13 Kasım 2014 Perşembe

günlük versus blog

yazmayı öğrendiğimden beri günlük tutan biriyim. bildiğimiz (ya da unutmaya yüz tuttuğumuz mu demeliydim?) deftere, yüzlerce kalem tüketerek ciltlerce yazan tiplerdenim. gerçi son zamanlarda burayı boşlamamamdan pek anlaşılmıyor bu sanırım. aslında bu bloga başladıktan sonra epey bir boşlamıştım kalem kağıt mevzusunu. o kadar da kaptırmıştım ki kendimi elektronik ortamda tutulan bu günlük çeşidine, deftere tutulan günlükleri gereksiz görür olmuştum. ne gerek vardı ki kağıda kaleme?!
hatta, yazmayı seven bir öğrencime, niye blog yazmıyorsun diye sormuş, o da günlük tutuyorum, defter kalem kullanarak demişti. nasıl da yadırgamıştım! bu çağda, hele genç bir insan hala defter kalemle mi cebelleşirmiş? ama paylaşın bizle, niye saklıyorsunuz deyince de, onlar bana ait demişti. bakakalmıştım. ama içimden elbette verip veriştirmiştim: artık günlükler bloga dönüştü, herkesle paylaşılmalı! nedir efendim o gizlilik hali? yediğini içtiğini bırak, nerelere gittiğini, kimle fosurup, kimle geğirdiğini bile ifşa etmenin artık gündelik yaşamın bir parçası sayıldığı bir çağda, nedir bu gizlilik?!  ama sesli olarak, hmm tabii, tercih meselesi diyerek geçiştirmiştim. 
o öğrencimden şimdi okurlarımın şahitliğinde özür diliyorum. 
niye mi? durun hele, accık merak edin, anlatacağım. 
yeniden günlük yazmanın zevkine vardığım için diyerek özet geçebilirim. ama mesele o kadar basit değil. 
3 g'nin çekmediği ortamlarda yazabiliyor olmanın dayanılmaz hafifliği de değil. 
sayfalarca yazdıktan sonra tutulan parmaklardan alınan mazohist zevk hele hiç değil. 
hayır efendim, olay biraz daha karmaşık: elektronik ortamda, herkesle paylaştığınız günlüğünüzün bir okuru olacak, bunun bilincinde yazar kişi. yani bir çeşit diyaloğa dönüşür olay. 
oysa gerçek manadaki günlük, tamamen kişinin kendisiyle başbaşa kalma hali. en çıplak hali ile kendisiyle hesaplaşmasıdır. 
çünkü bilirsin, yazdıklarını yine sadece kendin okuyacaksın. kendinin vericisi, alıcısı ve kanalısın. yani yazar, okur ve eleştirmen, hepsi tek vücutta. dolayısıyla, hiç bir şeyden sakınmıyor, hem açıyor, hem de acıtıyorsun. 
(vapurun arkasında dışarıda oturuyorum, yazarken parmaklarım buz kesti. mazohizm gerçekten var galiba, ellerimin üşümesi nedense hoşuma gitti...)(tabii bu yazıya başladığımda vapurda seyahat ediyormuşum, oysa şimdi düzeltmeleri yaparken, sıcacık evimin konforunda, pufuduk terlikli ayaklarımı sehpaya dayamış bir keyifle yazıyorum. parmaklarım sıcaktan mayışık...)
ah bu parantezler insanı bir anda başka mecralara atabiliyor. 

diyeceğim o ki; günlük, eski usul günlük tutmak apayrı bir keyif. bunu sürdüren, sürdürebilen o yaratıcı azınlığa selam olsun! aranıza geri döndüm sanki :)


7 Ağustos 2014 Perşembe

olduğun, olmak istediğin

kendimi bilmeye başlamak benim için gerçek manada hayatın başlangıcı oldu. hayatın anlamı buydu işte: var oluşumuzu sorgulamak! niye varız? durduk yerde niye böyle bir yaşamı var ettik? kendi suretimizde neden yansıma ihtiyacı duyduk? cennette tatlı tatlı ekmek elden, su gölden yaşarken, zorumuz neydi de böylesi korkunç bir bilinç durumuna attık kendimizi? 
nihayet felsefeye daldığım yirmili yaşlarım aydınlanma dönemimdi. cevabın felsefede olduğunu, en azından doğru soruları sormayı öğrendiğimi düşünüyordum. ve anlamıyordum; var olan herhangi bir birey, bir bilince sahipse, nasıl olur da var oluşunu sorgulamaz, ot gibi yaşar ve ölür? ne de olsa hayvanlardan farkımız vardı. biz düşünebiliyorduk, sorgulayabiliyorduk!  o halde böylesi bir nimeti niye sonuna kadar kullanmıyordu insan denen varlık? kim olduğunu, neden var olduğunu nasıl bilmek istemez var olduğunun farkında olan bir canlı?
onun yerine, yok efendim, en son model araba, yazlık kışlık, cici bici kıyafetlere, yemelere içmelere odaklanıyor, dahası kendi yarattığımız bu görüngeler uğruna birbirimizi hırpalıyor, öldürüyor, ülkelerarası birbirimizin tepesine biniyorduk, biniyoruz hababam!
kolay olanı görüngelere bağlanmak! matrix'i düşünün! 
oysa kendini bilme süreci kişinin sadece canına değil, aklına da okuyan zorlu bir mevzu. her babayiğidin harcı değil. yoks ortalık sokrateslerden, aristolardan, hegellerden, einsteinlardan, teslalardan, mevlanalardan geçilmez olurdu. 
ohoooo, hoca, sen bilimi, felsefeyi, spitüalizmi bir güzel birbirine kattın, ne yapıyorsun yahu, diye serzenişde bulunabilirsiniz. hakkınız elbette. ama zaten sorun da burada. birbirine katmıyoruz bunları, harman etmiyoruz, dolayısıyla körler elledikleri fili, sadece elledikleri kadarından ibaret sanıyorlar. bize de hortum, kulak, bacak diye anlatıyor, resmin bütününü görmekten aciz, ölüp gidiyor. 
haaa, harmanladık. bitti mi? elbette değil! 
bu kadar basit değil ne yazık ki kendimizi bilme sürecimiz. 
hatta kendini bilme dürtüsü diyesim var. dürtü demek kavramsal manada elbette ki yanlış, ne de olsa dürtünün bilinçle hiç bir alakası yoktur. ama işte anlayın, kendini bilme ihtiyacım o kadar benliğimde yer etmiş ki, benim için nefes alma ihtiyacı kadar doğal ve en temel dürtü. yaşama anlamını yitirirdim eğer bilme sınırsızlığını, kendini arama olanağını tanımamış olsaydım. ot olmayı dilerdim o zaman insan olmak yerine.  
ama asıl öğrenilmesi gerekenin ot olmayı becermek olduğunu fark ediyorum şimdi. teslimiyet, kabulleniş zurnanın caaaaaarrrrrt dediği yerdir bir felsefeci için! oysa gerçek manada kendini görmek, gözündeki perdenin niyahet aralanması, dahası kalkması buradan geçiyor. sorgulamadan yaşamı kabul etmek; ne acıya iki rakı parlatmak, ne de sevince şıkıdım şıkıdım oynayarak kendini kaptırmak! her şeye, ölene, doğana, gelene gidene hay hay demek! ama nasıl zor bir iş bu! ve nasıl da kolay...

felsefenin, aklın, mantığın cevabı külliyen esirgediği bir yerdeyim. biliyorum ki, bundan sonra yol ancak aşkla gidilebilir olduğunu keşfettim. keşfettim de, oyyyyy anam, pişmiş tavuğun başına gelenler solda sıfırmış. zira kalbimi açtım açalı, balım beladan kurtulmaz oldu. 
ama hatamı anladım: kalbini açınca, mantığını devre dışı da bırakman gerekmiyor. hem kalp hem akıl, birlikte yol almalı ki, denge bozulmasın. ama kalp mevzusunda çok yeniyim. çömezlik ne feci! salt kalp, ya da salt akıl, bilinci çok rahat deliliğin sınırları ötesine götürebiliyor. 
ama işte o dengeyi yakalamayı da öğrenilmesi gerek. 

eh başladık gayrı, dönüş yok. bakalım daha ne tür haller gelecek başıma. ama bu haller gelmese, öğrenemezdim. yedi kat derimi yüzsünler ki, ben de bedensiz yüzeyim bilincin okyanusunda. 
evet dengede, minik minik adımlarla, ip üzerinde gidercesine ne hüzne kendini kaptırmalı, ne de sevince. hepsine eyvallah demeli. 
dervişin kalbi buz kesmeli. ve her gün yeniden ölüp dirilmeli. yedi cehennemden geçip, cenneti red etmeli. 

olacak...
olacağım!

6 Haziran 2014 Cuma

yaratıcı deha keşfedilmezse, ya da aileni yitirmenin dayanılmaz hafifliği

bir mutasavvıf mı demişti, tam anımsamıyorum, belki de sadece bir özdeyişdir, derler ki,
asıl büyüme hem anneni, hem babanı kaybettiğinde başlar diye. 

on yaşımdan beri tuttuğum günlüklerimi okuyorum bir haftadır, ve bu sözün ne kadar doğru olduğunu, gerçek manada özgürlüğün ancak iki ebeveyni de yitirdiğinde başladığını anlıyorum. 
çünkü artık kimsenin çocuğu değilsin. 
kendi içine doğru asıl yolculuk da o zaman başlıyor. 

iyi ki deli gibi günlük tutmuşum o zamanlar. 
zira yaşadığım o zor yaşantıda kaçış noktam yazın, yani edebiyattı. ister günce, ister şiir, ister gözlem, öykü, roman fragmanları... neyin üzerine bulsam yazmışım, bir peçeteye, annemin sigara kağıdının arkasına, teksir kağıtları, kullanılmış hediye paketi kağıtları. ve deli gibi defter tutmuşum...

yayınlanmamış bir raf dolusu yaratıma bakıyorum, dün düzenledim o rafı, bazılarını okudum, bazılarını attım.  
amma çok yazmışım, nefes almaktan ziyade yazmışım.  

keşke ondokuz yaş öncesi yazdıklarım da duruyor olsaydı... ruhu nur içinde yatsın, annem yırtıp hemen hemen hepsini çöpe atmıştı. 
gözlerini bozacaksın, bunlar yüzünden çıldıracaksın diye kızarak...

ve yayınlanmış bölük pörçük, azıcık şeyler...
abartmıyorum, sahte mütevaziliği de sevmem, ama yazdıklarımın onbinde biri bile yayınlanmış değil. 

zira türkiye'de kitabını basacak olan yayıncı, ya arkadaşın olmalı, ya basılsın diye fingirdemeyi göze alacaksın (artizlik yönetmenin yatağından geçer cümlesini genç yaşımda, hem de çok bilindik bir derginin yayın yönetmenin o iğrenç teklifi sayesinde, henüz yirmi yaşımda öğrendim), ya da bir şairin müridi olacaksın (hah, ki o şair " kumaş var, ama işlenmesi lazım." minvalinde aslında yapıcı, ama müridi olmadığım için de elinden tutulmaya değer bulmaz bulmuştu beni, kendisi pek tanınmış, değerli bir şair, denemeci ve hocadır) ya da senden kötü şiir yazan, ve belli ki henüz aşamadığı kompleksleri yüzünden, sana yol göstermeyi göze alamayanların (o da çok tanındık, ama rezalet şiir yazar, ama yine de severim kendisini, aralarında elimden tutmamasına rağmen, üşenmeyip yazdıklarımı okuyan ve eleştiren bir o olmuştu) ara sıra ziyaretçisi olacaksın.

genç yaşımda edindiğim bu deneyimlerden sonra kapı kapı tıklatıp o az ve öz yayıncı, yazdıklarıma değer biçecek bir editör aramaktan çabuk yıldım. 
yayınlanan o azıcık şeyler de, ya bir arkadaşımın elimden tutup sürüklemesi, ya da ben üşenmeyip, ya da kendime biraz güvenim gelip, posta yoluyla gönderdiğim az girişimlerim sayesinde oldu...

o yüzden şimdi, öğrencilerimi iyi tanımaya çalışıyor, almancanın ötesinde kim olduklarını görmeye çalışıyorum. aralarında yeteneklisini gördüğümde de dürtmeye, uyandırmaya gayret ediyorum. 

bu ister resim olsun, ister sinema, ister edebiyat olsun. hatta son dönem, aşçı bir öğrencim vardı. genç yaşında yemek yapmanın yaşamdaki en büyük tutkusunun olduğunu, ve yemek yapmazsa, öleceğini söyleyen yakışıklı mı yakışıklı bir delikanlı. ama o çoktan bulmuş yolunu, çok şık bir restoranda çalışıyor. eminim ileride çok ünlü bir şef olacaktır. 

ama maalesef, o çok yetenekli genç insanların çok azına ulaşabiliyorum. zira ne kadar yetenekli olduklarının farkında bile değiller. 

geçen gün çok eskilerden beri tanıdığım, amerikalı bir edebiyat prof'u arkadaşımla yaptığım sohbet bu konuda beni onayladı. 
zeki ve yetenekli bir çocuğa, yetenekli olduğunu söylemediğin, (şu aşçı öğrencim gibi) o bunu kendi başına da keşfetmediği sürece, hep diğerlerinin de kendisi kadar zeki ve yetenekli olduğunu zannetmeye devam edecektir. dolayısıyla ne kadar özel olduğunu bilmeyecek. 
ne kadar acı değil mi?

şimdi çocuk, ömrü boyunca bunu kimseden duymadıysa ne yapsın? sonra da kalkıp dil öğreten alelade bir hocası bunu söylediğinde, elbette ki inanmaz, emin olamaz, olayın üzerine gitmez. 

edebiyat dersini verdiğim yıllardı, baş örtülü bir öğrencim, nasıl güzel hikayeler yazıyor, ben boyna daha çok getirin, okuyayım diyorum. o getirdikçe, ben keyifden bayılıyorum. ona, sizi yarışmalara sokalım dedim. ders almanca, o da tabii almanca yazıyor. 
hadi araştırın internetten yarışmaları, birlikte bakalım, bir kaçına mutlaka katılmalısınız diye motive etmeye çalıştım. gözleri parlamıştı. 
ama sonra tekrar haber alamadım ondan. baş örtülüydü. muhafazakar ailesinden çekindi belki de... bilmem.  
ya da çap (iki bölüm birden okuyan, üstelik ikisi de çok zor müspet bilim bölümü) yapıp, bu alandaki öğrenci olarak okulu birincilikle bitiren bir deha vardı. 
o edebiyat dersime değil, ama almanca 301-302 derslerini, yani iki dönem orta seviyenin sonundaki düzeyde iki dersime girmişti. yazdıkları çok çok seviyesinin üzerinde. inanılmaz bir üslup, inanılmaz bir yaratıcı güç. "daha çok yazın, olağandışı bir yeteceksiniz!" dediğimde, çok ukala, ama bir o kadar da sevimli bulduğum bir cevap vermişti: "hocam, benim edebiyatla işim olmaz, siz istiyorsunuz diye yazıyorum. benim amacım dili öğrenmek, başka bir şey değil!"
eminim çok başarılı bir bilim adamı olacaktır o çocuk. 

demek istediğim, orta okul ilk dışında, yazıya karşı yeteneğimin olduğunu söyleyen bayan regate (ayhhh, çok google arama yaptım, bulamadım kadını) dışında, benimle böyle ilgilenen bir hocam olmadı hiç. bunun özlemini çektim. özlediğim şeyi öğrencilerime vermeye çalışyorum, ama korkarım o genç zihinler beni yanlış anlıyor. 
zira geçen gün, "eee öykünüzün devamı ne oldu. hani şato, bebek, gizem, konuyu nereye bağlayacaksınız?" diye sorduğum çocuk, "aaaah, cidden merak ediyor musunuz? ben sizin beni gaza getirmeye çalıştığınızı sandım." dedi. 

hayır, gerçekten ilgileniyorum çocuklarla. 
kendi görmediğim ilgiyi, doğurmadığım, ama belki de tam da bu yüzden çocuğum olarak bağrıma basmak istediğim, üstelik her dönem değişen bu bir sürü öğrencime vermek istiyorum. 

ahhh, bir anlasalar...

haberler.com

bu sefer facebook üzerinde, kendini haber kanalı olarak adlandıran, ama haberden ziyade insanların kültürleriyle dalga geçen, hayvan haklarını hiçe sayan videolar paylaşan bir fb sayfası bu. 

ya, artık kurtulalım bu deliden dediler, ya da gerçekten ikna ettim. 
ben ikincisine inanmak istiyorum.  

call center ya da insan olmak

judi dench'in başrölünü oynadığı bu filmde http://www.imdb.com/title/tt1412386/, bir sahne vardır: judi dench, otel çalışanlarının call center bölümüne konuşma dersi verir. bir çalışanla da örnek konuşma yaparlar, müşteriyle nasıl konuşulacağına dair. en sonunda, konuşma metninize bağlı olarak konuşmayın, karşınızdakinin insan olduğunu unutmayın ki, satmaya çalıştığınız ürünü daha rahat satabilirsiniz, zira öncelikle o insana ulaşmanız önemlidir, der. 

bugün tam da başıma gelen buydu:
telekom'un müşteri hizmetlerine, telefonla herhangi bir kampanyalarını duymak istemediğime dair özellikle not düşürtmeme rağmen, her gün onlar tarafından gelen cevapsız bir çağrı buluyorum ev telefonumda.  bana göre, olay taciz boyutunda (hani, "benim olmazsan, taciz ederim seni!" adlı şarkı gibi!).
bugün yine aradıklarında açacağım tuttu, ve tuhaf, ağır konuşan bir adam sesi taklidiyle açtım, diyaloğu aktarıyorum:
- merhaba, telekom'un "bilmem ne" kampanyalarını tanıtmak için arıyoruz, konuşmalarımızın kayıt altında alındığını belirterek, bilmem kim hanımla görüşebilir miyiz?
- görüşemezsiniz, maalesef dedim, hastanede yatıyor.
hastane kelimesine zerre kadar dikkat etmemiş genç kadın ateş bir şekilde sormaya devam etti:
- kendisi ne zaman uygun olur?
- hastaneden uzunca süre çıkamayacak, ağır hasta, uzun bir süre aramazsanız daha iyi olur. 
- peki, teşekkür ederiz. 
ben kadına, aradıkları müşterinin ağır hasta olduğunu söylüyorum, o ise bunun için teşekkür ediyor. sanki yanlış duymuş ihtiyar rolüme devam ettim:
- ben teşekkür ederim, geçmiş olsun dileklerinizi iletirim, iyi günler. 
ancak o zaman galiba dank etti kafasına da benim zorlamamla
- geçmiş olsun, iyi günler dilerim efendim.
diyerek kapattık. 

eminim, konuşmamız kayıt altına alınsa dahi, yarın yine bir taciz tanıtımı gelecek. 
filmdeki dench gibi, naçizane ben de öğrencilerime almanca öğretirken, en önemli dersin insanlık dersi olduğunu unutmam, ve salt bunun için, konu itibariyle yeri geldiğinde derse ara verip, insan olma yolunda küçük bir katkı olabileceğini umduğum dersi vermeye çalışırım. 
mesela bu dönem, işlediğimiz ders kitabının son bölümünde "işinizden memnun musunuz?" türevinde bir bölüm vardı. olayı "yaşamdan memnun musunuz"a getirerek mini bir söylev çektim.  hatta derse dönüp de, o kısımı işleyip sonuna geldiğimizde, aniden aklıma "yaşam memuniyeti üzerine" birbiriyle repörtaj yaptırmak geldi. 
iki tane paralel kursum vardı. soruları sınıf içinde hep birlikte oluşturduk. detayına girip konuyu uzatmak istemiyorum, ama sınıflar arasındaki soru farklılığı bile ilginçti. 

yalnız verdikleri cevaplardan ziyade, üniversiteye gelmiş, yaşları yirmi ile yirmi altı arasında değişen "yetişkin" bireylerin çoğunun "repörtaj" kavramını dahi bilmediklerini görmek daha çarpıcıydı (fırsat bulursam, onu ayrıca aktarmak isterim, çünkü o anlatmaya değer bir deneyim oldu benim için). 

maalesef, kendim, kendi eğitimimde benim şimdi öğrencilerimle kurmaya çalıştığım iletişimi kurmaya deneyen bir hocaya hiç denk gelmedim. gelmediğim için, özlemini duyduğum için, kendim yapmaya çalışıyorum. ve ben onlara hayat dersi vermeye çalışırken, bazen onlar öyle bir ders veriyorlar ki bana, üstelik kendileri farkında olmadan; şapkam uçuyor. 
"ben size bir öğretirken, sizden iki öğreniyorum!" dediğimde de inanmıyorlar çoğu zaman. 
olsun, ben doğru işte çalıştığım biliyorum.   

judi dench de call center çalışanlarını eğitirken, çok güzel bir insanlık dersi veriyor: sadece önünüzdeki yazılı olan metne robot gibi sadık kalmayın, karşınızdakinin insan olduğunu unutmayın, söylediklerine kulak verin diyor. 

bugün telekom'dan arayan genç kadının söylediklerimi zerre kadar algılamadığını anladım. telekom'da belli ki, judi dench gibi bir eğitmenleri yok!  

ama türkiye'nin hangi eğitim kurumunda var ki? var olanları da cezalandırıyoruz.
öğrencileri türkçe bilmediği için, onlarla iletişim kurmaya çalışmak için kürtçe öğrenen öğretmeni süreriz biz!
14 yaşındaki çocuklar ekmek almaya giderken, başına gaz fişeği yiyerek ölüyorsa ve aleviyse, muhakkak sapanla taş atmıştır. 
çünkü önümüzdeki metinde yazılıdır bu, ezbere konuşuruz! aynen o call center çalışanı gibi. karşımızdakinin insan olduğunu, ne söylediğine hiç dikkat etmeden, robot gibi konuşuruz. 

bu ülkenin insanlık dersi 101 adlı derse acilen ihtiyaç duymakta! hem de acilen! üstelik yönetici konumdakileri hemen bütünlemeye bırakarak...

29 Mayıs 2014 Perşembe

veteriner güven selbes

hani şu dava vardı, bir veterinerin saldırısına uğramıştım köpeğimi gezdirirken. 
üçüncü celse öncesinde güven bey özür dilemiş, ben de affetmiş, mahkeme salonuna girdiğimizde de uzlaştığımızı söylemiştik. çünkü hem davacı hem davalı konumdaydım. iki katım büyüklükteki bir adama saldırmışım meğerse,  bana yöneltilen suçlama buydu. 

evet bu ülkede kadınlar saldırıya uğruyor, bir de üstüne üstlük dava edilebiliyorlar. ben ilk değilim. 

saldırıya uğradım. belki de ölümle sonuçlanabilecek bir saldırı. eğer sahilde gezen insanlar yardıma koşup bu veteriner beyi üzerimden çekip almasaydılar. 
dava sürerken avukat vasıtasıyla uzlaşmazsanız, size türlü türlü daha dava açarız diye beyanatlarda bulunuldu. ve açtılar da, yok blogumdaki yazılar, yok başkalarının yürüttüğü bir protesto kampanyası nedeniyle. 
uzlaşırsanız, diğer suçlamaları geri çekeriz dediler. 
yanaşmadım. buyrun başka davalar da açın dedim. 

ama ne zaman tasavvufta samimiyetimi sınadım, o zaman özür dileyeni geri çeviremem diye karar verdim. eğer ki samimiysem, af dileyeni geri çevirmem mümkün değildi. evren, karma, yaradan bile af dileyeni geri çevirmezken, ben kim oluyorum da hayır diyebilirdim?

samimi miydi özür dilerken? artık anlaşıldı ki değilmiş. 
diğer suçlamalar geri çekilmedi. 
ve sonra haber iletildi : "blog yazınızı geri çekerseniz, suçlamayı geri çekeriz. bizi internette kötü gösteriyor." 
birincisi: affettim demiştim, ama unuttum demedim. blog yazımı silmek, olanı inkar etmektir. ben gerçeği nasıl inkar ederim?
ikincisi: defalarca teklif ettikleri uzlaşma karşılığında vaatleri bu değildi. 

evet, af dilerken samimi değilmiş. kendi sorunu. varsın türlü türlü davalar açsın. 
yine de gerçeği inkar etmem. 

mahkeme için tebligat geldiğinde sanık kısmında adımı görmek içimi acıtmadı. bu sadece bir dava, ve belki de bir şey çıkmayacak, belki de ceza alacağım. kim bilir. kısmet. 

ama içimi acıtan bir insanın samiymiş gibi yaparak, gözlerinin içine içtenlikle bakarak özür dilemesi, ardını döndüğün anda da hançeri sırtına saplaması. 

evet kötülük her yerde var. insanlar öldürülüyor art niyetle. benim yaşadığım ne ki?   

bu hafta içinde davanın ilk celsesi yapıldı, hem belimi, hem okulun son haftasındaki yoğunluğu mazaret sunarak gitmedim celseye. bir sonraki celse, eylül'ün sonunda bir zamanda. 

artık o zaman öğrenirim, güven bey tarafından saldırıya uğrayarak kendisine nasıl hakaret ettiğimi.  

20 Mayıs 2014 Salı

manyak taksici

Belimi incitmiş olduğumun ilk zamanlarıydı, işe gidemediğim bir gün pek sevgili arkadaşım Sophie geldi de, köpekleri akşamüstü evin etrafında hiç olmazsa çişe çıkaralım dedim. Sakatlığı zaten benim haylazların (benno&rico ikilisi) çekiştirmesi yüzünden yaşadığımdan, tek başıma çekiniyordum çıkarmaya. (hemen önceki yazımı okuyabilir meraklısı).

Velhasıl kelam, Moda'da oturan ya da oraya arabayla işi düşen bilir, aracını park etmek isteyen park yoksunluğundan, fırsatını bulduğu yere ve genellikle de kaldırımları işgal ederek park eder. Dolayısıyla yaya olacak kişi çile çeker. Kaldırımda mı yürüsün, yola mı insin, bilemez. Nihayetinde bir kaldırımdan iner, bir yoldan gider, sonra yine kaldırıma çıkar, ve bolca ezilme tehlikesi geçirir. Geçen sene belediye kaldırım boyunca babaları dikti, ama nafile, uyanık araç sahipleri onu kırıp, yine park etmeyi beceriyor kaldırıma. 

Neyse, lafı uzatmayayım, Sivastopol sokağına girmiştik ki, ben yine aracını kaldırıma park etmiş bir "pek değerli" sürücü yüzünden yola inmiş, az ilerisinde de bir taksinin gelmesi yüzünden acele ile yeniden kaldırıma çıkmaya çalışıyorum. Bir yandan belime itina etme, bir yandan hızını düşürmeyen taksici yüzünden panikle rico'yu çekiştirme telaşındayım ki, taksici resmen üzerime kırdı. 
Durur muyum, can havliyle bağırdım: "görmüyor musun, zor yürüyorum, belim rahatsız, sokak arasında ne acelen var?
Sivastopol sokağı gerçekten de çocukların ulu orta yol üzerinde oynadığı, kedilerin cirit attığı mahalle içi bir sokak. 

Sonraki diyalog aynen şöyle gelişti:
- seni mi görmek zorundayım?
- o ha be, yolda yürüyorum, yolda! yola da mı bakmıyorsun? Nerede araba kullanıyorsun sen be?!
- tamam sus be gerizekalı diyerek el kol hareketleri yaptı içeriden. belli ki müşterisi yüzünden durmadı. yoksa çıkıp, sen misin yolumu kesen diyerek bir temiz sopa çekeceğe benziyordu. 
- hay sana ehliyet verenlere! 
Bir hışımla yanımdan geçip hemen sağdaki Neşe sokağa kırdı. 

Biz de az sonra, o sokağa yöneldik, daha yolu yarılamamıştık ki, yirmili yaşlarda üç genç yolumuzu kesti. içlerinden biri hemen atıldı "demin sizi neredeyse ezen taksici, hırsını alamadı, yola çıkan kediyi görmesine rağmen ezdi!"
Eyvaaaaah. 
- Kediye bir şey oldu mu?
- Ezdi geçti, kedi kaçtı, bulamıyoruz. 
Ara, ara; kediyi bulamadık. Düşünün, yürümeye mecalim yok, kedi derdine düştüm. 
Bir kedi gösterdi gençler, peşinden gittik. Kedi de durmuyor ki yakalayalım. 
Mahallede kedileri besleyen hayvanseverlere haber verdik. Ama gençlerin gösterdiği kedi zaten patisi sakat bir kedicik çıktı. Ama gençler bir kedinin ezildiğinden yüzde yüz emin, zira havada tüyler uçuşmuş. yerdeki tüyleri de gösterdiler. taze bir olay, kedinin ezilmemiş olma ihtimali yok. O halde biz onca zaman yanlış kedinin peşinden gittik...
Yani anlayacağınız gitti giden. Kediyi bulamadık. Taksicinin de plakasını bilmiyoruz, en azından sosyal medyada deşifre edelim. Ben kavganın üzerinde durmadığımdan plakasını almadım, gençler de muhtemelen cahilliklerinden.
Ama benim aklım kedicikte kaldı. Kesin, kedilerin hep yaptığı gibi, can havliyle kuytu bir yerlere girdi, saklandı. Umarım sağdır ve umarım birileri bulup ilgilenmiştir. 


büyükşehir'de bedensel engelli olmak...

bu yazıyı onbeş yıl evvel, dizlerimi bisikleti günde 30-40 km kullanarak haşat edip de, bir anda hayatım alt üst olduğunda da yazabilirdim. ama o zaman blogum yoktu. yazamazdım yani. -blog yoktu, kalem yoktu, notblok hele hiç yoktu, icat olmamıştı henüz!-

o zamanlar yeşilköy'de yaşıyordum. moda ile alakası yoktur. şehrin ortasında vaha gibidir, sayfiye yeri. suç oranı da düşüktür. hırsız onca yolu niye yapsın. geceleri de güvenilidir o bakımdan, gecenin üçünde bir kadın tek başına rahatça yürür, kimse de dönüp bakmaz. haaa, tabii hafta sonları hariç. o zaman hiç bir yerlisi sahile, kumsala inmez. çubuklu pijamalı amcalar, beyaz donuyla denize giren bücürlerin istilası günüdür onlar. belediye otobüsüyle ellerinde dolmalı tencereleri, portatif mangalları ile akın akın gelir tüm gün kalır, akşam son otobüsle dönerler.  yeşilköylü de evine, bahçesine çekilir; haddini bilir, beş gün biz sürdük sefasını, hafta sonu da onlar sürsün. ama ah, bir de çöplerini bırakmasalar...
farkındayım, konudan sapıyorum. 

nerede kalmıştım? ha, evet bisiklet!
bisiklete, yürümeyi öğrenip de tekerleğin icat edildiğini keşfettiği yaştan beri deli gibi binen, merdivenleri üçer dörder koşar adımla çıkan, sabahları koşuya çıkan, hafif tırmanış yapan, akla gelebilecek pek çok sporu denemiş (saymadığım var daha var) spor delisi bir zatı düşünün. 
işte öyle bir eleman bisiklet kazası geçiriyor! hem de -yeşilköylüsü bilir, çiroz'dan, zorlu'nun evinin yanından dimdik bir yokuş iner aşağı, aaaah favori bisiklet iniş yerim- oradan hurrraaaaa diye saçlarımı rüzgarlara bırakarak inerdim hep. 
de bir sabah, yürüyüşçü teyzenin bir anda yoluma çıkacağı tuttu. ben de çarpmayayım diye yana kırdım. çimlere kırınca, taşlara mı takıldım, anımsamıyorum, bisiklet takla attı, ben de birlikte, sonra nasıl becerediysem, bisikletli dönüş yaptığım o artistik hareketin orta yerinde seleden uçtum ve direkt beton zemin üzerine iki dizim üzerine düştüm. (içimde kaldı, o yürüyüşçü teyze, kaç puan verdi o düşüşüme; soramadım). 
hani belimin üzerine düşüp de kafamı vurmayı becerdiğim o muhteşem düşüşüm, artistik puan sıralamasında o bisiklet düşüşümün çooooook geirisinde kalır. nasıl desem, biri olimpiyatçılara yakışır zariflikte, diğeri mahalle futbolu oynayan velet düşüşüne yakışır hantallıkta. 
tam bir ay yürüyemedim. inatla doktora da gitmiyorum, nasılsa geçer diye -tam türk aklı işte-  
eee baktım geçmiyor, mecburen gittim. 
direkt ameliyat dedi doktor. iki diz kapağım birden. sonraki doktorlar da farklıdır şey söylemedi. -bunlar aralarında gizlice sözleşti mi ne?!-
meğerse bisiklet yıllardır dizlerimdeki sıvıya vampirin kana yumulması gibi yumulmuş, kurutmuş. dizler de sinirlere sürtünüyor, diz kapakları aşınmaktan miyadını, son kullanım tarihinden tam otuz yıl önce tüketmiş olmuş. 
tabii ki tahmin ederseniz, o yürüyüşçü teyzeyi sevgiyle anıyorum hala. o olmasa, dizlerimin ne halde olduğunu asla öğrenemeyecek, belki hala deli danalar gibi bisiklete biniyor olacaktım. 

eee ne oldu sonrasında?
tepe taklak oldum! 

merdiven yasak, yokuş yasak, dizlerimi kırmak yasak! sene ya 99 ya da 2000, İstanbul'un neresinde mümkün bu? çalıştığım bina bile dört katlı. basamakları ikişer üçer çıkan bendeniz bir anda asansör kullanmak zorunda kaldım! bir ömür geçerdi sanki o külüstür asansörün gelmesi!
ya asansörü olmayan binalarda?! dizlerimin ağrısına dayanarak çıkışlarımı anımsıyorum. böylesi yerinde duramayan bir insanın bir anda tüm hareket yeteneğini elinden alıyorsunuz, ama görünüşünde hiç bir şey değiştirmiyorsunuz. bu ne demek biliyor musunuz? toplu ulaşım araçlarında öldünüz demektir. ayakta gittiğimde, diz ağrısından öyle duramaz hale gelirdim ki, yere oturmaya bile razı olurdum, ama otobüsün sıkışıklığında, değil yere oturmak, çömelmek bile mümkün değil. içimden inleye inleye -biraz yerli filmi çevireyim- göz yaşlarımı içime akıta akıta, dayanmaya gayret ettiğimi anımsıyorum. 

ilk bir kaç yıl kabus gibiydi. salt bedensel değil, zihinsel olarak da tükenmiştim. 
ama derdim ki, daha otuzların başında genç biriyim, üstelik görünürde hiç bir engelim yok, niye biri kalkıp bana yer versin. yer istemeye hele acayip utanırdım. hiç isteyemedim. 
geceleri çaresizlikten kaç yastık çürüttüm zırlamalarımla, onu bir bana, bir de ömrünü tamamlamadan çürüyen yastıklara sorun. 

haaaaaah, geçmiş zaman ya, şimdi bir şey değilmiş o diyorum. zira yeşilköy'de yaşıyor, yenibosna'da işe gidiyordum, o da çoğu zaman arkadaşın aracıyla. yani toplu taşıma araçlarına, ancak bakırköy'e, taksim'e işim düşünce biniyordum. o aralar nedense çok düşerdi işim... ama Yeşilköy'e dönmek, sabahları kumsalda şehrin keşmekeşini, zalimliğini unutmak mümkündü. 

gel gör ki, bel incinmesi bambaşka bir şeymiş. zaten derler ki, bel ve boyun vücüdun iki dayanak noktası. onlar incindi mi, halin yaman. 
hele ki engelli vatandaşını onbeş yıl sonra dahi -engelli otobüslerini, sesli trafik lambalarını, yürüyen merdivenleri saymayın bana! kaç yerde var onlar? sandığınız gibi çok değil- düşünmeyen bir belediyeye sahipsen. 

zamanında dizlerim için bir yararı olur düşüncesiyle şu nordic walking stick denilen sopalardan almıştım. son yıllarda kuzey ülkelerinden tüm avrupa'ya yayılmış yeni bir spor türü bu: aslında bildiğin doğa yürüyüşü; tek farkı iki tane sopaya dayanarak hopidi hopidi destek alıyorsun bunda. ama işte bastonlar bildiğin bastonlardan değil! bastonun uzay modelini düşün, diyeyim ki havalı olsun. boyu ayarlanıyor, bileğine geçirdiğin tutamaçları var. hani öyle baston gibi elinden kayıp gitmesi mümkün değil. 

belimi incitince aklıma bunlar geldi. tozlu köşelerinden çıkardım. bir de kullanma talimatında, tam da böyle bel incinmelerinde tavsiye edildiğini okuyunca, körden tek göz dileyip iki bastona sahip olan kör, (benim durumumda "beli incinik") gibi sevindim.
önce ikisiyle birden yürüdüm, hatta tekniğini öğreneyim dedim, ama benim bu sakat belle henüz erken olduğunu, daha ilk sabah, mahallede blogun etrafında tur atıp da yeniden inildiye inildiye yatağa düşünce anladım! 
ama baston olarak öyle güzel işe yarar oldular ki! hay icat edenin ruhu cehennem yüzü görmesin! 

iş başı yapmam kazadan yaklaşık üç hafta sonrasına düşüyor. biraz ürkerek çıktım kalabalık yollara. zira kazanın iki gün sonrasında başıma gelen ilk olay daha korkutmuştu beni: ilk kez bel ağrısı tüm ihtişamıyla kendini hissettirdiği akşam, yogaya gitmiş, daha doğrusu gitmeye çalışmıştım: yoga merkezine ölümüm varmıştı adeta (peh, abartıya bak! hala sağım halbuki) . hocam "derse katılma en iyisi, dinlen sonra eve git!" demişti. elime de yoga nidra şifalandırma cd'sini tutuşturmuştu (bunun için kendisine ne kadar dua etsem azdır). ben de yarım saat dinlendikten sonra eve gidebilirim sandım. nerrdeeeee! doksanlık nine teyzem, yanımda yüz metre koşucusu sayılır! 

ama sakin mahalle sokağındayım, yayalar tek tük. ıkına sıkına, ağrıdan ara ara dinlene dinlene yürümeye gayet ediyorum,daha bastonlarımı da keşfetmemişim evde. 
şimdi resmi canlandırın kafanızda, sürüne sürüne yürüyen genç bir insan. öyle acınası, vahim bir tablo. tam evimin köşesine vardım arkamda tıkır tıkır yüksek topuklu pabuç sesi. sanki yollarda arabalar vızır vızır geçiyor ya, ille de kaldırımda yürüyecek, bir oflama sesi işittim onca ağrımın içinde. dinleneyim diye durmuştum zaten. kadın bir hışımla, hafiften çarparak geçti, aynı hışımla döndü, belli ki bir fırça kayacaktı ki, acıdan kaymış yüz ifademi gördü. "haaa, belliydi bir sorun olduğu, ben de niye yürümüyor bu kaldırımın ortasında diyordum!" acıdan bitkin haldeyim, tartışacak ne gücüm, ne istediğim var. "kusura bakmayın, belimi incittim, zor yürüyorum" dedim. benim bu yumuşak cevabım karşısında sinirini üzerinden atamamış hanım, bilemiyorum, belki de kendine sinir olduğundan, ya da, "madem yürüyemiyorsun, ne işin var sokakta!" demek isteyip de diyemediğinden mi bilmem, aynı hışımla "geçmiş olsun, dikkat edin!" diyerek hızla yürüdü gitti. 

daha mahalle arasında fırça atan kadından sonra, ölüm kalım meselesi varmışçasına koşturan istanbullu karşısında nasıl direnebilirdim ki?

ve ne yalan söyleyeyim, korktuğum kadar varmış! 
aceleden gözü dönmüş bir insan güruhunun hızı karşısında yerlere düşüp ayakları altında sürüklenip, ezilmedim elbette. halime şükretmem lazım, değil mi?!  
ama yine de yollarını tıkadığımı, çoğu yerde görmezlikten gelindiğimi, hatta, madem engellisin, niye çıkarsın yollara diyen gözlerle baktıklarını hissettim. bastonuma takılıp da, hışımla bakanları mı ararsın, ya da neye takıldığını, az kalsın o takıldıkları kişiyi düşürdüklerini görmeden geçip giden aceleci koşturanları mı ararsın... 
bu histerik, iki saniye bekleme sabrı olmayan istanbul'lu, işe gidip gelmek zorunda kaldığım şu bir kaç hafta içinde beni deli gibi yordu.  
sen öyle değil miydin yani? değildim. hiç olmadım. sakat dizlerimle dahi yaşlısına, hastasına, hem de sırtımda ağır çantam olmasına rağmen yer verdiğimi, tanımadığım amâların, yaşlı teyzelerin koluna girip karşıya geçirdiğimi çok anımsarım. 

dolu bir otobüse bindiğimde ise tek bir türk'ün oralı olmayıp, fransız bir turistin yer vermesi ise en acıtan ikinci tecrübe oldu. ilki neydi ya desen, maalesef kendi öğrencim demek durumundayım. 

yemekhanlerde öğrenci personel karışık yeriz. okula döndüğümün ikinci günü yemekhaneye gitmeye cesaret ettim tek başına. tabldotumu aldım, bastonumun üzerine dayamış cambazlık yaparak adım adım götürmeye çalışıyordum ki, tanımadığım türbanlı bir öğrenci fırladı, elimden aldı tabldotu, masaya götürdü, beni oturttu. tatlı bir dille, başka yapabileceği bir şey var mı diye de sordu. bir yandan mahçubiyet, bir yandan mutluluk, böyle karışık kuruşuk bir halde oturdum masaya.  tam yemeğe başlayacağım ki hemen bir masa ötemde karşımda, bir öğrencim oturuyormuş meğer. gülümseyerek el salladı, merhabalaştık. sanki dünyanın en doğal durumuymuş gibi. halbuki o tabldotla tam da onun masasının önünden geçmiş olmalıyım. görmemiş olması mümkün mü? iyi niyetli düşüneyim, dalgındı, görmedi diyelim. 
ama insanın canı acıyor işte: kendi güçlü kuvvetli erkek öğrencim otururken, tanımadığım çelimsiz bir kızcağızın yardıma koşması acıtıyor. 
diyelim ki gördü; duyarsızlığını erkek oluşuna mı bağlamalıyım? ya da hoca, nasılsa yapar, bastonu üzerine dengeliyor, cambazlık yeteneği gelişir mi düşündü. -iyi niyetli düşünmeye çalışıyorum-

ertesi gün de benzer bir durum yaşadım. bu sefer personel yemek hanesindeydik (burası hep geç açılır. aynı yerin, karanlık, penceresiz, bıyıklı işçi abilerin hafiften bıyık burarak baktığı sevimsiz bir yemekhane). bu sefer arkadaşımla gitmiştik. o önden gidip kendi tabldotunu masaya koyup hemen benimkini almaya gelecekti ki, onca erkek varken -bıyık burmasını bilirler ama!- yine türbanlı bir hanım bitiverdi yanımda. tüm "arkadaşım gelecek şimdi" itirazlarıma rağmen, "a, ne olacak, elime yapışmaz ya!" diyerek tabldotumu kaptığı gibi masaya taşıdı. başka bir yardım lazım mı diye o da sordu. ben de yine mahçubiyetten halden hale girdim. hatta arkadaşım bile utandı. gerçi onun utancı farklıydı: ne kadar kötü arkadaş olduğumu düşünecekler! diye üzüldü o. 

yedinci haftaya girdim, yardım eden, yardım teklifinde bulunan kişi sayısı yediyi geçmez. genellikle erkekler, özellikle vapura inip binerken yardım teklifinde bulunuyorlar, ama o da şık giyindiysem! hadi şimdi kötü niyet aramayayım, bazısında hiç de, salt "yüzüne baklılır nitelikte bir kadın" olduğumdan dolayı yardım ediyor hissiyatı oluşmadı. 
alenen kavga eden çıkmadı.  ama ya "engellisin, ne işin var sokakta nazarıyla paylayanlar? 

söze dökülen sadece tek bir vaka yaşadım. o da tam beşiktaş iskelesi çaprazında, vuku buldu: kadının biri, bir anda önüme çıktı, manevra yapamadım, kadının ayağına bastonum takıldı, sendeledim ve belim acıdı, ah diye çığlık attım. hışımla döndü, yüzümü fark etti, "ama siz çarptınız!" doğru ya, onun sağına soluna bakmadan, bastonlu insanların önüne atlaması trafik kurallarına aykırı değil! ben yine alttan aldım "kusura bakmayın, belim aniden manevra yapmama izin vermiyor, önüme çıktığınızı geç fark ettim!" 
bu kızcağız, yaptığı edepsizliği fark edebildi. özür diledi. sesinde samimiyet vardı. sağına soluna bakmayan tipik istanbullu işte!

ama şu var ki, hani şu ignorans dedikleri görmezden gelme üst seviyelerde. kaç defa ezilme tehlikesi geçirdim: çarpıp, neye çarptığını hiç fark etmeyenlerden tut da, aracını üzerime süren taksiciye değin (iki önceki yazım). tüm bankların dolu olduğu iskelelerde beş dakika bekleyip de yer vermediklerinde, çantasını banka yaymış olanın yanına, nazikçe özür dileyerek, durumumu da açıklayarak ilişiyorum artık. ne yapayım, belimin ağrısı ağır basıyor, duramıyorum ayakta, gururumu rafa kaldırdım. 

ama sırf ayakta kalmamak uğruna, iki durak yürüyüp ana durağa yürümek 'koyuyor! hele ki durağa varmak üzereyken harekete geçen, bastonumla el etmeme rağmen durmayan otobüs şoförlerine de içerliyorum. 
büyükşehirde belediye bile engelli şehirlisini düşünmezken, şoföründen, hatta alelade sivilden mi bekleyeceğim bu duyarlılığı?

hadi seninki geçici. sık dişini, şurada altı ay, bilemedin bir sene sonra normale dönebileceksin.  ya ömür boyu engeli olan insanlar ne yapsın?! 
evet, maalesef, onların hali çok daha kötü. 
bu ülke, kendisinden yardım isteyen engelli seçmenine, "iş vermişiz, daha ne istiyorsun!" diye hakir görebilin bakanların olduğu bir yer, kalkmışım ben de o ülkenin vatandaşından duyarlılık bekliyorum. 
utanayım değil mi kendimden?
evet, evet, çok feci utanıyorum, geçiçi de olsa bir engele sahip olmaktan ölesiye utanıyorum. 
hiç olmazsa hitler almanya'sında gaz odasına gönderir, kurtulurlardı benden. burada bunu da yapamıyorlar. 

geyik bir yana,
tüm engelli canların Allah yardımcısı olsun! 

23 Nisan 2014 Çarşamba

belim oyyyy belim

Belimi sakatlayışımın dört başı mamur öyküsü
Çok eğlenceli bir öykü aslında, otuz iki kısım tekmili birden, işte nihayet anlatıyorum:

Cumartesi Sophie adında çok tatlı bir arkadaşımla buluştuk. Buluştuk dediğim, Benno, Rico ve ben, yani üçü bir arada lezzetinde "biz" ve arkadaşım. Uzunca bir yürüyüşten sonra Yoğrutçu'da dikilmiş sohbet ediyorduk. Benno ve Rico da otluyorlardı. Dalmışım. Meğerse o esnada kadının biri köpeğiyle arkadan bize yaklaşmış. Tabii benim sıpalar ikisi birden o yöne hamle yapınca, beni de arkalarından sürüklediler. 
ve boş bulunan bendenizin beli çıt çıt çetene türküsü kıvamında bir "çıt" etti. 

O an pek acımadı aslında, ovuşturdum, on dakika içinde geçti. Eve gelince ne olur ne olmaz biraz voltaren sürdüm. Ertesi sabah bomba! Hiç bir şeyim yok. Zaten gece de uyku tutmamıştı, sabah erkenden çocuklarla yürüyüşe çıktım.  

Koço'nun az ilerisinde Rico'yu saldım, bir sokak köpeciği ile koşturmaya başladı. Ben de, dalmışım, Benno ile uğraşıyorum. Birden o sokak köpeciği küüüüt diye arkadan bir çarptı ki bana ki eyvahlar olsun! Nasıl olduğunu bile anlamadan ben iki seksen yerdeyim. Önce kıç üstü, sonra hızımı almayıp kafayı hızla beton zemine çarptım. Tepemde kuşlar cıvıldıyor, yıldızlar uçuşuyor! Anlayacağınız, bu tür düşüş anında yaşanan her türlü bedensel acı ve tuhaf vizyonlardan ortaya karışık bir halet-i ruhiye içerisindeyim. Bir türlü toparlayıp kalkamıyorum.  

Sabahları hep karşılaştığım ve selamlaştığım yaşlıca bir amca görmüş düşüşümü, elinden geldiğince hızla yanıma seğirttti. Baktı ki kalkamıyorum, elimden tuttu, çekiştiriyor, kendince kaldıracak. Görseniz amcayı, tın tın yürüyen, kendine mecali olmayan tatlı mı tatlı bir amcacık bu. Şimdi kendine yüklenip beni kaldıracak olsa, maazallah bir tarafına bir şeyler inecek, düşüp kalacak yanıma. Sonra seyrele gülüm seyrele! Ikimiz acı içinde kıvranır dururuz. Bir yandan canımın acısına mı bakayım, amcanın yardımseverliği içinde kendine zarar verme ihtimalini mi tasa edeyim, şaşırdım. 

Neyse, kendimi toparlayıp, "merak etmeyin, ben kalkarım, biraz zaman verin" diyebildim. Pek ikna olmamış amcacık ki, başımdan ayrılmıyor.  Tam o esnada beni düşüren köpecik yanıma geldi, şulopppp diye bir yaladı suratımı! 
Ah ya, o anda göz yaşlarına boğulacağım, serseriye bak yaaaa, sokak köpeği der geçerler, şu şirinliğe, şu tatlılığa bakar mısınız!? Özür diliyor kendince. "Ah kızmadım ben bebeğim sana!" diyebildim ağlamaklı. Yetmezmiş gibi, o da bunun üzerine bir de burnuyla dürttü 'hadi kalk!' 

Eh farz oldu elbette, bir yanda endişeli bir amcacık, bir yanda beni kazara düşürdüğüne bin pişman bir köpecik (bana kalaydı, biraz daha uzanacaktım o taş zemin üzerinde, sabahın yedi buçuğunda. Sanki yumuşacık yatağımdayım mübarek. Kafayı vurunca böyle oluyor demek ki insan!), ıkına sıkına kalktık. 

Uzaktan da bir çift gördü bizim bu tuhaf üçlü halimizi. Tam yardıma geliyorlardı ki, ben hemen el ettim "yok bir şey. Iyiyim. Ama şu popo moraracak!"

Nasıl canım yanıyor. Topallaya topallaya bağladım Rico'nun uzatmasını, geldim eve. 
Bir yandan da içimden "Off, şimdi işimiz zor, hadi bakalım, umarım zedelemedim belimi" diye umut ediyorum, ama ağrım azalmak bilmedi. 

Cumartesi günkü o çıt çıt çıtlamanın ardından filmlere nazire eden pazar sabahı keyfi minvalindeki o düşüşümle perçinlendi bu incinme. Pazar günü pek bir şeyim yoktu, hafif bir ağrı dışında. Akşama biraz ağrım arttı. Hah dedim, bir kas spazm çözücü alayım, ihtiyatlı olayım. 
Pazartesi kalktığımda mis, ne ağrı kalmış ne bir şey. 

Ama aah, meğerse ne sinsi yılanmış belimdeki bu zedelenme. 
Gün geçtikçe rengini ortaya koyacak, ipliğini pazara serecekti. Ne de olsa, ağrım yok, bir şeyim yok. 

Pazartesi ben rutin yaşamıma geçtim, sınav hazırlığımı gözden geçirdim, evi temizledim, çocukları çıkardım... 
Akşam üstü eve dönerken ağrım başladı. Söyleniyorum kendime, "ah bak, ağrın yok diye, sabah kas spazm çözücüsünü ihmal ettin, şaşpşal!" diye. 
Köpüş oğluşlarımı bıraktım eve, hemen bir kas spazm çözücüsünü sek yuvarladım, yoga dersine yollandım. Yollandım da.  
Allah Allah hayırdır, bu ağrı niye böyle artmaya başladı ki? 

On dakikalık yolu yirmi dakikada gittim. Yoga kursumun olduğu binaya vardım ama, ağrı iyice fena! Ağır kapıyı ittirdim, ama birinci katta olan kursun kapısına varmam tam bir işkence, kilitlendim kaldım. Güç bela basamakları çıkmaya çalışıyorum, ağrıdan ağlayacağım neredeyse. 
Merdivenlerde hocam gördü benim o can çekişen halimi. Koştu hemen yarı yoldan, çıkardı.  Biraz dinlendim. Ama yoga moga hayal tabii. Hocam elime bir cd sıkıştırdı, "yoga nidra şifalama" diye. Onlar derse, ben eve. 
Eve! Hah, demesi kolay tabii. On dakika bile sürmeyen mesafe, mevcut hükümetin yeni duble yollarına dönüşmüş mübarek: yürü yürü bitmiyor. 

Eve vardım, vardım ama, ben mi eve vardım, ev mi bana, pek ayırdında değilim. 

Ertesi gün dinlendim. Ne de solsa bahar tatili öncesi son hafta. Üstüne üstlük Perşembe sınav yapacağım. Sınavı tehlikeye atmak istemiyorum. 

Bir gün dinlenmek iyi geldi tabii. Ertesi gün derse gittim, kendimi yormadan çocukları sınava hazırladım. 

Perşembe günü de sınava gitmek üzere bindim otobüse, aksi gibi ters oturdum otobüse. Vıııııyyyy! Meğerse o Barbaros bulvarı ne dikmiş anacım! Otobüs yokuşu tırmandıkça, ters koltukta giden kaydırmadan kayar gibi jüüüüüüüüp!  
Son dokuz yıldır haftanın en az üç günü, yirmi küsür yıllık istanbul yaşantımda da sayısız kez geçtiğim o bulvar nasıl bir çile yolu oldu birden! Bel zedelenince abu graib'teki işkencelere taş çıkartan bir işkenceye dönüşüyormuş bu tür otobüs yolculukları! 

Hani ajan olsam, çoktan devlet sırlarını twitter kuşundan hızlı bir şekilde ötmüştüm. 

Okula geldim ama ağrıdan yürüyemiyorum. Öğretmen arkadaşlarla güya yemeğe buluşacaktık, beni o halde görünce panik oldular. Biri çantamı aldı, diğeri sandviç almaya yollandı, üçüncüsü, -asansörü-bile-olmayan-engelli-sever- nadide binamızın merdivenlerinde koluma girdi. Ofise varır varmaz, ağrı kesici aldım. Imkanı yok, o ağrıyla hastane yolları bana dar.    

O kadar gelmişim, sınav yapmadan gider miyim, hastanelere düşer miyim? Böğrümden ciğerimi sökseler yapacağım o sınavı. (Öğrencilerime sesleniyorum buradan: çabuk itiraf edin, hanginiz beni temsil eden vodoo bebeğini elinde tutuyor? Sınav yapmayayım diye belime iğneleri saplaya saplaya yoruldunuz be yavrucuklar, kıyamam o iğne tutan elinize! Hadi söyleyin! Valla kızmayacağım.) 
Hahaha, ama çabalar meyve vermedi. Yaptım sınavı tabii. 

Sağolsun, öncesinde çantamı taşıyan öğretmen arkadaş (hep adını zikrettiğim, 26sında kocaman bir yüreğe, müthiş bir olgunluğa sahip, ve tabii ki "öğretmen arkadaştan" çok öte özel bir can olan) Sophie, ev dönüşü, yine çantamı yüklendi, eve kadar getirdi. 
Ve maalesef böylesi bir günün akşamında bir taksici hadisesi (bir kediciğin ezildiği vaka) yaşandı. Ilk fırsatta onu da anlatırım. 

Akşamında ağrıdan zırıl zırıl ağlıyorum. 

Ertesi gün erkek arkadaşım, işi gücü bıraktı beni hastane hastane dolaştırdı. MR çekildi, Pazartesi sonuç alınacak. 
Yani onbir gündür bu haldeyim. Ben böyle ağrı görmedim. Hayatımda bir migren ağrısı ağlattı beni, bir de bu bel ağrısı. 

Şimdi beni asıl ürküten, bel fıtığı çıkarsa, ben iki köpekle ne yapacağım? Kaç gündür erkek arkadaşım işinden gücünden geri kalarak elinden geldiğince sabah akşam çıkarıyor, ama uzun vadede ne yaparız, nasıl yaparız hiç bilmiyorum. Et tırnaktan ayrılmaz, Benno elbette bir yere gitmez, ama ya Rico (aka Bodurcan)'nun akibeti ne olur? 
Düşünmek istemiyorum. Belim yetmezmiş gibi karnıma ağrılar giriyor, sırf belim yüzünden onu vermek zorunda kalırsam başka bir yuvaya. Öyle bir alıştım ki o sıpacığa da. 
MR'ı çektiren nörolog bir şey göremedi. cuma günü gideceğim ortopedist arkadaşım, yatarak çekildiği için fıtığın orada belli olmayabileceği görüşünde. Ne diyeyim, iki gün daha sıkmam lazım dişimi. 

Hadi sevgili okuyucum (bunca zamandan sonra hala mevcutsan) ne olur dua et, gönder pozitif enerjini, ciddi bir şey çıkmasın, bir an evvel sağlığıma kavuşayım! 

19 Şubat 2014 Çarşamba

duvar

uzun zamandır yazmıyorum, hayat bir hayli yoğun gidiyor, ya da belki de son zamanlarda söyleyeceklerim kalmadı bu yaşama dair.  aklıma gelen bir sürü konuyu es geçtim. mesela yeni çocuğu anlatmadım henüz. eh ben merak uyandırayım da, elbette anlatırım bu yeni çocuğu. dört ayaklı dünya tatlısı bir şey olduğunu söylemekle yetineyim şimdilik. 
onca zaman sonra ise bloğuma sarılıp bir şeyler söylemeye değer bulduğum mevzu ola ola bir film hakkında oldu.  
eh, film eleştirisi yapmayalı da zaten bir hayli vakit olmuş. buyrun size eleştiri:
bu bahse değer bulduğum filmin orijinal adı "die wand", yani "duvar"
filmin özetini okuduğumda tam bir fantastik öykü bekliyordum. "bir kadın sabah uyanır ve nereden geldiği belli olmayan bir duvarın önünde bir kedi, bir köpek ve de bir inekle kendini bulur." diye yazıyordu film kapağında. 
bir tv dizisi var, amerika'da küçük bir kasaba kendini birden bire bir cam kubbe içinde buluveriyor, öyküsü tamamen amerikalılara özgü o söylem içinde, olup biteni anlatıyor ve elbette olayı bilim kurgusal bir düzlemde ele alıyor. yani başka bir deyişle: safi aksiyon dolu bir dizi. eee tabii bu filmin oluşturduğu önyargı ile oturdum koltuğa, bastım dvd göstericinin düğmesine. ama öylesine durağan bir anlatımı var ki filmin, zaman zaman bağlantıyı yitirdim, elimdeki örgüye daldım -ahahaha, bakın o da ayrı bir mevzu- hatta erkek arkadaşım ortasında uyuya kaldı. 
konusuna gelince: bir kadın haftasonunu geçirmek üzere arkadaşlarının avcı kulübesine gider. arkadaşları köye inerler, o ise kulübede kalır. gece geç saat olur, arkadaşları dönmemiştir. geride kalan kadın arkadaşlarının köyde kaldıklarını düşünür, ama ertesi sabah da gelmediklerinde köye yürümeye karar verir. yarı yolu arşınladığında bir de ne görsün, daha doğru görmez, bodoslama cam bir duvara çarpar! haydaaaa, bu da ne derken, elini uzatır ve görünmeyen bir duvara dokunur. anlayacağınız, yolu saydam bir duvar kapamışıtır. bu gizemli duvar neyin nesimiz, nerden gelmiştir, arkadaşları nerededir diye seyirci düşüne dursun, hatta, dur hele, olaylar bundan sonra başlayacak diye beklentiye girin. çok beklersiniz! bırakn bütün bu soruların cevabını biraz olsun vermek şöyle dursun, neredeyse filmin sonuna kadar hiç bir vukuat olmaz. 
aklınız almadı değil mi? nasıl olur da bir şey olmaz böyle bir durumda diye düşünüyor izleyici. acele etmeyin, oraya geleceğim. 
bir şey olmadığı gibi, üstüne tuz biber tadında, seyrederken bunaltan durağan, ve aynı zaman da olabildiğince, abartıya kaçılmış şiirsel anlatımı var filmin. yeter artık, kapana kısaltmış bir insan bu kadar şairane duygulara kapılabilir mi, çaresizlikten lanetler yağdırması gerekirken, kalkmış hanım ablamız, "güneşli mayıs ayında rüzgar tatlı tatlı saçlarımı savururken, güneş ensemi öpüyordu" minvalinde satırlar döktürür, kulübede bulabildiği kağıtlara. başta, yok artık, kitşin sınırı yok diye söylenirken, üzerine düşündükçe daha da hoşuma gider oldu o durağan anlatım. evet başta sıkılmıştım, çünkü feci şekilde bu cam duvarın nasıl geldiği sırrının peydahlanmasına odaklanmıştım. hele ki kadının duvarı aşma çabalarını bu denli isteksiz ele alması, ki duvarın bir kubbe olmadığı, yani yağmurun yağması, gökyüzünde kuşların uçuyor olması bir gösterge iken, kadının duvarın yüksekliğini araştırmıyor olması -tabii, onun durumunda ben olsam, yapacağım çabalar olurdu bunlar- beni çileden çıkarmıştı. 
tam da bu noktada bir şeyin ayırdına vardım: kadının yerinde ben olsam! evet, kadının yerine kendimi koyabiliyordum, zira film, yemyeşil çam ağaçlarının, alabildiğine yeşil vadilere bakan dağlık bir bölgede, bir gecede oluşan cam bir duvarın olağandışılığı haricinde, olağandışı hiç bir şey anlatmıyordu. kadın film boyunca böylesi bir doğada olabilecek gayet doğal medeniyet ötesi koşullarda yaşamaya zorunluydu. evet evet, anladın sevgili okurum, özetle diyebiliriz ki, bu modern bir crusoe hikayesi. ama her nedense, çocukluğum hariç, hiç bir zaman kendimi robinson emice yerine koyamamışımdır. halbuki gazetelerde az mı rastlarız, yok sandalla bilmem kaç gün denizlerde kayıp geçirdikten sonra kurtulan kişilerin öykülerini. ama öylesi büyük bir gemiye kaç kişi biner de, başına bir de gemi kazası gelir de, sağ olarak sandala kapak atar ya daf işsiz bir adaya düşer... ohoooo ölme eşeğim ölme!
işte filmin başarısı da buradan kaynaklanıyor: bilindik bir öykünün sadece modern zamana taşınmış olmasından değil; arabanızla atlayıp gittiğiniz bolu, ya da izmit dolaylarında bir vadide başınıza gelebilir bu durum. hatta kırlarda bayırlarda gezerkenile, tak diye cam duvara toslamanız mümkün dedirtiyor bu film. ilahi cam duvar, nerede peydahlanacağı belli mi olur?
bundan sonra kadının hayatta kalma çabalarını izleriz. arkadaşlarının köpeği de kadınla kalmıştır. öncesinde köpekle hiç bir ilişkisi olmayan kadın, zamanla en iyi arkadaşı olarak görmeye başlayacaktırbu huysuz dört ayaklıyı.kedi sayısı ikiye çıkacak, hatta inek doğuracak... aaa çok anlattım, zaten fazla aksiyon yok filmde, tüm vukuatları bir bir saymayayım, geri kalan sürpriz olsun. 

tekrar etmek gerekirse, son zamanlarda seyrederken sıkıldıysam da, sonrasında üzerine düşündükçe keyif aldığım nadir filmlerden duvar. muhakkak seyredilmeli.