31 Aralık 2006 Pazar

ihmalden değil vakitsizlikten!

Buranın düzenli bir iki okuyucusu (vay be, artık hayranlarım bile var, heyyyt be! şimdi ben nasıl gaza gelir, ne yazılar döktürürüm yav!) burayı çok ihmal ettiğimden dem vurdu.

Öhöm, kem küm... tamam yav, yedi gün çalıştığım külliyen yalan, ev aradığım filan da yok, bunca zamandır "on dönüm bostan yan gel osman" vaziyetlerindeyim desem?

Yemediniz mi? Hmmm, ben bir ekmek almaya gideyim fırına, yolda daha yutturulur bir yalan gelirse aklıma yazarım madem...

Ben gelene kadar sakın ha koyun moyun kesmeyin, kurban adamayın, fena kızarım haaa, hepinizi cıss yaparım!
Ve bu gece de bir yılı devirdik diye de çok içip dağıtmayın, içip içip de sağa sola kusmayın, elaleme rezil rüsfa olmayın. Sonra gelip dağınıklığınızı toplamam, haberiniz olsun!

Nice bayramlara ve mutlu senelere!

not: yanda görüldüğü üzre size alternatif çözüm de sunuyorum. Kesmeyin yahu şu garibanları!

tdk ya da zurnaya iş düştüğü an...

Bir önceki yazıyı yazarken "apartma" kelimesini kontrol edeyim dedim, tdk'nin o eşşiz sözlüğüne dalıverdim ki, beni yılsonu sabahı pek bir güldürdü.
"apartma" kelimesini giriyorum, tamam açıklamasını getiriyor, eyvallah da, yine kendisiyle açıklıyor durumu...
Sözlüğü düzenleyen arkadaşları kutlamaktan başka çare kalmıyor bana da, ee kardeşim, bu sözcüğün synonymleri (eş anlamlıları, anlamdaşları vs) mi tükendi de, yine kendisiyle açıklayabildiniz ancak?
Bravo!!!

yak bi cigara

Vapur iskeleye yanaşırken aşağı iniyorum, dikiliyorum kalabalığın içine, hemen sağımda karayağız bir genç yakıyor sigarasını.
Duman da tabii soluğu benim suratımda alıyor! Nasıl da severim şu dumanın yüzüme çarpmasını!
Vapur yanaşırken de artık içmeyin be kardeşim şu mereti! 20 dakka boyunca armut mu topladın? diye içimden söylenerek yüzüme gelen dumanı savuruyorum elimle. Bir de görsün diye gereğinden fazla sallıyorum elimi.
Ama bir kaç defa daha sallamam gerekiyor ki, nihayet farkediyor. Sigarayı aşağı mı tutuyor, söndürüyor mu ilkin göremiyorum ama dumanı gelmiyor artık suratıma. Tabii mutlu mesut bir şekilde vapurun kıyıya yanşamasını beklemeye başlıyorum. Tam inerken de dönüp teşekkür ediyorum.

Bundan sonraki enstantane bir film karesinden tamamen apartma sanki: Adam yüzüme bile bakmadan başını "bir şey değil" manasında kısa bir süre için eğiyor.


Nasıl bir kültürün içinden geliyor ki, kadının yüzüne bile bakmaktan çekiniyor? Vay be! Hem de İstanbul'un orta yerinde...
Bakakalıyorum karayağızın ardından.

20 Aralık 2006 Çarşamba

pazar manzaraları

Pazar günü meydanda gösteri var. Bense uzaktan geçiyorum, bakıyorum ama bir türlü seçemiyorum göstericileri. Ancak sarılı kırmızılı bayraklar ilişiyor gözüme.

Polis barikatının hemen ardında dikilen bir polise soruyorum "Kim gösteri yapıyor?". Bir an düşünüyor, sonra pazar mahmurluğuyla cevap veriyor: "Bilmem".

Dönüşte başka bir sokağından geçiyorum meydana çıkan.
İki polis görüyorum pek "ben bilirim" pozlarında dikilmiş muhabbet ediyorlar. "Kim bu gösteri yapanlar" diye hemen soruyorum. Hiç düşünmeden berikinden cevap geliyor

- Şerefsizler
- Peki kim bu şerefsizler?
- Şerefsiz işte!
- Bilmiyorsunuz değil mi kim olduklarını?
- Biz onlara kısaca şerefsiz diyoruz

Polisimizin bu detaylı bilgisi beni derinden etkiliyor.
Asayiş kesinlikle yaptığı işin bilincinde olan ellere emanet.
Fakat diğer yandan beni de tek boş günümde dikseler sokağa, ben de dikilme sebebime böyle sıcak duygular beslerdim sanırım, ama "Bilmiyorum" diye cevap verir miydim?
İşte onu gerçekten bilmiyorummmm.


*******************************

Aynı sokaktan devam ediyorum, bir ayakkabı dükkanının önünden geçiyorum. Aniden bir "zoooorrrrrt" sesiyle irkiliyorum. Yok yahu, olabilir mi? Niye olmasın!
Biraz uzaklaşınca dönüp bakıyorum, sakallı yaşlıca ayakkabıcı amca dükkan önündeki tezgaha dizmiş olduğu pabuçların tozunu almaya devam ediyor, hiç bir şey olmamış gibi.

Yaşından başından utan be amca, böyle de laf atma olur mu?
Ama ne yalan diyeyim, çok yaratıcı bir laf atmaydı!

10 Aralık 2006 Pazar

dedeler ve torunları

Henüz bir yaşındayken ben, annem dedemi Alamanya'nın soğuk kasabasına getirmiş. Son boşandığı altıncı hatundan mı kaçmış yoksa annem mi yalnız kalmasın, bir yedinci cici anne peydah olmasın diye mi kapıp getirmiş bilmiyorum, ama iyi etmişler.

Çalışan anne babaların çokça yaptığı üzere bebeyi kendi anne/babalarına sepetlemiş bizmikiler de.
Bu durumda sepet havası aynı evin sınırları içinde olmuş elbet.

Hele dedemle beni evde
ilk yalnız bırakış hikayesini dinlemeye bayılırım annemden: "Su bezle çocuğun yüzünü, şunla poposunu sileceksin, şurada maması burada pudrası" tadında eminim beş yüzüncü kez tekrar ettiği bir izahat yapıp işe gitmiş.
Akşam geldiğinde sormuş dedeme, "Nasıl gitti?" diye. "Şahane" demiş dedem, "hiç sorun çıkmadı". Ama annem bir bakmış ki, gösterdiği hiç bir bez kullanılmamış. "E baba, neyle sildin çocuğun yüzünü kıçını?" "Te şuradaki bezle" demiş dedem. Gösterdiği bez de bulaşık bezi!

Tamam o zamandan belliydi benim boku yediğim, ama hiç yüksünmüyorum, yiyebileceğim en muhteşem insandan bunu yemek bir şanstı benim için.

Eski türkçe dışında latin alfabeyi hiç öğrenmemiş, almancayı da ancak çat pat sökmüş, son aşkı torunu olan bir yaşam sanatçısıydı dedem.

Oturduğumuz Altbau'un çatı katında bulduğum kalın kitapları tutuştururdum eline bana okusun diye, o da hiç kimseden işitmediğim masalları "okurdu" saatlerce. Çok sonraları, okulu, okumayı söküp eşşek kadar olunca, bu kitapların Gotik harfleri ve eski almancayla
yazılmış olduklarını fark etmiştim.

Annem dövdüğünde benle ağlar, gelin gittiğimde bulaşığımı yıkamak için benle gideceğini söylerdi.

Alışverişe çıktığımızda isteklerimi dile getirme ihtiyacı bile duymazdım, gözümden okurdu. Bakmam yetiyordu çoğu zaman, gücü yetiyorsa asla esirgemezdi.

Omuzlarından inmezdim hiç, hele bir de kafa tokuşturmalarımız vardı ki (ilk zihinsel hasarı ne zaman aldığımın farkındayım), nasıl ağrımazdı başı, bilmem.

Yaz kış asla çıkarmadığı bir fötr şapkası, eski tip bir yeleği olurdu, yazın arkası astarlı olan, kışın yünlüsü.
Hele ki o uzun paçalı donları hiç gitmez gözümün önünden. Bir de masmavi gökyüzünü sığdırdığı güleç gözleri, sigaradan sararmış beyaz bıyığı ve koca bir dünyanın insanlarını içine alabilen kocaman bir yüreği vardı.

Türkiye'ye dönmek dahi onu çalışma azminden kurtaramamıştı. Yerleştiğimiz küçük kasabanın sahilinde boy ölçen bir tartısı ve bilumum kıvır zıvır sattığı bir tezgahın başında üçüncü kalp krizini geçirip vakitsiz kaçıverdi bir Nisan sabahı.
Belki de ilk kez gitmiş olduğu doktorun ona çalışmayı yasaklamasını kabul edememiş, annemden gizli saklı sabah erkenden işe kaçmıştı o sabah da.

Onaltı yaşımdaydım. Ergenliğin buhranlarından başımı kaldırıp hayatıma bu denli etki ettiğini fark edemeyeceğim bir dönemde. Hani bir kaç sene daha yaşasa, bana yedirmiş olduğu bokun ne kadar zihnimi açtığını ona söyleyebilsem, ayaklarını öpebilseydim.

Kişiyi, olduğu benliğe kavuşturan bir insanı yitirmenin ne demek olduğunu bilmenin ağırlığı var.

Dedemin öldüğü yaşı bir yaş geçmiş ve geçen sene ölümden dönmüş felçli bir babanın hastalığı nüksettiği günler geçiriyorum.

Olacakların önüne geçilmez, yaşam her koşulda devam ediyor...
Ama üzüldüğünde senle ağlayabilen bir insanı daha yitirme ihtimali... işte o ihtimali hiç sevemedim...

Piyale Madra ve köy tutkusu


Madra'nın "Piknik"ine biterdim. Cumhuriyet okuruyken küçük zevklerimden biri minik kediyle benimle adaş kahramanın neler karıştırdığını öğrenmekti. Radikal'de "ademler ve havvalar" serisine başladığında da sevinmiştim o yüzden.

Ama Madra son üç günde yaratıcılıkta minik bir sancı
çekiyor olsa gerek ki, aynı konuyu evirip çevirip baştan ele almış.
İki kadın, ki aynı kadınlar felsefenin derinliklerinde seyir eden bir sohbetin içindedirler...

Evet anladık köy insanı pek mutlu, bebelerini büyütür, dalyan gibi pos bıyıklı kocasıyla halvet olur vs vs, ama bunu bize üç gündür üstüste tekrarlamanın manası ne?

Anlamayan Radikal okurları için bir kez daha söylüyor Madra: Bırakın okuduğunuz kitapları, mesleğinizi, bilginizi, aydınmışlığınızı, gidin köye, onbeş adet bebe doğurun, sırtınızda son bebeniz sütten kesilmeden tarlada çapa yapın, yorgunluktan iflahınız kesilmiş bir şekilde akşam da o onbeş bebenin karnını doyurun ve üzerine de bütün gün kahvede yayılmış, okey oynamış dalyan gibi pos bıyıklı herifinizden sopayı yiyin. Sonra da mutlu mutlu ekonomik bağımsızlığıını kazanmış koca kahrı çekmek zorunda olmayan şeherli kadın hayalleri kurun...

9 Aralık 2006 Cumartesi

Kaset alana bir de "yabancı cd" hediye

Kadıköy'ün bilinen kitap ve bilumum kıvır zıvır satan dükkanlarından birindeyim. Satış danışmanından boş kaset rica ediyorum.
Elemanın sorduğu soru: Yabancı cd mi?

Boş kaset ile yabancı cd arasında bir bağlantı kuramadığımdan olsa gerek, bir an için hamama girmiş kutup ayısı gibi bakıyorum.

Sonra tam dilimin ucuna kadar geliyor "Yok çocuğum üç rulo tuvalet kağıdı da iş görür. Nasılsa birazdan şuracığa yapıp çıkacağım" diye. Ve hemen ardından dilimi ısırıyorum ki, münasebetsiz cümle fırlamasın, kelimeye dönüşmesin, düşüncede kalsın diye, ama yüzümü ısıramadığımdan olsa gerek,
eleman suratıma bir bakıyor, cümleyi alenen orada okuyor ve "O bölüme Muhsin bey bakıyor" diyerek kaçıyor yanımdan.

Bana da tabii, nerede olduğu belli olmayan şahsı "Muhsin beeeeey" diye yırtınmak suretiyle aranmak kalıyor...

8 Aralık 2006 Cuma

benim eşşşek öğrenciler

dersten çıktım, telefon etmeye çalışıyorum ama nafile, telefonumun sanki hattı kapanmış, mümkün değil arayamıyorum. herhalde hattımda bir arıza var diyerek vazgeçtim.
ilk fırsatta turkcell'i aradım. hattımda bir sorun yok.

tuttum bir telefoncunun yolunu.
cihazda sorun var dedi bir iki kontrolden sonra. sonra adam uyandı, siz şu, aramaları kilitleme şifrelerini girdiniz mi?

"yooo" diyebildim, ama diğer yandan da jetonum yuvarlandı...
ders esnasında telefonu direkt masaya bırakırım, zira saat niyetine kullanıyorum. yoksa... yok yahu, benim öğrenciler yapar mı?

yapar mı yapar! eve geldim, hemen o çağrı kısıtlamalarının iptal şifrelerini girdim: telefon çalıştı!

ulen helal olsun, ben derste sıraların arasında gezinirken, bir bababiyiğt çıkıp, benim cebi kaşla göz arasında kilitlemiş!

hani suçluyu bulsam, kızmaktan ziyade, alnından öpeceğim cesareti için!
az uğraştırmadı beni akşam akşam şerefsiz!!!
hahaha

babanı kaybettik!

eve dönüyorum, annem arıyor "babanı kaybettik". birden elim ayağım boşanıyor, yolda kalakalıyorum, nasıl yani, babam kayıp? nereye kaybettiniz? ölüm????

ağzımdan bir tek "nasıl anne?" çıkıyor. nefesim tıkanıyor, başım dönüyor, bulduğum ilk taşa oturuyorum.

annem açıklıyor: meğer yolda yürürken kaybetmişler birbirini...

eh be anne, bunun için başka şehirde yaşayan kızını mı arıyorsun?

bizimkiler hakikaten bir alem. yolda yürürken annem babamı yolda kaybediyor, nasıl başarıyorsa bunu!
üstelik bulunması için başka bir şehirde yaşayan kızını arıyor...
eh ben daha ne diyeyim...

bu yılki en yüreğe bindirmece telefon görüşmesi ödülünü sen kazandın anneciğim!

7 Aralık 2006 Perşembe

Komşu komşu huuuu!

Bilumum evlerde oturdum, hele öğrencilik zamanı, silahlı çatışmaların olduğu, polislerin yan evlere baskın yaptığı bir semtte de yaşadım. Hadi onlar cidden sıra dışıydı, ya da serde gençlik vardı, heyecanın dozu ancak yüksek olunca kesiyordu.

Fekat bu son yaşadığım apartman tansiyonumu zıplatacak. Ya da, itiraf etmek hiç işime gelmiyor ama: ben yaşlandım! Zira en alt katta oturan bir aile var. İki yetişkin oğul, bir şişmanca kadın ve de fıdıl kocadan oluşan mutlu mesut yurdum ailesi kıvamında -siz öyle sanın! Çünkü haftada bir kavga oluyor ki ne siz sorun, ne ben söyleyeyim.

Söylemeyeceksem ne diye sözünü açtım, söyleyeceğim elbette: bu aile evlere şenlik! Ya yetişikin ama işsiz güçsüz oğullardan biri feryat figan bağırıyor ya da anneleri, ya da o fıdıl babaları. Bir de annenin o kavgalardan sonra acılı acılı arabesk bir parça tutturuşu var ki, hani kapılarına gidip, "abla be, n'olur siz şu kavgaya devam edin" diyesim geliyor.

Üstelik aramızda tam tamına iki kat var, onlar girişte oturuyor, bense 3.katta. Düşünün artık nasıl bir volümle kavga ediliyor. Hiç bir şeye değil, onların hemen üstünde oturan yaşlıca teyzeye acıyorum. Kadın nasıl gitmiyor, her defasında kaplten, şaşıyorum (Lafa bak şimdi, sanki geri gelecek de, her defasında gidecek.. yaw gitti mi nasıl geri gelsin! Hay senin türkçene be blogçu! - evet, nolmuş kendi kendime konuşuyorum, bu apartmanda şaşılası bir şey mi bu?).

Dün akşam bağıranın baba olduğunu tahmin ettim. Oğlanların sesine benzemiyordu (sanırım onların periyotları daha sık olmakta). Adam öyle bir bağırıyordu ki, canhıraş; arada da bir gümbürtüler geliyordu, sanırım eşyalar fırlatılıyordu sağa sola, ya da hazır enerji gelmişken evi yeniden dekore ediyorlardı... Belki de benim bağırtı sandığım değişik bir yöreye ait bağırmalı türküydü?!
Lakin ben diğer olasılığı göz ardı etmediğimden "eyvah birisinin cenazesi çıkacak!" diye ürktüm. Hatta elimde telefon, dolandım durdum evin içinde.
Polisi aramak bir vatandaşlık görevi mi, yoksa canının sıkılmışlığından üstüne vazife olmayanlara dalan meraklı komşu pozisyonu mu olur kestiremediğimden arayamadım.

Olası cenazeye katılmak birden daha kolay göründü gözüme nedense.
Olayı haber yapan gazetelere de sanırım "valla çok sakin bir aileydi, çok şaşırdık" tadında demeçler verirdik apartman ahalisi olarak.

Yarım saat süren gümbürtü ve bağırtılardan sonra ortalık süt liman oldu. Baktım polis arabası da dayanmadı kapıya, bir oh çektim.

Fakat bu sabah, dobiş anne, dün akşamdan gazını alamamış olacak ki, başladı bağırtıya. Ama kısa sürdü. Yani tam pencere ardına soteye yatmış, konuyu ayırt etmeye başlayacaktım ki, sus pus oldu ortalık.

Yanlış anlamayın, meraklı olduğumdan değil, cesaret edip polisi çağırdığımda daha iyi detay verebilmek benim uğraşım. İnanın başka sebebim yok!

6 Aralık 2006 Çarşamba

yine yeniden cupum canım benim

Bu akşam coştum, farkındayım. Ama bir yazmaya başladım açıldım, hayatım değişti (iyi bir giriş cümlesi olurdu bir romana, eheuehue).

Cup o koca cüssesiyle yerleşti kucağıma. Bir yandan onu dengelemeye, diğer yandan yazmaya çalışıyorum. Herif kocaman, sığmıyor ki! Ama işte ben onun minik hallerini de hatırlıyorum. ah ah pek bir nostaljik oldum, hemen kağıda, yani bloguma
(o kadar da nostaljik olmadım anlaşılan) dökeyim dedim, yoksa onun kucağıma gelme ısrarından değil.

Bir yaz günüydü, Haziran'ın 30'uydu (hey gidi hey, bugün gibi hatırlıyorum...) hava sıcak, bakkaldan geliyorum, bir baktım komşu veletleri toplaşmış bir şeye bakıyorlar. Merakla yanlarına gittim, ne göreyim! Minnacık beyaz bir kedi, gözleri kapalı, yerde sürünüyor, bizim cani veletler etrafını sarmış, sopayla dürtüklüyor!
- Nerede bunun annesi, nereden buludunuz bunu?

- Yok annesi, biz bakacağız.
- Bakamazsınız, annesi olmazsa yaşamaz bu bebecik.

Baktım olacak gibi değil, bunların eline bıraksam, ertesi günü çıkaramaz. Aldım mecburen. Bizim arka bahçeye koydum. Etrafı çitle çevrili, en azından komşu veletlerin zulmünden uzakta olur dedim.
Beklemeye koyuldum. Belki annesi duyar da gelir diye (o minik kedilerin neresinden çıkıyor onca ses bilmem ama o miyavlamalar hala kulağımda).

Tabii ne gelen oldu ne giden. Bizim ufaklık da ağlayıp da durdu. Bütün bir gün, bütün bir gece bekledim. Dokunmak da istemiyordum, kokum siner, annesi geri almaz diye.
Eve de almak istemedim, çünkü bir kaç sene evvelinden böyle gözleri açılmamış bebeleri bulmuş, ama iki hafta ancak yaşatabilmiştim.

Ertesi gün dayanamadım. Ulen bıraksam, acından öleceksin, bari iki hafta yaşarsın. Umut dünyası işte...

İlk ay beberon büyük geldi, damlalıkla besledim. Bir de bu encikler kendi başlarına işeyemez, anneleri yalar bunların çişini kakasını (bence cennet asıl bu kedi köpek annelerinin ayağı dibinde... ıyyyk). Neyse, yalayacak halimiz yok elbet, dil işlevi görecek nemli pamuklarla hallettik o işi. Günde beş defa! Anlayağınız günde beş defa mama servisi, beş defa çiş kaka sersvisi verdik. Neyse ki insan yavrusu değil de bir ayda çişini, kakasını yapmayı öğrendi. Ama damlalık olayı biberona terfi etti. Ve inanmayacaksınız belki ama, bu herif bir buçuk yaşına kadar biberondan süt içti!

Evet ya, aynen bebek gibi. Kucağıma yatırıp dayıyordum biberonu ağzına. Cupcup içiyordu (eveeeeet sizi gidi zeki şeyler, şimdi isminin nereden geldiğini anladınız işte!). Patilerini dayıyordu şişeye, cup cup yallah!
Bazen uyuya kalıyordu, usulca çekiyordum biberonu ağzından, bizimki hemen uyanıp cupcuplamaya devam ediyordu.


Şimdi kocaman eşek oldu. Tam tamına onbirbuçuk yaşında kerata.
Hey gidi hey be! iki haftayı çıkarsın derken, kaç yılı birlikte devirmişiz...

"Tamam Cup, bak yazdım işte, bacağım ağrıdı, hadi kalk da bir kahve keyfi yapayım ben de!"

yollarda ittirmece kaktırmaca

İstanbul'da yaşamak yetenek gerektiriyor çoğu zaman. İki defa gaspa (hani şu silahlı olanından) uğramış ve bıçağı bir tarafına yememiş şanslı biri olarak konuşuyorum karşınızda.
Yani bırakın silahlı soyguna uğramayı (ki itiraf ediyorum bir hayli beceriksiz bir "soyulan"ım - belki bir gün anlatırım, ama önce komik taraflarını bulmam lazım o iki hadisenin-) yolda yürümek bile zor şu yedi tepikli zulüm kentinde (yok yok kaçtığı için kızmıyorum zaten sevgilime, ama gittiği şehir daha matah bir yer olsa bari...).

Üstelik İstiklal Caddesi gibi kalabalık bir yer de olması gerekmiyor tepiklenmek için.
Koca meydan var, adam ille de üzerinize gelecek, sığmıyor ki yere göğe, o napsın! Hani sanki şehirde değil de, dağda bayırda geziniyor. Başka insan mı var da yol vereyim tadında...

Yoksa "hodri meydan, bakalım kim kaçacak kenara" oyunu mu oynuyoruz da acaba benim haberim yok?

Bazı günler kibar ve medeni insan görüntüsünde çekiliyorum herkesin önünden kenara, bazı zaman üstüme geldiklerinde, duruyorum yol ortasında, çarpacak mı acep diye de beklemeye başlıyorum. Ama bazen de tepem atıyor, dikleştiriyorum omuzumu (nasılsa karşımdakinin yol vermeye niyeti yok) bir güzel geçiriyorum, bir de geri dönüp, önünüze baksanıza kardeşim diye fırça atıyorum.

Ama işin en ilginç yanı, insanlar bunu kanıksamış durumda. Medeni insan günlerimde, kazara çarptıklarımdan hemen özür diliyorum, adamın ruhu duymuyor. Dönüp bakmıyor bile. Ya çarptığımı algılamıyor ya da alışmış. Kimse çarpmayınca yadırgıyordur belki de.

Bir de azınlıkta olmalarına karşın çok da sinir bozucu tiplemeler var, hani çarpıp da özür dilediğinizde, "önüne baksana öküz" diyenleri! Tamam kelimesi kelimesine bu olması gerekmiyor, ama zaten özür dilemiş karşındaki, ne uzatıyorsun kardeşim?
Yahut ben mi çok yufka yürekliyim de özür dilediklerinde hemen yelkenlerim suya iniveriyor?

Her ne ise, bol çarpmalı, tepikli günler dilerim...

üniversite değil ki, dingo'nun ahırı...

Zamane öğrenci veledi bir alem. Bunlar "aşmış" anacım. Öyle böyle değil. Nasıl rahatlar anlatamam. Dilleri pabuç gibi. Yani anlayacağınız hababam sınıfının hık demiş, burnundan düşmüşler. Çoğu zaman da ilk okul öğrencileri gibi davranıyorlar.

Mesela bir tanesi var, nasıl zeki bir çocuk, ama boyna cırcır ötüyor derste. Tamam, çok da akıllıca sorular yöneltiyor, içimden ne güzel sordun, diğerleri uyuyordu şeklinde iltifat da ediyorum, ama bir o kadar da ipe sapa gelmez laflar ediyor. Bir defa olsun konuşma be çocuk diyorum. "Ama hocam ben konuşmuyorum ki" diye cevap veriyor.
Geçen gün de, "Bakın bütün ders konuşmadım, bana artık ekstra bir not verirsiniz değil mi?" diye soruyor...

Bugün bir diğerini dışarı gönderdim. Ota boka kikir kikir, yaw ne var diyorum, cevap "kikir kikir". Git sakinleş, öyle gel dedim sonunda. Adam bir de mp3 playerini aldı yanına. Giderken de "10 dakka sonra buradayım" diye haber veriyor. 10 dakka sonra sakinleşecekmiş. Saat ayarlı sakinlik. Fesüphanallah...

Hele bir tanesi var ki, daha dönem bitmemiş "hani artı puanlar verecektiniz, daha hiç bir şey görmedik" diyor. Yahu kızım, notlar teslim mi edildi de bir şey görmediniz?

Ya da öğrencinin biri "i" harfini yanlış telaffuz ediyor, uyardığımda da "aaa" diye şaşırıyor. Başlıyor arka sıralardan biri hemen "ia ia ia" ve alıyor tabii ceza ödevini.

Dün de biri, "hep oyun getirdim diyorsunuz, ama oynatmıyorsunuz, yalan söylüyorsunuz" dedi. Yuh be dedim, kalkıp hocama "yalan söylüyorsunuz" diyeceğim, görülmüş şey mi, şu rahatlığa bak!
Çıkardım oyun kartlarını tuttum burnuna, utanır belki diye.. ama neredeeee!
(Evet, o koca eşeklere oyun oynatıyorum. bir ders oyun olmayınca da, hocam yaaa ne zamandır oyun oynamadık diye söyleniyorlar!)
Hatta durumu abartıp, "o pembeli mavili kartçıklar oyun mu hocam?" diye sorup ardından, "bize oynatmıyorsunuz, başka sınıfa oynatacaksınız değil mi, hıh istemiyoruz oyun moyun" diye kapris bile yapabiliyorlar...

Bakmayın laf ediyorum, söyleniyorum ama seviyorum da ben de öğretmeyi de öğrencilerimi de.
Öğreten insan ve öğrencileri tadında yaşamak başak burcu evladı olarak yapılacak en iyi şeylerden biri diye düşünüyorum (bu arada çaktırmadan da burcumu da sıkıştırdım araya, hani eylül ayı hediye filan göndermek isteyen çıkar ümidiyle, ehehe).

her bir nane itinayla yazılır

Bugün keyfim yok. Yapacak işim de yok. Bir de konu mu bulacağım şimdi? Vallahi bulamadım işte, ottan böcekten dem vuramayacağım, kusura bakmayın!
Kaldı ki zaten ipe sapa gelmez mevzularda söz sarfiyatı yapıyorum, hani konu bulsam ne fark edecek?

Ee siz de ne bulsanız okuyan kitle olmayın kardeşim, şimdi ne diye okuyorsunuz bunu?
Ama böyledir işte insanoğlu, hep yapma denileni yaparız. Kurallar da zaten ihlal edilmek için vardır...

Aklıma Manuel Puig'in (hani şu ünlü "örümcek kadının öpücüğü" adlı eserin yazarıdır kendisi) "Bu sayfaları okuyana sonsuz lânet" adlı kitabı geldi bunları yazarken. Kitabı görür görmez almıştım. Eh benim de kanımda var demek. Nerede bokluk oraya konduk şeklinde. Ve sanırım laneti tutmuş olmalı ki, o zamandan beri burnumu çıkaramadım boktan...

3 Aralık 2006 Pazar

Nazım Hikmet Kültür Merkezi ya da ukalalığın cirit attığı mekan...

Caz programlarına göz atayım dedim. Web sitelerine girdim, ama programın açılmasıyla karınca duası boyutuna küçülmesi bir oldu. Ben de sitenin başka sayfasından bulmuş olduğum telefon numarasını aradım. Ve karşıma dillere destan bir zat-ı muhterem çıktı.
O muhteşem görevli ile aramızda geçen sevgi dolu konuşmanın üç aşağı beş yukarı şeklini, yemedim içmedim, sizler için kağıda döktüm:

- İyi günler, web sayfanızdan caz progamına bakmak istedim, ama öyle küçük açılıyor ki sayfa, okunması olası değil.
- Öyle bir şeyin olması mümkün değil.
- Evet ben de onu diyorum, okunmuyor.
- Hayır, küçük açılması mümkün değil.
- Evet hakkınız var, ben de sırf can sıkıntısından sizi aramıştım.
- Canınız sıkılıyorsa niye aradınız?
- Ukala bir iki insanla hasbıhal edeyim, içim açılsın istedim, sanırım doğru adresteyim. Nazım Hikmet Kültür Merkezi olarak kutlamalıyım sizi, bu ne müthiş bir karşılama.
- Asıl siz ukalasınız.
- Aa yok canım, iltifat ediyorsunuz; o sizin ukalalığınız. Hem sizin adınız nedir?
- Ne yapacaksınız adımı?
- Hani bir kez daha ihtiyaç duyarsam ukala birine, direkt sizi bulayım diye. Yoksa yok mu adınız?
- Var da, size niye vereyim?
- Ooo varmış demek, allah analı babalı büyütsün. Neyse vermeyin sakın, kalmaz sonra size.
- Bu ne terbiyesizlik!
- Tabii tabii siz ismini söyleyemeyecek kadar yüreksiz olun, sonra terbiyesiz olan ben olayım. Yok öyle yağma!
çat
çat...

Karşılıklı telefon ahizelerini kırmaya ramak kala yerine çarptık sanırım. Hani keşke görüntülü telefonumuz olsaydı diyorum, daha bir keyifli olurdu, "hor görülmüş fakir delikanlı" bakışları fırlatırdık birbirimize....

27 Kasım 2006 Pazartesi

Hoşçakal denizcik....

Tam hoşgeldin diyecektik sana, az kalmıştı yeryüzüne gözlerini açmaya!

Annen, baban, büyükannelerin ve deden, dış kapının iç mandalı olarak ben dâhil herkes heyecan içinde bekleşiyorduk. Ne zaman gelecek bu deli dalgalı minik deniz!

Ocakta büyük gün olacaktı oysa ama ne oldu da fikir değiştirdin be ufaklık?

Kim korkuttu seni bu kadar da vazgeçtin? Kim korkuttuysa hakliydi belki, yolda yürürken gaspa ya da okulda bir saldırıya uğramaktan, küresel ısınmadan, savaşlardan, fesattan, nefretten ürktüysen, kim suçlayabilir seni?

“Düşündüm de anne, ben o dünyaya meydan okuyacak kadar yürekli değilim, minik ruhumu su an olduğu saflıkta saklamayı tercih ettim, gelmiyorum. Belki daha sonra babayiğit bir kardeş yollarım size!” diyerek şurada iki ay kalmışken...

Ama seni saracak sevgi dolu anne kollarını, yumuşacık öpücüklerini, babanın senle yapacağı futbol, basketbol karşılaşmalarını, hele saçını çekeceğin ve sana arkadaş olmaya hazır bir sürü insanı da tepmiş oldun bilmeden.

Yoksa amacın masum bir eşek sakası mıydı be bıcırık? Şunlara kalbimi nasıl durdurabildiğimi göstereyim hele...

Ah be ufaklık, ah be minik deniz, bilsen ne çok acıttın seni bekleşenleri, hele anneni! Hadi şimdi gel de teselli et!

Kim giyecek ocak ayında o minik patikleri? Söylesene hayta denizcik?!

Senle hiç tanışamadık, belki de böylesi daha iyi oldu bıcırık!

Hani gelip de aramıza, şirin gülücüklerinle kalplerimizde yer edip kısa sürede geri dönseydin daha çok acıtacaktın…

Kim bilir…

Her neredeysen rahat uyu.

19 Kasım 2006 Pazar

Araba reklamı

Dört beş tane yaratığın badi badi koşturup araba galerisinin vitrinine Garfield gibi yapıştığı ve arabanın üzerinde bikinili başka bir yaratığı kestiği reklama bitiyorum valla.
Aslında bikinli yaratığı mı yoksa arabayı mı kesiyorlar pek karar verebilmiş değilim, ama muhtemelen arabaya sahip olunca o bikinili doksan-doksan-doksan
ölçülerindeki yaratığı da yan koltuğa oturtabileceklerini düşünüyor olmalılar...

Hele vitrine yapışan yaratıklardan birinin de bikinili olduğunu fark edince, vay be çağdaş reklam buna denir işte diyorum!

Bir de en soldan sürünen eleman salyangoz hemen sağında sırıtık suratlı, inek biçimli bir yaratık mı, onu da bir zahmet sizler deyiverin gayrı da gece rüyalarıma girmekten vazgeçsin bu reklam yahu!

not: evet evet, bu reklamı buraya koymam için söz konusu şirket yüklü bir komisyon ödedi, yoksa hayatta yazmazdım bu yazıyı...
not2: of of fakirliğin göz kör olsun!

18 Kasım 2006 Cumartesi

evlenin de konuşma yapayım!

Çok yakın bir arkadaşım evleniyor! Biliyorum maalesf, çok dil döktüm yapmasın bir hata diye ama dinletemedim. Üstelik Alamanın tekini başımıza enişte diye getirdi. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, bir de benden düğün yemeğinde konuşma yap diye tutturdu!
Çaresiz boyun eğdim, arada bunca yıllığın dostluğu var ne de olsa!

Oturdum konuşma yazısının başına... ne yazsam ne yazsam diye kara kara düşünmeye başladım. Bir tarafta tüm aile efradı, bir tarafta arkadaşlar, hani eğlencelik olsun, ama cıvımasın.
Sonra kızcağız tüm akraba karşısında mahcup düşer, hani tanımıyorum, bu kamber de nereden çıktı da diyemez orada...

Tabii ben yazmaya koyulunca anılarım depreşti...Biz bunla üniversite yıllarından tanışırız, başına feci musallat olmuşum, gel arkadaş olacaz diye, bu da napsın, eh olalım bari demiş! Zilli, sanki benden iyi arkadaş bulacak! Bulamadı zaten!

Off neyse ki blogumu okumuyor, okusa var ya, yandım keten helva!


Hey gidi hey, gizli bahçelerde zil zurna oluşlarımız, ilk sevgiliyi kutlayışlarımız, evlenmeler, boşanmalar, ağlaşmalar, bebeler (tamam, bir tane oldu, o da onun... ne yapalım, bize nasip değilmiş. Gerçi gel yapalım diyen de oldu zamanında ya neyse...) bugün gibi gözümde canlandı...

Yahu şimdi ne vardı hatunu everecek! Arkadaşsız kalacağım yok yere!
Of of, bırakayım ben yazıyı da iki tek atayım, sonra bakar bir şeyler karalarız elbet...

rimelin hız yapanı

Son günlerde bir reklam gözüme çarpıyor, evet tam manasıyla gözüme çarpıyor, hatta kirpiğime! Güzel mi güzel iki gavur kızımız şık bir cabrioya binmiş, rimel sürüp hız yapıyorlar. Hani rimeli sürünce görüş açıları açılıyor, o bakımdan gazı köklemeye ayakları daha müsait oluyor, yani bir nevi iksir gibi bir şey bu rimel.
Öbür normal rimeller de topaklanıyormuş da hızımızı düşürüyormuş meğer. Ee tabii şaşıcak ne var: Topaklar göz kapaklarınızı kaldırmanıza engel olacak ağırlıkta oluyorlar tabii!

Arabam olmadığından o ürünü almayşıma yanıyorum pek tabii. Ama reklamcılar arabasız kitleyi adam yerine koymamış, koysalardı şöyle bir ibare geçerdi en azından: Adımlarınızı da turbo kıvamına getirip bir adımda üç adımlık mesafeler attırır! O dakka mağazanın rimel reyonunda bitmezsem ne olayım!
Ah ah danışsalar ya bana! Ama bilmiyorlar ki reklam yapmayı!

15 Kasım 2006 Çarşamba

beklenmek güzel şey beyav

Akşamları geç saatte ders olunca, eve dönmek tam bir eziyet, üstelik altınızda bir araba yoksa, daha bir şenlikli. Ama insan aktarmalı maktarmalı, geç de olsa bir şekilde varıyor evim güzel evim taraflarına.
Dün akşam ders gereçleri çok olunca toparlanmak da zor da oldu, kaldım mı iyice geçe! Öfleye pöfleye yokuşu çıktım ki kadar ağlarını çorap yapmış sürpriz şeklinde beni bekliyor: Evime giden direkt bir otobüs varıyor durağa!
O sevinçle kendimi tutamayıp şoföre "Nasıl oldu da bu saate kaldınız, olmazdı bu saatlerde" diyorum.
Şoför de gayet rahat: "ee sizi bekledik" diye cevap vermesin mi!
Hani adam yanlış anlamasa, sarılıp kucaklayacağım. Ama sonra olacakları gözüme kestiremediğim için "Yuppi" demekle yetinip boş bir yere oturuyorum bahtiyar bir halde.
Yine de inerken dayanamıyorum, öğrencilerime dağıttığım minik çikolatalardan ikram edip teşekkür ediyorum: "Ne iyi ettiniz de beklediniz!"
"Ha, hö?" diyor şoför, belli ki benim aceleyle yuvarladığım cümleyi anlamadı, üstelik çikolatayı da belki zehirlidir endişesiyle atacak ben indikten sonra, ama kimin umurunda, ben bugünlük minik hediyemi almışım, evime gidiyorum sevindirik hallerde.

eski dostlar

Evden biraz erken çıkmışım, sallana sallana iskeleye doğru yürüyorum. Hava sonbahar kış arası insanı bi hoş eden güneşlilikte keyifli, ben de o sayede bir parça neşeli.
Anlayacağınız deniz, güneş, şehir karmaşası, trafik gürültüsünün tadını çıkara çıkara ilerliyorum.

Aniden 100 m öteden biri fark ediyor beni, tanımış da sevinmiş bir hallerde bana doğru gelmeye başlıyor. Ben de nereden tanıdı diye merakla dönüp bakıyorum zat-ı şahanelerine.
Bizimki sevincini kanıtlamak istercesine kuyruk sallıyor, bir de merhaba niyetine elimi kokluyor. Ben de gücenmesin diye başını okşuyorum.
Ona çaktırmadan da içimden "Herhalde senle bir önceki hayatımızda yakın arkadaştık, sen ağaç ben kokarca şeklinde, mutlu mesut yaşayıp gidiyorduk ve senin hafızan benimki kadar berbat değil ki, beni hemen tanıdın" tadında bir monolog düzüyorum.

Ee bakıyor, bende tık yok, şuradan bir sosisli alıp gününü şen etmeye kalkışmıyorum, üstelik vapura doğru yöneliyorum, o da başka eski bir dost karşılamak üzere dönüp gidiyor...

11 Kasım 2006 Cumartesi

evsahipleri "ev"lere şenlik...

Farkındayım, öyle böyle değil, bir hayli ihmal ettim burayı. Ama bilseniz başıma gelenleri…

Çok tatlı bir ev sahibim vardı, yaşlı, tonton, anlayacağınız bıcır bıcır bir ihtiyar. Kadıncağız bayramın birinci günü, ben öbür tarafın güzelliklerine bir göz atayım diyerek, tam porsiyon beyin kanaması siparişini verip kaçıyor.

Nur içinde yatsın, ölenle ölünmez diyeceksiniz belki ama ölünüyormuş işte. En azından ev sahibimin oğlu için. Daha iki hafta bile olmadan, sen de öldün dercesine çık evimden, Almanya’dan geleceğim dedi! Üstelik bu Almanya bildiğiniz Evropa Alamanyası da değil, Avrupa Yakası’nın başka güzide bir semtinde sadece. Üstelik adı da Almanya değil o semtin, ama tüm bunları size söylemeyeceğim elbette, yoksa esprinin ne manası kalır?


Nitekim bu Almanya beni feci yaktı dostlar. Merkel’ciğime bir yazı yazsam acaba durum düzelir mi diye karalar bağladım, dizlerime vura vura geziniyorum evin içinde.

E ne olacak, taşın gitsin, gerekirse aranıza İstanbul duvarı ör diyeceksiniz, ama yok, bu o kadar kolay değil. Daha taşınalı şuncağız bir sene oldu! Sizin emlakçı, nakliye, depozito masrafından ve fırlayan ev kiralarından haberiniz yok galiba.

Cep delik, cepken delik anlayacağınız, hele ki değirmenin suyu bırakın akmayı, zar zor damlıyorsa işiniz iş demektir…


Tamam, peki yakaladınız beni, işte itiraf ediyorum: eminim duyanlarınız da vardır, öğretmen maaşları bu ülkede pek bir şahane. Zaten ben de bozdur bozdur harca diyerek bitiremediğim parayla Acapulco’da tatil yapmak istiyordum. Ha bir de bu tatile yaraşır bir villa kondurayım dikeceğim tüyün altına diye de haftanın yedi günü üç ayrı işte çalışıyordum hâlihazırda.

Elbette sokakta kalırım korkusuyla filan değil, sadece ve sadece villanın deniz tarafında ortama yakışacak bir yat parası biriktireyim diye bir iş daha aldım. Ben zaten cadillacımla gidiyorum fakir fukara maaşımı almaya.

Yoksa niye çalışayım dört işte birden, aa güldürmeyin beni ayol!

Hadi bir şey daha itiraf edeyim madem: Tek korkum da beni yıkacak kriptoniti şu uyuz jokerin bulması!


Ve sakın ha, kapınızda pek yakında şöyle bir notla karşılaşırsanız, ben olduğumu sanmayın, kesinlikle değilim zira:

Sayın ağabeylerim ve ablalarım, şu gördüğünüz biçare sokaklarda kalmıştır, esirgemeyeceğiniz her türlü maddi yardıma “Allah ne muradın varsa versin, gerekirse sevdiğine kavuştursun, bol para kazanç, sağlık niyaz ve nasip etsin” şeklinde dua edilmek suretiyle teşekkür edilecektir.

1 Kasım 2006 Çarşamba

Şemsiyeler allı pullu, fırtınada akla ziyan

Dünkü fırtına neydi öyle!
Aksi gibi, dışarıda bolca dolaşmamı gerektirecek işler de o güne yığılmasın mı! Yani işe gitmek gibi rutinin dışında, hocadan kitap al, geri ver, banka ödeme talimatına rağmen faturanı ödemeyen bankayı şikayet et, vs vs... İlk durak noktama geldiğimde su çeken botlarımı giymeyi ihmal etmediğim için kendi yedi sülalemi birer birer kutladım önce!

Sülale geniş olunca sıkıldım, otobüsün penceresinden dışarı bakayım dedim, abov, ne göreyim!
Neredeyse adım başı uzaklıkta bir şemsiye meftası boylu boyunca uzanmasın mı!
Kimisi çamura batmış, kimisinin telleri çıkmış -ki rahmetli dedem görse, dalakları çıkmış derdi-, bezi paramparça, bazı yerlerde ise üç dört şemsiye birden toplu cinayete kurban gitmiş (sanki otoban katilleri buraya da uğramış), kimisi de kuytu bir girintiye öylecene terk edilmiş. Utanmasam her birinin başında iki gözüm çeşme üç kulhuvallah bir elham
okuyacağım, ama Bakırköy'e de çok uzakta olmadığımın idrakına varıp vaz geçiyorum.

Güzergahım üzerinde bulunan diğer semtlerde de gariban şemsiyelere rastlayınca, bu işte bir iş var diyorum kendimce, hani bir şemsiye tarikatı fırtınaya tapınma ayini düzenliyor diye kuşkulanacağım neredeyse. Bu da ne demeyin n'olur şimdi. İnanın ben de bilmiyorum, ama durum araştırmaya değer gibi görünüyor. Bir bilgi bulursanız insanlığın yararına paylaşın lütfen!
Ya da uzaylılar işaret bıraktı, durumu anlayacak benim gibi zeki insanoğluna seslenmeyi amaçlıyor! Hmm, sanki son gördüğüm şemsiye yeşil renkteydi ve "korkma dünyalı ben dostum" tadında telepatik bir mesaj gönderiyordu!
Ya da, ya da, evet ya, şemsiyeler gizli bir örgüt kurdu, özgürlüklerini ilan etme hazırlığı içindeler! Helal olsun be, onlara da bu yakışır!

Tamam farkındayım, gittikçe sempati duymaya başlıyorum şemsiye meftalarına. Ama merak edilecek bir şey yok, uğradığım ilk durağımla, İstanbul'u su kıtlığından kurtarabilecek kadar su emmiş botlarımı ve vıcık vıcık ıslak çoraplı ayaklarımı kalorifer peteği üzerine konuşlandırabilecek oranda içli dışlıyım da, bu garip düşünceler kuruyan çoraplarımla birlikte buhar olup uçuyor...

Fakat tuhaf olan, yayıldığım odadaki insanların niye hep birlikte ani bir işi çıkıp da teker teker kayboldular... Hani dilim varmıyor ama şu tarikat üyesi bunlar olmasın sakın!?

28 Ekim 2006 Cumartesi

Cup efendi'den haberler

Bunun mama huysuzluğundan bahsetmiştim ya, bilindik tüm özelliklerine rağmen yine de beni şaşırtmayı görev bilmiş kendine. Az evvel, mama kabının bulunduğu yere gitti, baktı mama yok, geri geldi benim yanıma, başladı ulumaya... Yani beyefendi, haybeye ulumam diyor! Helal olsun be!

macar aşkı

Büyük marketlerden birindeyim, asmışlar bir kampanya duyurusu: bir macar salam alana bir macar salam bedava. Hani demiş ya Orhan usta, “hava bedava, su bedava… bedava yaşıyoruz bedava” diye, ben de bedavasını bulmuşum, es geçer miyim! Yapıştım elbet. Attım sepete (üstelik Tamek de değildi). Gittim kasaya, mutlu mesut alışverişimi yaptım, evin yolunu tuttum.

Ama sol yanımda oturan şu minik zat var ya, dürttü. Çıkardım fişi inceledim. Ne göreyim beğenirsiniz? Hani bizim macar bedavaydı ya, üstüne neredeyse başka bir Balkanlıyı ilave edecekler… Tabii o hışım döndüm ben markete, kasiyere sen misin buna para kesen, veryansın ettim. Yeni yetme delikanlı süklüm püklüm aldı elimden fişi, bir de sanki reyonda köküne kibrit suyu dökmüşler, satın almış olduğum macar salamı istedi, aldı bunları, gidiş o gidiş…

Bekle bekle, yok gelen giden. Bizim kasiyer herhalde bir koşu, domates bir de yarım ekmek de kaptı, benim salamı indiriyor mideye diye endişelenmeye başladım ki geri geldi, tabii salam sırra kadem basmış. Neymiş efendim, aktarım yapılacakmış. Ne aktarımı yahu? Salamı benim eve mi ışınlayacaklar? Uzay yolu’na mı düştük? Salamla beni Mr.Spock! Fesuphanallah, sen bizi salam düşmanlarının şerrinden koru yarabbi!

Hadi başladı yine yeni bir bekleyiş.

Ama külyutmaz bendeniz, ikinci kez bekler miyim o kadar uzun! Başladım söylenmeye, yok “Sizi tüketici hakları merkezi’ne şikayet etmek gerekiyor” da “Sizin hatanız yüzünden niye ben bekletiliyorum” diye.

Anlayacağınız, bizim şaşkın marketçi, kampanyasını allı benekli duyurduğu ürünü, kasasına tanımlamayı unutmuş. (Of of, bal gibi şikayet konusu olurdu ya bu!...). Ama sanki ben çocuğu çişe tutar gibi başlarında beklemem gerekiyor. Verin beleş macarımı gideyim ben yahu!

Önce yeni yetme kasiyer horozlanacak oldu, benim ne suçum var diye, "Siz başka marketin kasiyerisiniz, doğru, haksızlık ediyorum size" diye direndim. Bu bana tüylerimi diken diken eden yeni moda ünleme kalıplarından "Hayret bir şey" ile baskın çıkmaz mı! Tam nevrim dönecek, gözümü yumup ağzımı açacak kıvama gelmiştim ki, bunu fark eden bir kasiyer hanım, inisiyatifi aldı ele, sıkıştırdı avucuma macarı yolladı.

Ben yeniden mutlu mesut yolumu tutmuşken, jeton düşüverdi! Yahu, bunlar benim zaten parasını vermiş olduğum salamı elime tutuşturmuşlardı! Ben böyle tufaya gelmezdim, aşk başıma mı vurdu ne!

Aynen çark ettim tabii. Kasiyer hanım içinden, eyvah, yine geldi bu cazgır kadın dediyse de, dışından “Buyurun, yardımcı olabileceğim başka bir şey?” dedi. Derdimi anlattım, aldım bizim beleş macarın parasını.

Ama yiğidi öldür hakkını yeme demişler (buna da ayrı uyuz olurum şahsen, sen adamı öldür, sonra da hakkını korumaya kalk, bu ne perhiz, ne lahana turşusu yahu! AİH’ye başvururlar vallahi!): bizim kasiyer hanım hakikatten sağlam çıktı, hani “cadaloz müşteriyle nasıl başa çıkılır” adlı kasiyerlik dersini can kulağı ile dinlemiş, dinlemekle de kalmamış, uygulamasından da yüz notuyla geçmiş!

Yok yok merak etmeyin, öldürmedim kasiyeri, hala sapasağlam kasasının başında mücadelesine devam ediyor. Ama düşünüyorum da akşam akşam bir macar uğruna verdiğim savaşa, cadalozluğa bakın, ben bu enerjiyle kaç tane macar salam üretmiş olurdum yaaa…

25 Ekim 2006 Çarşamba

Kelebekler uzun yaşar

Kelebeğin teki mağazanın vitrininde uçuyor uçuyor gelip camına tosluyor. Belli ki üstüne uyan bir giysi bulamamış, o hüsranla da çıkış kapısını bulamıyor… Hayvanat dostuyum ya, dayanamadım, daldım mağazaya,
- Yahu kardeş, şu müşteriye kapıyı gösterseniz! Yoksa kadrolu cam toslayıcınız mı bu?
diyerek gösterdim içeride çalışanlara.
Espiri yaptım ya, tezgahtardan bozmaca bir satış danışmanı yaklaşıyor bana doğru
- Ehuheuhe, o iki gündür orada
diye karşılık veriyor. Sonra da benim içsel yuhalamalarım arasında vitrine giriyor. “Yuh be, hayvan iki gündür oradaymış, insafınız tepenize yağsın” diye homurdanmaya devam ediyorum ben içimden, dışımdansa
- Çok naziksiniz. İki günlük misafirlik yeter, bence bırakın da artık köyüne dönsün
diyorum.

Bizim eleman dalıyor vitrine, iki parmağını cımbız yapıp, kelebeğin siyah üzerine janjanlı allı pullu ışıldayan puantiyelerinden birini itinayla koparıyor! Parmaklarında kalan kanat artığına ve başarısız yakalama girişimine tüy dikercesine de
- Zaten ölmek üzeredir bu!
deyiveriyor!

İçsel sesimle basıyorum suratına doğru küfrü.
Dışsal sesimle de
- İzin verir misiniz, bir de ben deneyeyim
karşılık veriyorum.

Bırakıyorum çantamı kenara, ya bismillah deyip dalıyorum vitrine. Avucumla özenle bezenle kaldırıyorum kanadı çentilmiş, iki gündür helak düşmüş minik arkadaşı. Çıkıyorum kapının önüne, açıyorum avucumu, anında kanatlanıyor bizimki, bir iki sendeledikten sonra tam hız uçup gidiyor.

Bense, olayı kayıtsızca seyretmiş teyzelerin
- Aaaa bunlar zaten tek bir gün yaşar
diye bilmişlik taslayıp, çabamın beyhude olduğunu ifade eden nidalarına dışımdan
- Hikaye o, hikaye!
diyip, içimden “Konkene gideceğinize biraz neşınıl, diskoveri neyin izleseydiniz, bazı türlerin bir yılı rahat devirdiğini bilirdiniz”, diyerek evimin yolunu tutuyorum.

22 Ekim 2006 Pazar

Fear Factory

Şu hayvanat meselesine takık olduğumu ilk yazılarımdan ayan beyan ortaya koydum sanırım, o yüzden başlıkta söz konusu programın tepemi attırıp kaktırdığını da anlamşsınızdır.

Geçen akşam -ki aslında TV ile pek bir temasım yoktur- ama kumandayı elime alınca zap eylemini icra edeyim dedim, bunlara rastladım.
Kadın yarışmacıyı bağlamışlar sandalyeye dönme dolap gibi çeviriyorlar. Oh müstahak sana diyesim geliyor, çünkü bunun gibiler yarışmaya katılmasa, o işkenceler de olmayacak! Sonra sırasıyla seçtiği dört adet mahlukatı, hatunun kafasının üzerine geçirilmiş olan pleksiglas kutunun içine atmaya başladılar, yılan, iguana, kurbağa derken bir de kobay faresi, daracık yere hapsedildi. Sandalye döndükçe hayvancıklar oraya buraya çarpa çarpa helak oldular!
Hani resmen programı arayıp, bari kadına bir ağızlık takın da, şu garibanları hiç olmazsa ısırmaya kalkmasın diyesim geldi!

Sanırım bir tek iguana sağlam kaldı bu dönme dolaptan, o da kadının saçlarına sıkı sıkıya tutunmuş, rodeo antrenmanları yapıyordu.

not: merak etmeyin rtük'e şikayet ettim bile! :)

21 Ekim 2006 Cumartesi

Bir şaşkın vardır bende, benden içeri, hiç de ses etmez dışarı...(Part 2)

Söylemeyi unutmuş olabilirim, ama şaşkınlık konusunda yaptıklarım yapacaklarımın teminatıdır demeliydim, dememişim…

Şimdi demiş bulunuyorum lakin!

Demem odur ki, hasta sevgili haberi ile başlayan şaşkınlıklar dizisini başarıyla sürdürmeye kararlı olduğumu, şu geçtiğimiz birkaç gün içinde iyice idrak etmiş bulundum.

Şaşkınlık, Volüm 1

Vapurda pek havalı dolanan bir keloğlan, güya güneş gözlüklerinin gerisinden beni kesiyor. Çareyi, bunun havasına beş çeker asortik bir hareketle gözlüğümün güneşlikli klipsini takmam oluyor tabii (“Aboov, ne klipsi bu?” diyenlere parantez açıp sevabına açıklama yapayım: efem, bunlar gayet şık bir model, normal “mö” gözlüğünüz üzerine istediğiniz renk ve ebatta mıknatıslı klipsleri var, takıyorsunuz, “mö” gözlüğünüz hemencecik matrix kamuflâjına bürünmüş! Almak isteyenlere optikçi arkadaşımın meelini veririm. Ne de olsa komisyonum cukka!).

Vapurun tırabzanına yaslanırken de, “bizi ergenliğe yeni adım atmış sübyanlara bırakma” türevinden bir ah çekiyorum.

İşte böylesine bir umursamazlık ve “hıh” havalarındayken rüzgâr saçlarımı dağıtıyor, sanki inadına yüzüme bırakıyor. Ben de o havalı pozuma halel gelmesin diye elimi saçıma atacak oluyorum, olamıyorum derken, elim gözlüğüme çarpıyor, benim klips manyetiğinden kurtuluyor, havada zarif bir salto atıp ben elimi uzatamadan balıklama serin sulara dalıyor!

Peşinden, sana yanlış öğretmişler deniz gözlüğü değilsin, geri gel diye seslenecek oluyorum, demin saçımı suratıma üfleyen rüzgâr, bu fırsatı kollamış bir yunusun erken gelen bayram hediyesi için teşekkür eden flipper vari kikirdemesini taşıyor kulağıma…

Şaşkınlık, Volüm 2

Okul dönüşü bir taş iki kaş misali (atasözünü ziyan etmiyorum, sadece çok feci kuş severim, kıyamıyorum, ne yapayım?) otobüste öğrencilerin ödevini okurken öyle bir dalmışım ki (ama çocuklar da roman gibi yazmış, okuyanı acaip sarıyor), son durağa geldiğimizi ancak başka bir yolcu dürtünce fark ettim. Panikle eşyalarımı toparlayayım, kendimi otobüsten dışarı atayım, şoför beni maazallah dağa falan kaçırmasın diye koşuşturmacaya gireyim diye debelenirken kendimi finikülerin içinde buldum. Ama boynumdaki kolyeyi bulamadım! Üstelik Prag’dan, hem de Karlsköprüsü üzerinde aldığım mavili incikli cincinkli güzel bir şeydi (hay havam batsın değil mi, kaybımı anlatırken dahi hava atacağım!). Ah ah!..

Eylemlerim devam edecektir…

19 Ekim 2006 Perşembe

Kahvaltılık Cup Efendi

Tropikal sahilin en civcivli kısmında birkaç atletik sörfçü yanık tenleriyle salına salına sörf tahtalarıyla uğraşmaktalar. Yani adeta seç beğen al bizi der gibi dizilmişler yan yana. Ben ise çaktırmadan sevgilime bakınıyorum, hani dikize yatmışken yakalanmayalım. Sonra boş verip alenen trene bakar gibi salyalar üretiyorum. Zaten yakalansam ne yazar? Ben fark etmesem kendi gösterir “Aa bak sevgilim, ne hoş adamlar var şurada!” diye. Bazen kıllanmıyor değilim, yoksa deniyor mu beni?…

Neyse boş ver, keyfini çıkar şimdi!

Birden gülümseyerek biri yaklaşıyor bana doğru. Eyvah dikiz olayını abarttım galiba, şimdi laf edecek. Aman pek de şirin gülümsüyor. Gelip karşıma dikiliyor, dudaklarını açıyor ve miyavlıyor! Evet yanlış okumadınız, adam resmen miyavlıyor! Mart ayında mıyız demeye kalmıyor, gözlerimi ovuşturup bakıyorum tekrar.

O da ne? Odamın tavanı beyaz beyaz sırıtıyor bana doğru! Hani kızgın kumlardan serin sulara hoplamalar, hani yanık tenli miyavlar…

Beyaz tavan fonlu sahnenin orta yerinde ağır çekimde bir pati uzanıyor henüz uyku kıvamından ayılamamış sol gözümün 45 derecelik ekseni üzerinden suratıma paralel burnuma doğru. İkiz kulelere dalan kamikaze gibi diyeceğim, ama bu hızda ilerlemiş olsaydı o uçaklar, değil içindeki insanları, komple binayı taşımış olurlardı uçak varana kadar.

“Cup!” diye inlememle pati hızla uzaklaşıyor, hani ben aslında rüya görmeye devam ediyorum, o pati de orada hiç var olmadı cinsinden bir masumiyetle mırlıyor bir de üstüne üstlük.

Şimdi kalk mis gibi palmiyelerin gölgesinden gri bir İstanbul sabahına, yeni dökülmüş betonu hiç görmemiş heveslilerin ayak izi çıkarmaya çalıştıkları gibi burnunda patisinin izini bırakmaya gayretli bir huysuza da mama servisi yap!

Hadi oradan diye mırıldanarak popumu yeni Esenboğa Limanı’nın hava sahası tadında pirelere dönüyorum.

Yalnız, uyku mahmurluğundan olsa gerek düşmanı her defasında küçümseme gaflet ve delaletine dalıyorum. Su uyur, Cup uyumaz, uyanık olmakla da kalmaz sizin de uykunuza incir ağacı diker, bir de etrafında 500. geleneksel dolunaya ağıt yakma şampiyonası düzenler! Ağıt demekle ağıtlara hakarette bulunduğumun bilincini idrak etmenin mahcubiyetiyle hatamı derhal düzeltiyor ve böğürme şampiyonası olarak düzeltiyorum.

Şimdi Birleşmiş Boğalar ve Öküzler Birliği’nin temsilcileri tekzip yazısı gönderebilir, o mahlukatın çıkardığı ses ile bizim bülbül sesimiz karşılaştırılamaz diye. Ben de bunun üzerine Eşekler Federasyon’undan çekinerek “anırma” diyeceğim, ya da demeyeceğim ama derdimi ifade etmiş olmayı umacağım. Çünkü bu dört ayaklı, beyaz postlu ev arkadaşımın çıkardığı ses, kesinlikle kendi türüne ait olması gereken ses değil, başka bir şey…

İşte o tarifi mümkünsüz nadide ses sabahları hemen kalkmadığım takdirde evin tüm odalarında yankılanmaya başlıyor.

Uykumun katma değer oranı doğrultusunda bazı sabahlar yastık kavgasına kaçmaya çalışsam da, kalkmadan ulaşılabilir yastık ve bilumum pelüş yaratıktan oluşan cephane azlığı ancak 15-20 dakikalık bir gecikme sağlıyor. Çünkü işgalci güç sizden sabırlı! Ve ses gücü paketlenip ses bombası kıvamında piyasaya sürülebilir (bunun piyasasın bilen varsa, haber versin, zengin olduğumun resmidir! Tamam, söz veriyorum, gelirin %10’unu cebinizde bilin!)

Sonunda komşuların uzaydan düşmüş bir yaratığı boğazladığımı NASA’ya ihbar edecekler endişesiyle bizim huysuzun sesine rakip çıkabilecek bir homurdanmayla kalkıyorum zoraki.
Bu kadar gürültünün sebebi elbette yatak altındaki petrol kaynakları değil, beyefendinin mama kabındaki yoksunluk. Ama sanırsınız ki, Somali’ye yardım paketi birkaç ay gecikmeli geliyor!

Üstelik bağırtının ahenk ve ses uyumundan tüm sülalenize rahmet okunduğunu da gayet net anlıyorsunuz.
“Hay ben de senin yedi sülaleni saygıyla anıyorum” mukabilinde bir nidayla mutlu sonun göründüğü mama kabı istikametine yol alıyorsunuz.

Yanda da açlıktan bitap düşmüş bir deri dört pati kalmış Somalili Cup efendiyi görüyorsunuz.
Not: İnsaniyet namına gönderilecek yardım paketlerini varış saati sabah altı olmak üzere “mama kabı” adresine bekleriz. Sağ olun!

18 Ekim 2006 Çarşamba

Bir şaşkın vardır bende, benden içeri, hiç de ses etmez dışarı...

Sevdiceğim hastalanmış. Üstelik öyle böyle değil, 40 derece ateşler içinde hastanelere düşüp serum yemeler boyutunda! Yok yok, kimse beni sayıkladığına şahit olmamış. Sayıklamasın zaten yahu. Özel hayatımızı ifşa etmenin ne manası var! Hem ben ediyor muyum ki!

E ne var, atla bir koşu, bit başında diyeceksiniz… Ben de ne biti? Durduk yerde beni ne diye bitli yaptınız demeyeceğim, çok beklersiniz! Ama şunu diyeceğim: hani şu Ankara meselesi vardı ya, yolum istediğim kadar da sık düşmüyormuş oralara, bu vesileyle anlamış oldum.

Hayda, Ankara da nereden çıktı tadında nidalar eylemeyin ey okuyucu kitle, Arif Abi’yi de çağırttırmayın bana gece vakti şimdi! Hah şöyle! Jetonu düşürmekle kalmayıp yapım aşamasına bile geçtiniz gibi görünüyor buradan: Evet maalesef “Ankara’dan abim geldi” şarkısını ben “Ankara’ya kaçtı sevgili” şeklinde söylüyorum birkaç aydır…

Yani bit olsam pire olsam ne yazar, ışınlama aygıtım da bozulmuş, kaldım mı buralarda?!

İşi gücü, dersi, öğrenciyi sepetleyip kaçsam da nasıl yapsam hesaplarına düştüm teneffüs vakti, ki dersi bitirdiğimde aklım hala Ankara yollarında cirit şampiyonası düzenlemekteydi. O düşünce senin, bu düşünce benim, düşüne düşüne vardım otobüs durağına, bekle bekle otobüs gelecek… Derken, amanın derste kullandığım cd çaları derstlikte unutmayayım mı?

Nolmuş yani demeyin gözünüzü seveyim! Bizim okula giren çıkan zat-ı muhteremler anasının gözüdür, hiç bakmazlar, anneniz iki düz bir haraşo örmeye kalkmadan aleti söküp kasetçalarını ayrı, cd çalarını ve hatta radyosunu bile ayrı satarlar… Yani her bir naneyi kilit altında tutuyoruz desem yeridir.

O sebepten ötürü tıpışlanmak suretiyle kös kös indim, büyük gayretlerle çıkmış olduğum yokuşu tekrar. Gecenin bir vakti de o yokuş da kabuslara şenlik misali ne izbedir ya… Neyse gaspa tecavüze uğramadan vardım binaya, üstelik de henüz kilit vurulmamıştı kapıya. Değmişti geri dönmem, anlayacağınız. Eşeğini bulmuş, üstelik sağlam direğe de bağlamış fakir rahatlığında yokuşu tırmandım tekrar ve koyuldum yine İETT’nin sonbahar kış kreasyonlarını beklemeye.

Hava da soğumuş muydu iyice ne!? Bekle bekle, sanki kreasyonu Claudia Schiffer sunacak, nazlana nazlana geldi bir otobüs. Gideceğim yönün otobüsü de değil, ancak bu gelen son otobüstür korkusuyla ve “bindik bir alamete, varalım selamete” besmelesiyle bindim. Mecidiyeköy’de aktarma yaparım hayallerinde vardım ben aktarma yerine. Ceylan gibi sekerek indiğim otobüsün önünde başka bir otobüs görünce baktım gideceğe yere. Benim istikametim olmasın mı? Vay be, eşeksizlik cehenneminden, kısmetli insan mertebesine hızlı bir yükseliş yapmış olunca dört köşe, zor sığdım otobüse.

Kalabalık otobüste oturacak yer de yok, ama ben mutluluğun gazını almışım, sevdiceğime gidiyorum sanki, öyle bir rehavet tadına girdim. Derken, gözüme bir durak ismi takıldı. Bu güzergahta yoktu böyle bir durak… Sonra bir tane daha! Gece vakti semtleri değiş tokuş etmediyse ilçe belediyeleri ben gitmeyi düşündüğüm istikametin aksi yönüne doğru hızla yol alıyor olmalıydım!

Evet kıs kıs güler halinizi görüyorum ama ayıp olmuyor mu yahu? Yüzüme karşı yapmayın hiç olmazsa, arkamı dönünce gülseniz yüzünüz mü eskir? Yüzsüzler sizi!

Aman iyi, hemen alınmayın, ama siz de görürsünüz, şaşkınlık alanında Nobel ödülü almazsam ben de ne olayım! Ne? O alanda verilmiyor mu Nobel? Hiç şaşırmadım zaten, Matematik alanında da vermiyorlar zaten, neye vereceklerini bir bilseler….

Tüm otobüse şaşkınlığımı ilan etmek suretiyle –hani arkamdan insanlara konuşacak malzeme bırakayım, insanlığa bir parça faydam olsun gayretiyle- indim ilk durakta.

Soğuk hava da meydan bulmuş, tüm açık alanları doldurmuştu iyicene. Üşüye üşüye yeniden otobüs beklemeye başladım. Oh olsun, sen misin dört köşe hangi yöne gittiğine dikkat etmediğin eşeklere binmeye kalkan!? Ders olsun bu sana!

Sevgilim mi? O hala yatak döşek yatıyor, ama ben bu gayretle bir de Ankara yönüne doğru yola çıkarsam, bir haftaya kalmaz varırım kesin!

16 Ekim 2006 Pazartesi

Ankara'da tuvalet sınavı

Aslında Ankara'yı sevmem, ama yazdan beri yolum pek sık düşer oldu oralara. Çıkrıkçılar'da gezerken yorgunluk ve açlık beni Pirinç Han'ın gözlemecesine attı. Attı atmasına da, hayatımın en önemli sınavlarından birini vereceğimi bilseydim, hiç bu kadar gönüllü girer miydim ben oraya?

Neyse efendim, baştan alayım: pek güneşli bir günde yaz sıcağı başımda boza pişirmiş, açlık yormuş bir halde yayıldım hasır zeminli sandalyeye. Siparişini verdiğim peynirli gözlemenin hayallerine dalacakken tam, annemin parmak sallayan görüntüsü girdi
araya. Suçüstü yakalanmış gibi fırladım ayağa. İyi terbiye almış bir insan evladıyız ya tuttuk lavabonun yolunu, ellerimizi yıkayacağız, ki parmak sallayan anne imgesi evine dönsün, biz de mide gurultularımızın nihavend makamına tatlı tatlı bırakalım kendimizi.

Hani hep öyledir ya, madem kalktık helaya geldik, işlem hanemiz kabarsın tadından, bir de öbür meseleyi halledelim dedim. Demez olaydım. Kapıyı açıp da ışığı yakınca, poşet dosya içine yerleştirilmiş bir yazı tabak gibi sırıttı suratıma doğru.

Yazıya bir zoom yaptım ki, ne midemin makamı kaldı, ne parmağını sallamaktan bitap düşmüş valide hanım; sadece ve sadece şaşkınlık ve hayret kaldı. Birini sağıma, diğerini soluma aldım, hep birlikte tane tane okuduk:

“Tuvalet bir kültürdür ve siz şu an bir kültür sınavı veriyorsunuz!!!!!!!!”

Ne eksik, ne fazla, inanmayan yandaki fotoğrafı büyüteç eşliğinde incelesin, ya da FBI laboratuarlarına gönderip sonuçları beklesin! Siz bekleye durun, ben küçük dilimi midemden çıkarma gayretleri arasında yazıma devam edeyim…

Nerede kalmıştık? Ha, sınav, evet kültür sınavı!

Eyvahlar olsun! Sınav mı?

Hani önceden haber verilseydi, çalışır öyle gelirdim! Neredeyse çıkıp gözlemeci sahibinden özür dileyeceğim, hiç olmazsa kurtarma sınavı yapsın diye yalvaracağım! Hadi sınavı verdim diyelim, şu cümlenin sonundaki sekiz adet ünlem işaretine ne buyurursunuz? Evet ya üşenmedim saydım. Kültür sınavı elden gidiyor ben kalkmış, ünlem enflasyonunu hesap ediyorum. Olacak şey değil bu yaptığım, biliyorum, ama sınavdan kaytarmanın her yolu mubahtır. (Ah ah, bunu öğrencilerim bir duysaydı…!)

Sağıma baktım, soluma baktım, yok sandığınız gibi değil, kopya çekmek değil niyetim, zaten hazırlıksız yakalanmışım, kopya çeksem ne fayda!

Neyse sıfır alıp oturduk, ama hala şaşkın şaşkın bakınmaktayım. Yahu neye bakındın bu kadar, gözün çıkacak diyeceksiniz, Haklısınız ama ben de bakınmakta haklıyım. Çünkü hela, badanası dökülmüş, temizliği umumi tuvaletlerin ortalamasında kalmış bildiğiniz hela yani.
Oysa kağıdı okuyan kendini bir an ÖSYS’nin ishal olmuş adaylarına sunduğu özel sınav odasında sanacak.

Sıfır aldım diyorum ama çok da emin değilim, çünkü sınav kâğıdıma dönüp bakmaya cüret edemedim desem yalan olmaz.

Ben bu seferlik bu olağandışı sınavı veremediğimi düşünüyor, Çıkrıkçılar tarafına gitmesem de o yöne saygıyla bakıyor, bir sonraki sınav gününe de hazırlanmayı ihmal etmiyorum.

Hani siz değerli bayan, yok kadın misafirlerimizden (bahse konu uyarının devamı ayrı bir yazı başlığı olurdu, belki başka zaman) sınavı vermiş olan çıkarsa, bana bir zahmet soruları iletsin de sevaba girsin….

Başka bir tüketim ürünü: kediler!

Yaz başıydı galiba, yan apartmana yeni birisi taşınmıştı. Kendisini görme şerefine(!) erişemediysem de kedisiyle bir hayli muhabbetimiz oldu. Çünkü hayvancağız günü pencerede miyav da miyav diye ağlanarak geçiriyordu. Apartman aralığına bakan mutfak pencerem, onların açık olan ve yüklüğe benzettiğim bir odanın camıyla karşı karşıya.

Kedi sürekli ağlıyordu. Önce şımarık bir kedi diye çok üstünde durmadım, ancak bu ağlamalar bitmeyince komşunun kapısını çaldım, apartmandaki diğer komşularına sordum ama nasıl ulaşabileceğime dair bir bilgiyi edinemedim.

Karşı pencerenizde ha babam bir kedi miyavlarsa hangi yürek dayanır buna? Elbette pes etmedim. Başladı mı benim camdan cama yem maceram! Bir avuç kuru mama gazete kağıdına itinayla sarılır, karşı pencere hedeflenir ve "Birleşmiş Kedi Milletleri " damgalı yardım paketi fırlatılır. Paketimiz de güm diye apartman aralığına düşürülür! İyi bir atıcı olmadığımı biliyordum, atışlarımı düzeltene kadar da apartman aralığını kedi maması bahçesine çevirmiştim bile. Yine de yılmadan bir hafta beslemiştim kediyi.

Bu esnada ne bizim kedi miyavlamaktan vazgeçmişti (ki ben durumu abartmış, poşet içinde içecek su yardımı bile yapmaya başlamıştım, üstelik pencere hedefini artık minimumda ıskalar vaziyette), ne de ben sahibine ulaşmayı denemekten. Sonunda karşı emlakçıya sormayı akıl edebilmiş, bu sorumluluk sahibi kedi dostuna ulaşabilmiştim.
İlk telefon konuşmamız da yaklaşık şu mecrada cereyan etmişti:

- Merhaba ben yan komşunuz, kediniz bir haftayı geçti pencerelerde ağlıyor

- Ah evet teşekkür ederim duyarlılığınız için

- Ama hayvanı bu kadar yalnız bırakmanız… Sizce doğru mu?

- Haklısınız ama teyzemin kalp sorunu, babamın tansiyonu, memlekete gitmek zorunda kaldım…

- Olabilir, ancak birisine anahtar bırakın hiç olmazsa, yazık değil mi o hayvana

- Anlıyorum da bu sizi niye bu kadar ilgilendiriyor? Sizin sonunuz mu?

Tabii benim şalterler bu cümle üzerine atar!

- Ne demek benim sorunum mu? Elbette benimi sorunum. Ama bu kadar az ilgilenirseniz kedinizle asıl sizin sorununuz olacak, çünkü yeni kabul edilen hayvanları koruma yasasına göre suç işliyorsunuz!

Konuşmanın devamını toparlayamayacağım bağrışmalara dönüşmüş, hakarete varacağını sezinlediğimde de çareyi telefonu kapatmakta görmüştüm.

O dönemde bir hayli araştırmış, birkaç hayvanları koruma kuruluşuna yazmış (ve sadece bir tanesinden – o da belediyeye şikayet edin minvalinde bir yanıt almış) ama kısa sürede sorunuma çare oluşturacak çözüm bulamamıştım.

Geçen zamanda kediyi biraz daha gözlemleme fırsatını bulunca, bizimkinin bir parça yaygaracı olduğunu, dolaysıyla sahibine bir parça haksızlık etmiş olacağımı anlamış, özür dileme maksadıyla tekrar aramış ancak telefonlarım yanıtsız kalmıştı.

Ve sanırım iyi de olmuş yanıtsız kaldığı.

Artık evde olduğunu çıkardığı gürültülerden (kah biriyle canhıraş kavga ediyor, kah messengerin sesini sonuna kadar açıyordu) anlıyordum.

Yine bir gün mutfak penceresi açarken bir de ne göreyim, bambaşka bir kedi yabani yabani bana bakmasın mı karşı camdan?

E bizim “ağlak” nereye kaybolmuştu?

Sevgili komşum, başını derde sokacağını anladığı kedisini yenisiyle değiştirmişti! Hani bozuk çıkan ütünüzü mağazaya götürüp de çalışanıyla değiştirmek gibi bir şeydi bu galiba!!!

Değiştirme de işe yaramıştı hani, yeni kedi cıkı çıkmaz hatasız gıcır gıcır bir şeydi yani!

Aylarca “ağlak” kedinin akıbetini merak ettim.

Birkaç gün önce arka bahçede kedinin biri acı acı miyavlıyordu, yahu bu miyavlama bir yerden tanıdık geliyor ama nereden diye düşünürken, miyavlanı epey uğraştıktan sonra görebildim. Bizim “ağlak” olmasın mı bu!

Oh be, ne ala iş! Bozuk çıkan malı at sokağa, yenisin al! Ütü ya bu, kim ne der?

Ülkemizde pek çok hayvan “severin” petshoplardan yüksek rakamlara alıp da hevesini giderdikten ya da bakamayacağını anladıktan sonra sokağa attığı onca “pahalı” hayvancık varken, bir sokak kedisinin akıbetini kim ne yapsın!

Yok yok, hepsine yazık, hepsine yazık da, elden ne geliyor?

14 Ekim 2006 Cumartesi

Karabatak

Sakince su yüzeyinde süzülüp başlarıyla etrafı selamlarcasına, hani selamlamaktan da ziyade, etrafı kolaçan eder, gelen giden ya da tepesinin üzerinden saniyeler içerisinde geçecek olan bir deniz taşıtı var mı diye etrafı tarar bir vaziyette, balerinleri kıskandıracak bir zarafetle tüm gövdelerini ileriye itip su yüzeyinde hiç var olmamışçasına dibe dalışları yok mu!
Her defasında hayranlık ve heyecan duymama neden olurlar.

Sonra bilmece çözer gibi bakınır durursunuz, nereden çıkacak yüzeye tekrar diye. Bazen öyle uzun sürer, öyle bitmez görünür ki bu su yüzeyine geri dönüş, balık oldu çıktı bu kanatlı hergele diye düşünmeye başlarsınız.

Tam umudu kesmişken, hop diye peydah olur, hem de hiç tahmin etmediğiniz ücra bir yerinde kıyının.
Hatta şüpheye düşersiniz, su altında kankasına işaret etti bu, hani bizi seyreden varsa serseme çevirelim, o şaşkına bir güzel oyun oynayalım da aransın dursun avanak!
Sansın ki, saniyeler sonra yunusvari bir hızla orada meydana çıkan az evel dalan karabataktı.

E tabii oyanayacak biz fani akılsızla, ne işi var ki, gün boyu balık umuduyla dalıp da boş gagayla geri dönmekten başka!

Kimi zaman da Haydarpaşa önünde başlayan dalgakıran üzerinde güneşlenirken görürüm bu haytaları. O kuğulara taş çıkartan zarif yüzücü paytak ördeğe dönüşmüştür bile. Kanatlarını iki yana açıp sonbaharın son güneşinde ısıtır, ıslaklığından arındırır ya! Sıra sıra dizilmişlerdir, hani neredeyse geçen vapurlara karşı hazırolda, kanatları açmışlar selam çakıyorlar dimdik.

Pek bilinmeyen diğer adlarını da düşünüce -ki söyleyince neden bilinmediğini de anlarsınız- İstanbul'a nazır, İstanbul'a has bu kuşları sevdiğimi biliyorum. Hay sizi gidi yumurta piçleri, hay sizi piç kuruları sizi!

sokakların en asil bekleyeni: mırnav

Bu kediler şaşılası canlılardır vesselam.

Çocukluğum pek çoğuyla iç içe geçmiş, çeşit çeşit renk renk sokak kedisini evimde barındırmış, -ilki bir hayli acemiliğime gelmiş olsa da-
üç kez olmak üzere de "kedi ebeliği" yapma tecrübesine erişmiş biri olarak, artık her mırlamayı, her hareketi anlar vaziyete eriştim dediğim anda dahi beni şaşırtmayı becermişlerdir.

Son onbir yılımı sokaklardan zoraki evime misafir gelmiş, sonra da beni misafir kılmış bu türün iki "soysuzuyla" geçirdim. Biri onbir yaşını Haziran'da doldurmuş, nedeni veterinerlerce tüm tetkiklere rağmen anlaşılamayan körlüğe artık alışmış olan bey kedimiz Cupcup, diğeri de bu ay dolu dolu onbir senesini çeşitli kutlamalarla dolduran hanım kedimiz Alacakız.

Benim haylazlar vakit oldukça burada yer alacaklar, bol bol anlatacağım onları. Onbir yılın hikayesi tek yazıda biter mi, anlatılacak neler var neler !...
Cup'un kör olduktan sonra huysuzluklarını mı istersiniz, Alaca'nın geçen seneye kadar süren azgınlıklarını mı, ya da birlikte yaptıkları dünyalar güzeli üç bebenin akıbetini mi, ilave olunan iki "üvey evlat"ın maceralarını mı, gelecek hepsi sırayla, sadece biraz sabır lütfen!

Şimdilik kediler hususuna tatlı bir girişgah mahiyetinde bir iki kelam edeyim istedim.


Hayvanları koruma günü kafeslerde kutlandı!

Gazetelerde Kadıköy Meydanı’nda Hayvanları Koruma günü nedeniyle “Hayvanların katledilmesine” dikkat çekmek üzere “fantastik” bir defilenin yapılacağı duyurulmuştu. Marmara Güzel Sanatlar Fakültesi ile Kadıköy Belediyesi’nin ortaklaşa düzenleyeceği bu etkinliğe şaşırmış, sevinmiş, üstelik etkinliğin yer ve saatinin tam da işe gidişime denk gelmesinden ayrı bir keyif duymuştum.

Meydana doğru yol alırken uzaktan bir platform gözüme ilişti, etrafında kalabalık bir insan karmaşası dönüp duruyordu. Yaklaştıkça, önce aşırı bakımlı, küçük dağları da, bu meydandaki platformu da ben yarattım edalarında dolaşan ellili yaşlardaki hanımlar güruhu dikkatimi çekti. Aralarında belli ki birkaç ilkokuldan “toparlama” öğrenciler cıvıldaşıyordu sıra halinde. Arada kameralar zoom yapıyor, çekecek ilginç bir şeylerin arayışında geziniyordu.

Sonra beni şok eden, dumura uğratan ve bir anda öfkeden deliye çeviren manzara ile karşılaştım: platformun üç yanına kafesler yerleştirilmiş, o korkunç gürültü çıkaracak kolonların yakınında olmalarına da aldırış edilmeksizin içine yavru köpekler yerleştirilmişti!

Önce gözlerime inanamadım, yaklaşıp kafeslerin içine baktım, evet yanılmıyordum, daracık yerde, belli ki kalabalıktan ve ekimin son güneşli günlerin sıcağından da bunalmış yavru köpekler vardı. Böyle bir görüntünün bir sirkte bile yer almayacağını düşünürken, hayvanları koruma gününde buna şahit olmak?!!!
Evet minik köpeklerimiz kendi günlerinde olağanüstü bir sevecenlikle “korunuyordu”!!!

Hemen yanında ise, bir su kaplumbağası platformun üzerine konularak, “hadi göster teyzelere, amcalara marifetini” dercesine eziyet ediliyordu.

Yukarıda betimlemiş olduğum kadınlardan bir kaçı hararetli bir şekilde konuşurken kulak kabarttım: biri sinirli el kol hareketleriyle bir köpeğin kötü durumda oluşunu anlatıyordu. Detayları duyamadım, bahsedilen köpek bir sokak köpeği miydi, onu da bilmiyorum. Zaten, kafeslere gösteri amaçlı hapsedilen köpeklerin akıbeti kimin umurunda? Önemli olan “günün anlam ve önemini” hiçe sayıp, kendi egolarını tatmin edecek bir etkinlikse, bu konuda başarılı olduklarını söylemeliyim…

Hayvanları Koruma Gününüz kutlu olsun!...