17 Şubat 2010 Çarşamba

kentin sesleri

her açıdan feci muzdaribim bu kennten:
aceleci bencil kaba saba insanı kendini her yerde gösteriyor. her yere giderken feci bir acelesi vardır, ama bu acelesine rağmen de toplu ulaşım araçlarında gürültüsüyle varlığını hissettirir. sanki koca vapur / otobüs / tren vs bir tek kendisi ve sohbet arkadaşına tahsis edilmiştir, bağıra bağıra anlatır, tüm yolcularla birlikte siz de bu sohbete kulak misafiri olmak zorunda kalırsınız. cep telefonuyla konuşanlar daha da kötü durumdadır, onlar volumlerini iyice arttırırlar ki, telefonun diğer ucundaki pastneri aman ha tek kelimiyle kaçırmasın, onunla birlikte tabii siz de!

peki nereden geliyor bu, "bir tek ben yolculuk ediyorum, kimse beni duymuyor, istediğim kadar yüksek seste muhabbettimi sürdürebilirim" mantığı? acaba insanımızın hala gerçek manada kentli olmayışından mıdır bu? köydeki gibi saldım bayıra, mevlam kayıra, bütün dağlar çayırlar bizim duygusu mu hakim? yolda yürürken o çarpmaların temelinde de bu yatmıyor mu?

hani insanın direkt muhabbete dahil olası geliyor, özellikle telefonda özel meselelerini öyle bağıra çağıra anlatanlar var ya, şeytan dürtüyor, belirt fikrini diyorum, sana ne demeye bile yüzü varamaz!

12 Şubat 2010 Cuma

solitarily

yalnız yaşamanın son aylarındayım, keyiflerini çıkartıyorum. yok bu giriş polyanaca oldu, başka bir giriş deneyeyim.
evde kediden başka bekleyen yok, niye döneyim dediğim akşamlardan biri. - hah bu oldu!- son bir aydır da bir gün bile ara vermeden tezimle yatmış, tezimle kalkmış, üstelik bugün tez hocamla buluşmamdan da mini mini tez bebeleriyle (meali: övgülerle) dönmüşüm, hadi çal felekten bir akşam, teze de yarın devam edersin dedim kendime ve telepatik olarak evde bekleyen kedime de tabii. ooo öyle izinsiz gitmem bir yere, haspam 14 buçuğu devirdi, insan yaşıyla ninem sayılır, hörmetler!

ama ne yapmalı? evde oturmak istemiyorum, ev ortamını göresim yok, zaten bir aydır dört duvarın ve bilgisayar ekranımın rengini ezbere tersten sayabilecek durumdayım.

bir kaç arkadaşımı aradım, ama ben gibi tez özürlüsü yok ki aralarında, herkes progamını vakitlice yapmış, bir yerlerde eğleniyor. herkes dediğim, aslında bir kaç kişiyi aradım ancak, şimdi tüm arkadaş listemi önüme koyup da aramış gibi konuşmayayım.
eee eve de dönmek istemiyorum kös kös!? ne yapayım?
ben de ne yaptım, şimdiye değin hiç yalnız gitmediğim, ama dostlarla bir aradayken anadolu yakasında dışarıda bulunduğumda genellikle gittiğim bara kapağı attım. oturur oturmaz da (ohh 3g sağolsun) blog yazmaya başladım.
ne yapıyorum peki kardeşim ben burada? SOSYALLEŞİYORUM! :))

terörist minibüsçüler

şu koca kentin iğrenç yönlerinden biri de bu!
canavar mavi minibüsler tarafından az kala çiğnenme tehlikesi atlatmayan var mı? son olay çok şaşırtıcı değil, evet çok acı, on altı yaşındaki öğrencinin ölümü, ama ülkemizdeki genel kuıral da bu, ille de bir ölüm olması gerekiyor, birilerinin feci halde canı yanması gerekiyor ki ilgi o alana yönelsin ve belki bu sayede az da olsa bir şeyler yapılsın. çoğu zaman bu da yetmiyor, medyanın ilgisi kaybolduğu anda herşey eskiye dönüyor (bknz 99 depremi).
deli gibi kullanan minibüsçüleri suçlama yüzeyselliğinde kalmamak gerekiyor. elbette bu bir sistem sorunu. minibüsçünün deli gibi araç kullanmasına izin veren, ona gerekli cezaları kesmeyen polis, bu konudaki yaptırımları maksimuıma çıkarmayan bürokrat ve yasaları çıkarıp da uygulamasını boşveren siyasetçinin suçu minibüsçünün suçundan büyük. bence!
dört şeritlik yolu altı şerite çıkarabilen, ve bu altı şeridin bir sağına bir soluna yolculuk edecek kadar direksiyon kıran şoförleri seyreden polisleri gördükçe, bu deli minibüsçülere kızamıyorum.
gelin görün ki, medya bir kaç gün olay reyting topladığı sürece, haberin üzerine gidecek, minibüsçüler tüh kaka ilan edilecek, sonra ilgi sönecek, belki münferit olayın suçlusu bir kaç yıl hüküm yiyecek, ama aynı tas aynı hamam minibüsçüler yine deli gibi araç kullanacak!

10 Şubat 2010 Çarşamba

mobbing

nedir kardeşim alıp veremediğin? çalışkanlığı mı batıyor, güzel oluşu mu? ne?

çalıştığım kurumlardan birinde genç bir hanım kızımız, ne garezi varsa, diğer genç hanıma ciddi takık, boyna kavga ortamı yaratıyor, diğer iş arkadaşlarına çekiştiriyor, hani insanın berikinin güzel gözlerinde şeytan kuyruğu arayası geliyor.

evet ikisi de güzel iki hanım, alımlı, çalışkan, de bu berikinin zoru ne?
ha yani entrikalar çok olağan diyeniniz çıkacaktır eminim. yok değil efendim, bu iş yerinde ben daha evvel böylesi çirkeflik kokan eylemler görmedim. bulaşkan olanı eski; diğeri ise, garibim, nasıl da masum, nasıl iyi niyetli, insanın öfkeden kudurası geliyor haksızlığa!

bu çekemeyen hanım kızımız çok şaşırtmadı beni, kişilik olarak accık cadolozluk akan biri, ufak tefek tatsızlıklarımız olmuştu geçmişte, ama yine de hasbelkader geçinmeyi becermiştik, son bir olay olana kadar: bir mevzu konuşuluyordu, döndüm ona bir şey söyledim.
- ha bana mı söylüyorsun? gibisinden gayet tersleyerek sordu, aldırmadım,
- evet, dedim
- benle konuşuyor muydun sen? işine gelince konuşmuyorsun da!
tam o esnada müdür girdi odaya, bu hiç tınmıyor, kendince ha fırsat bu diyerek veryansın ediyor. hani söylediği meseleden haberim olsa, yine gam yemeyeceğim. ama yine de öyle olsa, gerçek bir çalışma arkdaşı çeker seni kenara, bana bak, sen bana böyle böyle yamuk yaptın, hesap ver der, öyle uluorta güç kavgasına dönüştürmez! öyle yapsa can kurban, suçum olmadığı halde özür dilerdim. ama burada amaç belli sanki...
- sana öyle geliyor, diyerek kapatmaya çalıştım
- hayır bana öyle gelmiyor, durum bu, diyerek ısrar ediyor
başkaları yumuşatmak için, "insan sevdiğine laf eder" gibisinden araya girecek oldu, bu gayet net:
- ay yok canım, ne sevmesi
- bence de, dedim, ama diğer mesele için, alınganlık ediyorsun, diyerek sustum.
o günden beri de konuşmuyorum. ne gereği var!

yalnız diğer cici kızımıza üzülüyorum. hani "güzel insanları on adımda çevrenizden nasıl uzaklaştırırsınız" minvalinde bir kitap yazılacak olsa, bu kavgacı kızımız pek güzel becerir gibime geliyor...

not: bu mesele aslında öyle hafife alınacak bir mevzu değil. altı aydan fazla süren mobbingler (meseleyi iyice öğrenmek isteyenler linki tıklayabilir) yasal olarak suç kapsamına girmekte. daha detaylı bilgi edinmek isterseniz, burada da bilge kadın merkezi'nin 2009 yılına ait geniş kapsamlı "işyerinde psikolojik taciz raporu" mevcut. yine de ihtiyaç duymamanız dileğiyle...

yıl 2010, yer türkiye

son olayla iyicene içime oturan bir mevzu var; doğudaki feodal anlayış yıkılmadıkça da asla çözülmeyecek ciddi bir mesele bu: töre ve namus uğruna işlenen cinayetler.

sonuncusu insanın midesini, kalbini, yani topyekun içini sıkıştıran, nefes almayı güçleştiren cinsten, herkes duymuştur, geçen cuma tüm medyada yer almıştı: daha yaşamının baharında, gencecik 16 yaşındaki medine'ye kendi öz be öz ailesi tarafından yapılan canavarlık.
namus gibi soyut bir kavram nasıl olabiliyor da insanın kendi canından, dünyaya getirdiği öz be öz çocuğundan da öte bir anlam kazanabiliyor?
aslında şaşırmamam lazım, savaş kavramını çok yakından incelemeye başladığım şu bir buçuk yıl boyunca şehitlik mertebesinin nasıl yüceltildiğini ve uğruna ölünesi doktrinlerin nasıl yapay bir biçimde yaratıldığını birinci ve ikinci dünya savaşı kapsamında incelemek zoruında kaldım. feodalite yapısındaki kul kavramı ile savaşta yaratılan asker, dolayısıyla silahlı kul arasında hiç bir farkın olmadığını da. ideolojiler, doktrinler insan yaşamının çok çok üzerinde tutulduğu ortamlar tek bir bireyin hiç bir anlamı kalmıyor.
hitler'in retoriğinden tutun, yapmış ve yaptırmış olduğu tüm propaganda bir anlamda faşizmin odak olduğu yeni bir din yaratma çabasını da göstermekteydi. çünkü ancak yeni bir din olgusu hedefliği birliği, bütünlüğü ve en önemlisi adanmışlığı getirbilirdi. öyle rastgele bir adanmışlık da değil, bağlılık yemini etmiş olanları ölüme götürecek bir bağlılıktan söz ediyoruz. bu zihniyete erişmiş olanların da, aynen hitler'in kurmayının ailece ölüme gitmesi gibi. önce eşi beş çocuğunu zehirlemişler, sonra karı koca birlikte intihar etmişlerdi.
namus kavramı da bu türden bir bağlılığı getirebiliyor. doğudaki feodal yapının temelinde bu tür soyut kavramlar gerekli olan yaptırımı sağlayabiliyor, ve günümüz türkiyesi'ni bu hale getiriyor. değiştirilmez düzen bu mudur? peki ya zoru başardık da değiştirdik diyelim, 2010 olarak telaffuz etmiş olduğum çağın hangi yüzüne adapte edeceğiz? batı yüzüne mi? çöken kapitalist sistemiyle, ahlaki boyutlarıyla sorgulanabilir batı mı?
zor mevzular bunlar çok zor, ama olanlar, güldünya'lara, medine'lere oluyor. içim yanıyor...

9 Şubat 2010 Salı

kürklü teyzeler

gündemde bu kadar sorunlar, ülke genelinde balyozlar, kozmik odalar, tekel işçisi grevleri ve davası bir türlü sonuçlanamayan suikastlar kol gezerken benim kürklü teyzelerle kafayı bozmuş olmam elbette devede kulak, hatta filde pire boyutunda yer işgal edebilir bir mevzudur ancak, biliyorum, ama dürttü işte!
havalar soğuk ya, bu kürklü tezyeler karanlık inlerinden peydah olup, minik cici hayvanların ölü derilerine sarınmış bir halde geziniyorlar. vapur iskeleleri, otobüs durakları gibi kamu alanlarnda mecburen yanyana dikilmeniz gerektiğinde, önce kaçacak delik arıyor, mümkünse en uzak noktada dikilme gayretine girmişken buluyorum kendimi gayri ihtiyari. kaçacak delik kalmadıysa da, iğrenmiş, ölü hayvancığa içim burkulmuş bir suratla, karşı taraftan fark edilmesini iste(me)diğim kısa kısa bakışlar fırlatıyorum.
ha bu yaptığım yine masum sayılır. öğrencilik yıllarımda, çeşit çevre örgütünde aktif bir üyeyken (sanki artık değilim) daha azılı bir kürk düşmanlığını fiiliyata döküyordum. kürkçü dükkanlarına dönen tilki misali (biliyorum bu benzetme uymadı anlamsal meyanda, ama kelime bazında pek uydu, güzel oldu), her yere eşkalim dağıtılmış, altında "bu kürk düşmanından sakınınız" ibaresi yazardı: zira kırmızı ışıkta dikilirken, sıkışık meydanlarda, her türlü karambolde, çaktırmadan yaklaşır, muhakkak yanımda bulundurduğum ve çiğneyerek uygun kıvama getirmiş olduğum damla sakızlı cikletimi kaşla göz arasında ölü hayvancığın tüylerine bir güzel yedirir, yaşamını sadece güzel tüylere sahip olduğu için vermek zorunda kalan hayvancık sayemde ölümünden sonra, hiç olmazsa tüyleri vasıtasıyla ciklet çiğnemesini sağlardım. yerleri mekanları cennet olsun hayvancıklar eminim bana oradan duacıklar etmiştir, o sayede ben de kürk cennetini boylayacağım sanırım, ama diyeceğim şu ki, ölü hayvancığın kürkünü taşıyan o "bak ne güzel pırıl pırıl, yumuşak, sıcacık ve pahalı mantom var" diyen teyzelere hiç yakalanmadım!
doğuştan şanslıyım vesselam....

5 Şubat 2010 Cuma

3. cehennem

rant peşinde koşulurken istanbul gibi muhteşem bir şehir nasıl tahrip edilirin el kitabını yazabilir yakında birileri.
bütün çevre kuruluşları 3. köprüye karşı, ayaklarının yer alacağı olası bölgeler 2b, yani yağmalayanmaya çalışılan ormanlık alanlarına denk düşmektedir. anında gece kondu mahalleleriyle dolacak, illegal yapılaşma alıp başını gidecek, ağaçlarımızdan olacağız bir köprü uğruna.

üstelik dünya'da pek çok ülke kavradı, yol yaparak, köprü dikerek trafik sorununa çözüm getirilmiyor, aksine, herkesin özel aracıyla yola çıkmasını özendiren bir unsur bu.

sabahları bir saatlik mesafeyi servisle gidiyorum hep, bazen işte bu yoğunluk yüzünden 1,5 hatta 2 saat sürebiliyor bu yol, ama özellikle yol tıkandığında daha çok dikkatimi çekiyor, tek şoförlü araçların sayısı maksimum sayıda.
ve köprü yerine pek çok avrupa ülkesinde olduğu gibi sıkışık olan otobanlara iki ve üzerinde yolcularla çıkan özel araçlara vergi ya da şerit kolaylığı getirilse, bakın bu özel araçların sayısı, dolayısıyla da trafik sıkışıklığı nasıl da azalacak.
zaten anlamıyorum, avrupa'nın en pahalı benzin'ini bizde, peki nasıl imkanları elveriyor da her sabah bir başına yola çıkabiliyor bu insanlar? gsmh'nın o kadar iyi olmadığı da malum. ee ne bu, kara para mı aklıyor bu arkadaşlar?
ah ah beni yapacaklardı ulaşım bakanı, bakın nasıl çözerdim bu sorunları :p

2 Şubat 2010 Salı

memur zihniyeti ya da tez yazmanın dayanılmaz hafifliği


burayı sürekli izleyenler biliyordur, tez yazıyorum. yani saçlarına feci kırlar düşmüş bir mastır öğrencisiyim de aynı zamanda. çalışma hayatına yoğun bir şekilde atılınca bu işler zor gidiyormuş, yapabilenlere şapka çıkarıyorum da, benim iflahım kesildi tez aşamasına girdiğim şu bir buçuk yıl içinde! hem iki ayrı işte çalış, hem de bilimsel manası olacak bir tez yaz, yok valla, galiba boyumu accık aştı bu iş.

hep öğrencilerime zorlanmadan sınırların aşılamayacağını, öğrenmenin de sınırları genişletmekten geçtiğini, kolay geçilen bir dersten hiç bir şey öğrenilmediğini, onlara hiç bir şey katmadığını, vakit kaybettiklerini anlatmaya çalışırım.
ama zaten benim sorunum sınırlarımın bilgi alanında zorlanması değil ki! iş güçten tezime gereken vakti ayıramamak. hani bu elektrikler kesikti çalışamadım mevzusu da olabilecek bir şey de değil.
mirasyedi olacaksın, boyna okuyup yazacak çizeceksin! oh mis gibi hayat! onu da umut etim aslında, son yılbaşı piyango biletimi doktora tezimin şansı için almıştım. ama nerede bende o şans!

bu işin bir de bürokratik kısmı var ki, işte ağaca tırmandırıp marmara'yı baştan baştan yüzdürecek kadar zıvanalık bir mesele! geçen dönem kayıt yaptırırken tez süremi aşıp aşmadığımı öğrenmeye çalışmış, kayıt yaptırdığım yerde fırça yemiştim, git yönetmeliğe bak, ya da bölümüne sor şeklinde. ara ki yönetmelikte net bir bilgi bulasın! bölüme sormuştum, kimse bilememişti. hani şu koca okulda ilk tezini yazan benim! biri çıkıp net bir bilgi versin! yok bilmiyor kimse. oysa bugün rastladığım hoca, şıp diye yönetmelikte gereken bilgiyi buldu, üstelik gayet de anlaşılır bir dille yazılmış. ee ben niye bulamadıydım o bilgiyi? ya da madem bu kadar kolaydı, o zaman niye göstermemişlerdi daha önce? neticede ek süre için başvurmakta gecikmişim! bir de şimdi yok anabilimdalı başkanından, yok tez danışmanından imza kovala, dilekçeler yaz...

bu tezin ne vatana, ne millete, ne de bana bir faydası olmayacak, niye helak ediyorsam kendimi! tut ki başardım da bu tezi bitirdim, ee ne olacak? zaten doktora da piyango biletine kalmadı mı?!

1 Şubat 2010 Pazartesi

it's complicated

meryl step'in son filminin fragmanını izlerken son yıllarda yep yeni ilişki durumları icat ettiğimizi ayırt ediverdim, hoş ingilizceden girme bir tanımlama hali bu, ama olsun işte, insanoğlu bir değil mi! önce o dilde düşünmüş bunu o halde. internetteki bilindik komunitelerde de bolca bu durumu görüryoruz: vaziyet karmaşık.
nedir güzel kardeşim bu karmaşık olan? oraya güzel güzel yazmışlar, ilişiklik vaziyetlerini:
ilişkide
açık ilişkide
pek bir yalnız
minvalinde giden seçenekler varken, nedir bu kadar karmaşık olan?
yok kardeşim, ne mok yediğimi bilemiyorum, hani birlikteyiz desem bir türlü, demesem bir türlü, ya da eskiden öyleydi de artık değil, ikimiz de sıvadık batırdık, ama ne öyle ne böyleyiz durumları mıdır bu? yoksa ayrılmaya üşeniyorum, ama ne olur ne olmaz stepnede dursun, ya da sempati uyandırmak, kötü giden ilişki hikayesiyle ilgi çekmek midir amaç?
zaten kol kırılır, yen içinde kalır eskilerde kalmış, karmaşık ilişki hallerini cümle alem bilsin, milyonların girdiği komunitelerde. ama şimdi diyeceksiniz ki, ee zaten millet neredeyse tuvalete gittiğini bile yazacak statüs konumuna, ani bunu bildirmiş ne fark eder. doğru söze ne hacet!
ama yine de basmıyor işte kafam güzel kardeşim, nedir o karmaşık olan ilişki hali?