18 Kasım 2015 Çarşamba

bonbon, hadi gel artık be cananım!

önceki yazımda değinmiştim ya, bonbon ah bonbon diye. 
evet maalesef, yeni eve taşınalı bonbon'la bir türlü karşılamaz olduk. halbuki, evi de, daha taşınmadan, iki kez gösterdim, bahçeme bile işedi hayta. hani evi bulamadı tekrar, biraz uzak kalıyor eski evime, onu anlıyorum. ama yollarda, parklarda niye karşılaşmaz olduk, orası muamma. 
anlayacağınız, tam manasıyla bir aşk filmine dönüştü bizim hadise: hani iki kişi bir yerde tanışırlar ve inceden tutulurlar birbirlerine, ama ilk anın şaşkınlığı, ya da film bu ya, ne telefon numarasına ne de nerede yaşadığına dair bir bilgiye sahiptirler. sonra film boyunca karşılaşamayışlarını izleriz. boyna birinin az evvel geçtiği mekandan, diğeri bir kaç saniye ya da dakika farkla kaçırır. 
mesela biri sokaktan geçer, öbürü aynı yolun diğer ucunda karşı kaldırımdan yürür, yolun tam ortalarında görebilecekken birbirlerini, caddeden koca bir kamyon geçer, aralarına girer de görmezler. yeniden karşılaşmaları kaderin merhametine kalmıştır artık. 
bizimki de aynen o durum. parklarda arıyorum adamı, 5 dakika önce buradaydı diyorlar. bonbon'un asıl babası, "bu gece bize geldi yine" diye nispet eden mesajlar atıyor. sonra başka bir köpüş sahibine rastlıyorum. aaaa bir aydır bizden çıkmıyor diye anlatıyor. içleniyorum. 
nasıl da burnumda tütüyor kerata. hele şu son bir kaç haftadır iyice yer etmişti aklıma, dilimden düşmez olmuştu. 

nihayet duydu mu beni ne, altıncı hissini "pause" modundan tekrar işler hale mi koydu şu haylaz oğlan (eskiden hissederdi bu hayta beni!)?!
dün sabah yine bakına bakına vapura yürürken bir havlama sesiyle yüreğim hop etti.  kimse çıkmadı karşıma. yanlış alarm diyerek ah çektim içimden. 
derken metro parkının orta yerinde, iki genç kadının oturduğu park bankının yanında bir köpüş. gözlerim de uzağı görmez, ama yüreğim bu kez deli gibi hop etti. az önceki hop ediş de buna bir önhazırlık mıydı yoksa?

"bonbon!?" 
beriki fırladı ayağa, o da şaşkın, emin değil. 
"bonbon, unuttun mu beni?!" 
bir koşturuyorum ona doğru. zırıl zırıl ağlamaya başlıyorum. sarılıyorum koca oğlana, yuvarlanıyoruz yerlerde basbayağı. doyamıyorum, öpüyorum tozuna kirine aldırış etmeden suratını, gıdısını. göz yaşlarım tozuna karışıyor. 
kimbilir nasıl bir görüntümüz var! bankta oturan kadınları fark ediyorum, gülüşerek bakıyorlar bana. açıklama ihtiyacı hissediyorum her nedense, hani kim bu deli demesinler diye. (deli olduğumu cümle alem biliyor gerçi ya...) 
tekrar hayta aşkıma dönüyorum, bir posta daha sarmaş dolaş oluyoruz. oturuyorum başka banka, o da kafasını gömüyor kucağıma. 
tüyler uzamış, güzelleşmiş. bir posta daha zırlıyorum.  
öyle bir özlemişim ki beş dakika mı sürüyor kavuşma anımız bir ömür mü ayırt edemiyorum. 
sonra yeryüzüne dönüş yapıyorum. okula gitmem lazım. içim burkuluyor. 
bir sonraki vapurla gidip, derse geç mi girsem minvalinde düşünceler bile aklımdan geçiyor. 

bir müddet daha sarmaş dolaş kalıyoruz öylece. yüreğim cız ederek kalkıyorum. bir an gelecek oluyor peşimden, sonra tekrar oturuyor. akıllı çocuk, az yolcu etmedi beni vapura. biraz bozuluyor sanki gidiyorum diye, bakakalıyor ardımdan. burnumu çeke çeke gidiyorum iskeleye. 

kimbilir artık, tekrar kavuşmak ne zamana kısmet...

12 Kasım 2015 Perşembe

yeni evim, yeni semtim

neredeyse iki ay oldu taşınalı. sekiz yıl oturduğum evden, evsahibimin evi satma kararıyla taşındım. iyi de oldu. son bir kaç yıldır istememe rağmen, saplanıp kalmıştım oraya. ev sahibim zorlamasaydı da sanmıyorum taşınacağımı. 
halbuki karabasanla dolu bir apartmandı orası. düzenli okuyucum bilir, annesini, babasını dövüp, intihara sürükleyeni mi ararsınız, gelene geçene, kızdı mı apartman ahalisine, ve en yakınında oturan komşusu olan bendenize küfredenini mi, alt katında kimse yaşamıyormuşçaşına pis sularını pencereme akıtanı mı.... saymakla bitmez. semt desen, onun da eski tadı kalmamıştı. kapının önünde her gün ve gece içip içip gürültü yapan ve çöpünü olduğu gibi bırakan, o da yetmezmiş gibi, evin duvarına işeyen gençler, kavga edenler vızır vızır... 

üstelik, mahallede bakkal kapanıyor, yerine kafe, bar ya da şık butik açılıyor, nalbur, fırın, tuhafiyeci kapanıyor, yerine kafe, bar ve butik geliyor. mahalle sakinine hitap etmekten ziyade, günü birlik ziyaretçiye yönelik hizmet veren işletmeler ağır basar olmuştu. mahalle kültürü yok denecek eşikte. 

çok uzağa taşınmadım, mahallenin bir ucundan, direkt diğer ucuna. üstelik yeni evim bir hayli işlek bir yol üstünde. buna rağmen, daha sakin. bakkalın, nalburun, kasabın hemen köşe başında olduğu, esnafla hemencecik hergün selamlaşır olduğum bir semt. 
apartmanların nispeten daha çok bahçe içinde olduğu, kentsel dönüşümden nasibini bodoslama almış olmasına rağmen, hala o eski apartmanların çoğunlukta olduğu bir yer. kısacası, oğluşlarımla sokak aralarında dolaşırken içimin huzurla eridiği bir semt burası. 

komşularım hiç eski evdeki gibi değil. 
tamam, şimdi doğruya doğru, eski evde de köpüşlerime hiç kimse laf etmemişti onca zaman. 
ama bir defa sabaha karşı kapının önünde sevgilisi ile bağıra çağıra konuşan adama, "eviniz yok mu sizin, izin verseniz de uyusak" minvalinde çemkirmiş, bu ise vay sen misin çemkiren, "kedi ya da köpek olsam, laf etmezsin değil mi, pis modalı! onlara mama ve su verirsin!" diye bağırmış; sonra da mart kedisi gibi miyavlamıştı. evet ya, gecenin üçünde adamın kafası nasıl olmalı ki, ciyak ciyak miyavlamıştı. 
tabii böyle bir tepkiyle uyku sersemliğini üzerimden atmış olduğumdan adama daha dikkatli bakınca bu zat-ı şahanenin en üst katta oturan ve komple apartmanın su basmasına sebep olan komşu olduğunu görmüştüm. 
kapıya gece ortası polis dayandırtan tuhaf kadınların gelmesine sebep olur ve bildiğim kadarıyla oturduğu dairenin sahibi dahil olmak üzere herkesin kendisinden şikayetçi olduğu bir komşuydu bu. 

ve doğruya doğru, benim çocuklara laf eden olmamıştı. ama bonbon'un apartmana geliyor olması eski ve yeni yöneticinin söylenmesine yol açmıştı. tabii bonbon mevzusunda haklı olabilirler, kaldırımda gelen geçen motorsikletliler yüzünden terör estirtebiliyordu ne de olsa. 

oysa şimdiki komşularım bambaşka. mesela ilk taşındığım gün, karşı komşum yemek ikram etti. 
daha önce bu dairede oturan ev sahibimin beş köpeği, bilumum kedisi varmış, tüm apartman ahalisi alışkın hayvanata. kaldı ki karşı komşumla üst katta birilerinin de kedisi var. hatta en üst katta bir komşum ünlü bir köpek eğitmeninin annesi. 
geçen gün apartman kapısında karşılaştığım bir komşum gülerek, "apartman değil zaten, "jurassic park burası!" demişti.  

bonbon burayı keşfettiğinde ne olur, işte onu bilmiyorum. yeni evsahibime danıştığımda burada yaşayan küçük çocukların belki korkabileceğini söylemişti. 
göreceğiz. henüz bonbon, ki taşınmadan iki kez göstermiştim evi, çözemedi nerede oturduğumu. onu ayrıca anlatacağım. 

geçen gün farkettim, karşı apartmanlarda köpekli aileler var, hatta bizim apartmanın sırasında köpeği, kedisi olmayan apartman yok gibi. 
daha ne olsun! cennete düştüm sanki. 

haaa cennetin bir yılanı da yok mu.  yani hiç mi kötü yanı yok mu? olmaz olur mu, bir nazarlık ille de olacak: kurbağalıdere! ve sevgili i.b.b.'nin sonsuzluğa uzanmış gibi görünen ıslah çalışmaları yüzünden derenin sağlığı tehdit edecek boyuttaki kirliliği, kokması, parkın bakımsızlığı... ve tabii bu çalışmaların yapıldığı yer nedeniyle trafiğin sokak aralarına verilmesi yüzünden, bazı ara sokaklarının yürünmez oluşu. 
tabii marketlerin ve çarşının uzak oluşu eksi hanesine yazılabilecek başka bir unsur. tek bir market var yakında, onda da çeşit çok az. 

ama güneşli günlerde bahçemde oturup kahvemi yudumladığımda bu olumsuzluklar aklımın ucundan bile geçmiyor. 
evet ya, yeni evimin en güzel yanı otuzbeş metre karelik minik bahçem! maalesef güneşi az alıyor -sanırım yazın buna şükredeceğim- bir hayli de bakımsız kalmıştı. ama erkek arkadaşımın üstün gayretleri ile çimlendirdik. çimlerimiz henüz pek cılız. ama ben umutluyum, yazın yemyeşil olacak. soğanlı bitkilerimi, yani üzüm sümbüllerimi ve frezyalarımı ektim, frezyalarım dün sabah topraktan burnunu çıkarmış bile. sırada lalelerim var. onları da bir an evvel ekmem lazım. 

tabii bir de taşınırken en çok bu bahçenin oğluşlarıma yarayacağını düşünmüştüm. hatta ilk hafta yürüyüşlerimizi sevinerek günde bire düşürmüştüm. ne de olsa bahçe var. sonra farkettim ki ikisi de ne çiş yapıyor, ne kaka. mecbur yine başladım sabah akşam çıkmaya.  
bir ay içinde rico alışmaya başladı nihayet, önce çiş, derken sıkışınca kakasını da yapar oldu. ama şu benno adındaki dünya tatlısı melek görünümündeki inatçı keçi var ya, nuh diyor, peygamber demiyor! bahçe onun için evin bir parçası sanki. neler yaptım kandırmak için. dışarıda çişini kakasını mı toplayıp saçmadım bahçeye, kendini rahat hissetsin diye uzun uzun oyunlar mı oynamadım, yok nafile. bahçe, kazara adım atan gariban kediciklerin kovalanması gereken vatan toprağı! burası kutsal, çiş kaka yapılmaz! 
işin uzmanı arkadaşlar, 24 saat kalsın, bak nasıl yapıyor sıkışınca diyor. diyor da, benim yüreğim el vermiyor onu bahçeye kapatmaya. belki yaz geldiğinde, ben de onunla 24 saat bahçede geçirebileceksem, denerim onu. ama bensiz, yok, cık valla, ağlar benim huysuz bebişim.  

kısaca -neyse ki bu kısa versiyonu idi, siz uzun halini düşünün, beş ciltlik bir yazı olurdu sanırım- yeni evimi ve olduğu yeri seviyorum. rıhtıma iki katı sürede yürümem de gerekse, yol gözümde büyümüyor. eskisi kadar "hip" bir yerde yaşamıyor da olsam, sakinliğine hiç bir "cool"luğu değişmem. 

taşınacığımı ilk söylediğimde "ben asla oralarda yaşayamam, sokağımı, mahallemi çok seviyorum" diye çemkirenlere inat: iyi ki taşınmışım!