30 Temmuz 2017 Pazar

kediler, köpekler ve "sen benim kim olduğumu biliyor musun"lar...

büyük oğluşum kalp hastası olduğu için gün ağarır ağarmaz sıcaklar başlamadan parka ineriz. buna rağmen, onca ağacın serinlik vermesine rağmen halsizlikten çoğunlukla yürüyemez, bankta oturur.

bu sabah, tam dönüşe geçtik, küçük yaştaki haytamın kedi kovalayacağı tuttu.
ki normalde korkar kedilerden, kedinin biri şöyle yan bakacak olsa, etrafından büyük bir daire çizerek geçer, arkasına baka baka. ama kırk yılın başında kovalayacağı tutuyor.
benim de basiretim bağlandı, dur, hayır diye peşinden koşturmadım. zaten iki sakat dizim var, nasıl koşacaksam?! sadece ardımı dönüp "gidiyorum" dedim. ki bu her olayda, yani iste başka köpeklerin peşinden koşsun, ister gitmesini istemediğim pis bir yere, çoğunlukla işe yarar. bu sefer de yaradı. yanıma gelince cezalandırmak amacıyla tam bağlayacaktım ki, hasta olan diğer oğluşum oynamak istedi. ona kıyamadım, bıraktım tekrar serbest ki biraz oynasınlar.

sokak kedilerini besleyen yaşlı bir kadın var bu parkta.
bağıra bağıra yanıma geldi o an. "sen niye kedilere saldırtıyorsun köpeklerini!?" diye çemkirerek.

sinir oldum, bu blogu takip eden bilir, 17 yıl kedi beslemiş, tüm canları (insan denen iki ayaklı canlı müsveddesini bile) ırk ayırt etmeksizin hepsine sevdalı bir insan olarak kanıma dokundu bu itham.
"zevk alıyorum da ondan!" diye ters cevap verdim.

yok kardeşim yok, biliyorum hata bende. 70'ine gelmiş bu teyze değil sufizme gönül veren. güya ben baş koydum, güya ben kamil-i insan olacağım. neredeee. sus, susmayı öğren. git. itham ettiğiyle kalsın.

teyze tabii  açtı ağzını yumdu gözünü, pisikopatlığım mı kaldı, manyaklığımın mı sayılmadık, ne hakaretler!
alttan alacak oldum, "yahu niye saldırtayım?" caniye çıkarttı adımı. "zaten sizler kedi bırakmadınız, hepsini öldürttünüz!"
ama yok, ben hala akıllanmıyorum. hala karşımdakine sözlerle ulaşabileceğimi sanıyorum. "tabii, olayı bilmeden hemen karşındakini suçlamak çok kolay. bıktım sizin gibi faşist hayvanseverlerden! o çok kolladığınız kedilerin parçaladığı kuşları veterinere yetiştiren ben oluyorum, kaç kuş öldü elimde. o kediye bir şey olsa, yine ben koştururum."

bunun üzerine teyze iyice gaza geldi. "suss, konuşma. sen benim kim olduğumu biliyor musun!"
muhteşem! en sevdiğim kavga cümlesidir!
"yaşlılık var teyze, anlaşılan sen unutmuşsun!" diye yapıştırdım cevabı.
"saygısız, büyüklerine karşı terbiyesizlik ediyorsun!" diye tükürük saça saça bağırıyor teyze.

bu negatif enerjisine artık dayanamayan küçük oğluşum hırlıyor kadına. "aaaa insana da saldırtıyorsun!" diye ses frekansını iyice yükseltiyor. gel de çıldırma!

az evvel kim olduğunu bana soran teyzenin hafızası birden bire yerine geliyor.
meğer büyük politkacı karısıymış. beni bir daha sokmazmış bu parka. yapacağını bilirmiş bana.
ah, ne kadar acınası bir kimlik tanımlaması. teyze demek ki kendi kimliğini bile bulamamış. birilerinin karısı olabilmiş ancak. içim acıdı, böyle bir kimlikle tehdit etmeye çalışmasına.

"elinden geleni ardına koyma!" sıkıldım artık bu kavgadan, dönüp gidecek oluyorum.
hala ardımdan bağırıyor. "bir daha gelirsen bu parka, ayaklarını kırdırtırım!"
"ooo bu işte tehdite girer, polise şikayet edebilirim bunu."
"nah yaparsın! defoooool git terbiyesiz!"

o anda, bir kaç hafta evvel köpeğinin uzatmasını çıkarmış bir adamla kavga ettiğini gördüğüm başka bir kadın geliyor. bizim teyze, hadiseyi iyice büyüterek, kedileri parçalattı, insanlara saldırtıyor diye anlatıyor.
çarpıt, daha da çarpıt, ağaca astım, işkence de ettim, bu detayı unuttun diyecek oluyorum. yutkunuyorum, kesin inanır. sadece "az çarpıttın, daha da çarpıt!" diye bağırıyorum. öbür kadın olayın aslını öğrenmeden, "seni belediyeye şikayet edeceğim, o köpeklerini elinden aldırtacağım" diye tehdide başlıyor bu sefer.

içimden la havle çekiyorum.  
alın parkınızı başınıza çalın diyerek gidiyorum.

biliyorum hata bende. en başından, böyle bir ithamla gelen kişiye cevap vermem, hele ki ters cevap vermem büyük hata. ben susmayı ne zaman öğreneceğim?

28 Temmuz 2017 Cuma

Osho - Sufi sohbetleri

bir arkadaşımla sohbet ederken, osho'nun sufizm üzerine olan konuşmalarına değindim. maalesef türkçe'ye çevrilmiş değiller. konuşmalar pdf doyası olarak burada bulunabilir. arkadaşımı söz konusu kitapları orjinalinden okuma isteğinin sağlar diye hoşuma giden küçük bir anlatıyı çevirdim. fırsat bulursam belki devamı gelir. 

Osho Tolstoy’un bir öyksünü anlatır.

Rusya’da pek bilindikmiş: Bir anda üç mistik kişi peydah olmuş. Söylenenlere göre mucizevi insanlarmış. Bir gölün ötesindeki dağda yaşarlarmış. İnananlar akın akın gitmeye başlamış bunlara. Döndüklerinde sarsılmış, duygusal manada derinden etkilenmiş, belirgin bir şekilde değişmiş olarak geliyorlarmış geri. Tüm ülke bu mistikleri görmek için yanıp tutuşmaya başlamış. Doğal olarak ülkenin başpapazı bu durumdan rahatsız olmuş: İçini kemirmeye başlamış“Kim bu mistikler?”

Hıristiyanlıkta bir kişinin aziz olarak anılabilmesi kilisenin onayıyla mümkündü. Düşünn hele bir bir, böyle saçmalık mı olur? Kişi azizliği ancak kilisenin belgelemesiyle alabilir. Bu yüzden İngilizcedeki “Saint”, yani aziz kelimesi, “sanction”dan, yani onaylama kelimesinden türemiştir. Yani diğer bir deyişle aziz olduğu onaylanmıştır.

Kilisenin hiçbir onayı olmaksızın, bu kişiler nasıl aziz olmuş? Başpapaz nasıl kızmasında? Tabii kıskançlık da vardı işin içinde.

Sonunda dayanamayıp bu mistikleri görmeye gitti. Gölü bir sandalla geçti. Yolculuğun sonuna geldiğinde basit üç köylünün bir ağacın altında oturduğunu gördü. Başpapazı görür görmez koşup ayaklarına kapandılar üçü de. Başpapazın keyfi hemen yerine gelmişti. “Demek ki bahsedilen kişiler sizlersiniz. Azizliğinizi mi ilan ettiniz siz bakayım?”

“Bunu nasıl ilan edebiliriz? Azizlik mertebesini erişecek bir bilgimiz yok ki bizim. Bizler fakir insanlarız, cahiliz. İnsanlar hakkımızda bir laf çıkarmışlar. Biz hiçbir şey bilmeyiz ki. Asıl biz şanlıyız, buraya kadar zahmet edip gelmişsin. Ne olu kutsa bizi aziz papaz!”

O da karşılık verdi: “Hangi duaları bilirsiniz? Hangi yazmaları okursunuz?”
Onlar da yanıtladılar: “Biz cahil insanlarız. Okuma yazmamız yoktur. Dua öğreten de çıkmadı bugüne kadar. Yalvarırız sen öğret bize!”
“Ama en azından bir dua biliyor olmalısınız” diye karşı çıktı papaz.
O zaman köylüler utanç içinde birbirine baktı. Bir diğerine döndü “Sen söyle ona,” dedi, o da üçüncüye döndü, “Sen söyle.”
Papaz dayanamadı, “Niye bu kadar utanıyor, suçluluk duyuyorsunuz? Nedir duanız. Söyleyin hele!”
Söylemek zorunda kaldılar, “Biz kendi duamızı icat ettik. Aptal insanlarız, ne olur bağışla bizi. Kızma ne olur. Bilmediğimizden kendimiz uydurduk bir tane. Çok basit bir dua.” Hirstiyanlıkta Tanrı kutsal bir üçlemeden oluşur – Baba, oğlu ve kutsal ruh. Onların da duası şöylemiş: Tanrıya şöyle diyoruz: Sen üçsün, biz üçüz, bize merhamet et. İşte duamız bu. Ama ne olur kızma bize. Gerçekten çok cahil, basit insanlarız biz.”

Bunu duyan papaz dayanamayıp bir kahkaha patlattı. “Hiç duymadım böyle bir dua. Sizi aptallar! Bırakın, hemen terk edin bu duayı. Size dinimize laik bir dua öğreteyim.”

Çok da uzun bir duaymış. Eski Rus Ortodoks Kilisesinin çok uzun bir duası varmış. Bunu okumuş köylülere. Onlar da dinledi. “Ama bu çok uzun bir dua. Hatırlayamayız. Tekrar etmen gerekecek.
Üçüncüsünde de yinelemişler, “Ne olur bir kez daha, unuturuz yoksa.”
Böylece tekrar okumuş. Sonra mutlu mesut sandala binip yola çıkmış. Tam gölü yarılamış ki, bir de ne görsün, bizim üç köylü suyun üzerinde koşa koşa bunun peşinden gelmesin mi! “Dur bekle, duayı unuttuk bile… Ne olur bir kez daha oku!”
Bu sefer papaz ayaklarına kapanmış köylülerin. “Ne olur affedin beni, sizin duanız doğru olanı! Sizin duanız kabul olmuş. Ben yıllardır dualar okudum uzun uzun, ama su üzerinde yürümek bana bahşedilmedi. Sizin duanız ulaşmış sahibine, bildiğiniz gibi devam edin: Sen üçsün, biz üçüz, merhamet et bize. Ve daha önce ne yaptıysanız yine onu yapın, sizin duanız ulaşmış!”
Kalben okunursa duaların kanatları vardır. Ansızın, düşünmeden söylenirse kelimelerin kanatları vardır, içten, en doğal halinizden geliyorlarsa.


(Kaynak: Mükemmel Usta, 2.Bölüm, Sayfa 78-80)