19 Şubat 2014 Çarşamba

duvar

uzun zamandır yazmıyorum, hayat bir hayli yoğun gidiyor, ya da belki de son zamanlarda söyleyeceklerim kalmadı bu yaşama dair.  aklıma gelen bir sürü konuyu es geçtim. mesela yeni çocuğu anlatmadım henüz. eh ben merak uyandırayım da, elbette anlatırım bu yeni çocuğu. dört ayaklı dünya tatlısı bir şey olduğunu söylemekle yetineyim şimdilik. 
onca zaman sonra ise bloğuma sarılıp bir şeyler söylemeye değer bulduğum mevzu ola ola bir film hakkında oldu.  
eh, film eleştirisi yapmayalı da zaten bir hayli vakit olmuş. buyrun size eleştiri:
bu bahse değer bulduğum filmin orijinal adı "die wand", yani "duvar"
filmin özetini okuduğumda tam bir fantastik öykü bekliyordum. "bir kadın sabah uyanır ve nereden geldiği belli olmayan bir duvarın önünde bir kedi, bir köpek ve de bir inekle kendini bulur." diye yazıyordu film kapağında. 
bir tv dizisi var, amerika'da küçük bir kasaba kendini birden bire bir cam kubbe içinde buluveriyor, öyküsü tamamen amerikalılara özgü o söylem içinde, olup biteni anlatıyor ve elbette olayı bilim kurgusal bir düzlemde ele alıyor. yani başka bir deyişle: safi aksiyon dolu bir dizi. eee tabii bu filmin oluşturduğu önyargı ile oturdum koltuğa, bastım dvd göstericinin düğmesine. ama öylesine durağan bir anlatımı var ki filmin, zaman zaman bağlantıyı yitirdim, elimdeki örgüye daldım -ahahaha, bakın o da ayrı bir mevzu- hatta erkek arkadaşım ortasında uyuya kaldı. 
konusuna gelince: bir kadın haftasonunu geçirmek üzere arkadaşlarının avcı kulübesine gider. arkadaşları köye inerler, o ise kulübede kalır. gece geç saat olur, arkadaşları dönmemiştir. geride kalan kadın arkadaşlarının köyde kaldıklarını düşünür, ama ertesi sabah da gelmediklerinde köye yürümeye karar verir. yarı yolu arşınladığında bir de ne görsün, daha doğru görmez, bodoslama cam bir duvara çarpar! haydaaaa, bu da ne derken, elini uzatır ve görünmeyen bir duvara dokunur. anlayacağınız, yolu saydam bir duvar kapamışıtır. bu gizemli duvar neyin nesimiz, nerden gelmiştir, arkadaşları nerededir diye seyirci düşüne dursun, hatta, dur hele, olaylar bundan sonra başlayacak diye beklentiye girin. çok beklersiniz! bırakn bütün bu soruların cevabını biraz olsun vermek şöyle dursun, neredeyse filmin sonuna kadar hiç bir vukuat olmaz. 
aklınız almadı değil mi? nasıl olur da bir şey olmaz böyle bir durumda diye düşünüyor izleyici. acele etmeyin, oraya geleceğim. 
bir şey olmadığı gibi, üstüne tuz biber tadında, seyrederken bunaltan durağan, ve aynı zaman da olabildiğince, abartıya kaçılmış şiirsel anlatımı var filmin. yeter artık, kapana kısaltmış bir insan bu kadar şairane duygulara kapılabilir mi, çaresizlikten lanetler yağdırması gerekirken, kalkmış hanım ablamız, "güneşli mayıs ayında rüzgar tatlı tatlı saçlarımı savururken, güneş ensemi öpüyordu" minvalinde satırlar döktürür, kulübede bulabildiği kağıtlara. başta, yok artık, kitşin sınırı yok diye söylenirken, üzerine düşündükçe daha da hoşuma gider oldu o durağan anlatım. evet başta sıkılmıştım, çünkü feci şekilde bu cam duvarın nasıl geldiği sırrının peydahlanmasına odaklanmıştım. hele ki kadının duvarı aşma çabalarını bu denli isteksiz ele alması, ki duvarın bir kubbe olmadığı, yani yağmurun yağması, gökyüzünde kuşların uçuyor olması bir gösterge iken, kadının duvarın yüksekliğini araştırmıyor olması -tabii, onun durumunda ben olsam, yapacağım çabalar olurdu bunlar- beni çileden çıkarmıştı. 
tam da bu noktada bir şeyin ayırdına vardım: kadının yerinde ben olsam! evet, kadının yerine kendimi koyabiliyordum, zira film, yemyeşil çam ağaçlarının, alabildiğine yeşil vadilere bakan dağlık bir bölgede, bir gecede oluşan cam bir duvarın olağandışılığı haricinde, olağandışı hiç bir şey anlatmıyordu. kadın film boyunca böylesi bir doğada olabilecek gayet doğal medeniyet ötesi koşullarda yaşamaya zorunluydu. evet evet, anladın sevgili okurum, özetle diyebiliriz ki, bu modern bir crusoe hikayesi. ama her nedense, çocukluğum hariç, hiç bir zaman kendimi robinson emice yerine koyamamışımdır. halbuki gazetelerde az mı rastlarız, yok sandalla bilmem kaç gün denizlerde kayıp geçirdikten sonra kurtulan kişilerin öykülerini. ama öylesi büyük bir gemiye kaç kişi biner de, başına bir de gemi kazası gelir de, sağ olarak sandala kapak atar ya daf işsiz bir adaya düşer... ohoooo ölme eşeğim ölme!
işte filmin başarısı da buradan kaynaklanıyor: bilindik bir öykünün sadece modern zamana taşınmış olmasından değil; arabanızla atlayıp gittiğiniz bolu, ya da izmit dolaylarında bir vadide başınıza gelebilir bu durum. hatta kırlarda bayırlarda gezerkenile, tak diye cam duvara toslamanız mümkün dedirtiyor bu film. ilahi cam duvar, nerede peydahlanacağı belli mi olur?
bundan sonra kadının hayatta kalma çabalarını izleriz. arkadaşlarının köpeği de kadınla kalmıştır. öncesinde köpekle hiç bir ilişkisi olmayan kadın, zamanla en iyi arkadaşı olarak görmeye başlayacaktırbu huysuz dört ayaklıyı.kedi sayısı ikiye çıkacak, hatta inek doğuracak... aaa çok anlattım, zaten fazla aksiyon yok filmde, tüm vukuatları bir bir saymayayım, geri kalan sürpriz olsun. 

tekrar etmek gerekirse, son zamanlarda seyrederken sıkıldıysam da, sonrasında üzerine düşündükçe keyif aldığım nadir filmlerden duvar. muhakkak seyredilmeli.