlarım aydınlanma dönemimdi. cevabın felsefede olduğunu, en azından doğru soruları sormayı öğrendiğimi düşünüyordum. ve anlamıyordum; var olan herhangi bir birey, bir bilince sahipse, nasıl olur da var oluşunu sorgulamaz, ot gibi yaşar ve ölür? ne de olsa hayvanlardan farkımız vardı. biz düşünebiliyorduk, sorgulayabiliyorduk!  o halde böylesi bir nimeti niye sonuna kadar kullanmıyordu insan denen varlık? kim olduğunu, neden var olduğunu nasıl bilmek istemez var olduğunun farkında olan bir canlı?
onun yerine, yok efendim, en son model araba, yazlık kışlık, cici bici kıyafetlere, yemelere içmelere odaklanıyor, dahası kendi yarattığımız bu görüngeler uğruna birbirimizi hırpalıyor, öldürüyor, ülkelerarası birbirimizin tepesine biniyorduk, biniyoruz hababam!
kolay olanı görüngelere bağlanmak! matrix'i düşünün! 
oysa kendini bilme süreci kişinin sadece canına değil, aklına da okuyan zorlu bir mevzu. her babayiğidin harcı değil. yoks ortalık sokrateslerden, aristolardan, hegellerden, einsteinlardan, teslalardan, mevlanalardan geçilmez olurdu. 
ohoooo, hoca, sen bilimi, felsefeyi, spitüalizmi bir güzel birbirine kattın, ne yapıyorsun yahu, diye serzenişde bulunabilirsiniz. hakkınız elbette. ama zaten sorun da burada. birbirine katmıyoruz bunları, harman etmiyoruz, dolayısıyla körler elledikleri fili, sadece elledikleri kadarından ibaret sanıyorlar. bize de hortum, kulak, bacak diye anlatıyor, resmin bütününü görmekten aciz, ölüp gidiyor. 
haaa, harmanladık. bitti mi? elbette değil! 
bu kadar basit değil ne yazık ki kendimizi bilme sürecimiz. 
hatta kendini bilme dürtüsü diyesim var. dürtü demek kavramsal manada elbette ki yanlış, ne de olsa dürtünün bilinçle hiç bir alakası yoktur. ama işte anlayın, kendini bilme ihtiyacım o kadar benliğimde yer etmiş ki, benim için nefes alma ihtiyacı kadar doğal ve en temel dürtü. yaşama anlamını yitirirdim eğer bilme sınırsızlığını, kendini arama olanağını tanımamış olsaydım. ot olmayı dilerdim o zaman insan olmak yerine.  
ama asıl öğrenilmesi gerekenin ot olmayı becermek olduğunu fark ediyorum şimdi. teslimiyet, kabulleniş zurnanın caaaaaarrrrrt dediği yerdir bir felsefeci için! oysa gerçek manada kendini görmek, gözündeki perdenin niyahet aralanması, dahası kalkması buradan geçiyor. sorgulamadan yaşamı kabul etmek; ne acıya iki rakı parlatmak, ne de sevince şıkıdım şıkıdım oynayarak kendini kaptırmak! her şeye, ölene, doğana, gelene gidene hay hay demek! ama nasıl zor bir iş bu! ve nasıl da kolay...

felsefenin, aklın, mantığın cevabı külliyen esirgediği bir yerdeyim. biliyorum ki, bundan sonra yol ancak aşkla gidilebilir olduğunu keşfettim. keşfettim de, oyyyyy anam, pişmiş tavuğun başına gelenler solda sıfırmış. zira kalbimi açtım açalı, balım beladan kurtulmaz oldu. 
ama hatamı anladım: kalbini açınca, mantığını devre dışı da bırakman gerekmiyor. hem kalp hem akıl, birlikte yol almalı ki, denge bozulmasın. ama kalp mevzusunda çok yeniyim. çömezlik ne feci! salt kalp, ya da salt akıl, bilinci çok rahat deliliğin sınırları ötesine götürebiliyor. 
ama işte o dengeyi yakalamayı da öğrenilmesi gerek. 

eh başladık gayrı, dönüş yok. bakalım daha ne tür haller gelecek başıma. ama bu haller gelmese, öğrenemezdim. yedi kat derimi yüzsünler ki, ben de bedensiz yüzeyim bilincin okyanusunda. 
evet dengede, minik minik adımlarla, ip üzerinde gidercesine ne hüzne kendini kaptırmalı, ne de sevince. hepsine eyvallah demeli. 
dervişin kalbi buz kesmeli. ve her gün yeniden ölüp dirilmeli. yedi cehennemden geçip, cenneti red etmeli. 

olacak...
olacağım!