18 Ekim 2006 Çarşamba

Bir şaşkın vardır bende, benden içeri, hiç de ses etmez dışarı...

Sevdiceğim hastalanmış. Üstelik öyle böyle değil, 40 derece ateşler içinde hastanelere düşüp serum yemeler boyutunda! Yok yok, kimse beni sayıkladığına şahit olmamış. Sayıklamasın zaten yahu. Özel hayatımızı ifşa etmenin ne manası var! Hem ben ediyor muyum ki!

E ne var, atla bir koşu, bit başında diyeceksiniz… Ben de ne biti? Durduk yerde beni ne diye bitli yaptınız demeyeceğim, çok beklersiniz! Ama şunu diyeceğim: hani şu Ankara meselesi vardı ya, yolum istediğim kadar da sık düşmüyormuş oralara, bu vesileyle anlamış oldum.

Hayda, Ankara da nereden çıktı tadında nidalar eylemeyin ey okuyucu kitle, Arif Abi’yi de çağırttırmayın bana gece vakti şimdi! Hah şöyle! Jetonu düşürmekle kalmayıp yapım aşamasına bile geçtiniz gibi görünüyor buradan: Evet maalesef “Ankara’dan abim geldi” şarkısını ben “Ankara’ya kaçtı sevgili” şeklinde söylüyorum birkaç aydır…

Yani bit olsam pire olsam ne yazar, ışınlama aygıtım da bozulmuş, kaldım mı buralarda?!

İşi gücü, dersi, öğrenciyi sepetleyip kaçsam da nasıl yapsam hesaplarına düştüm teneffüs vakti, ki dersi bitirdiğimde aklım hala Ankara yollarında cirit şampiyonası düzenlemekteydi. O düşünce senin, bu düşünce benim, düşüne düşüne vardım otobüs durağına, bekle bekle otobüs gelecek… Derken, amanın derste kullandığım cd çaları derstlikte unutmayayım mı?

Nolmuş yani demeyin gözünüzü seveyim! Bizim okula giren çıkan zat-ı muhteremler anasının gözüdür, hiç bakmazlar, anneniz iki düz bir haraşo örmeye kalkmadan aleti söküp kasetçalarını ayrı, cd çalarını ve hatta radyosunu bile ayrı satarlar… Yani her bir naneyi kilit altında tutuyoruz desem yeridir.

O sebepten ötürü tıpışlanmak suretiyle kös kös indim, büyük gayretlerle çıkmış olduğum yokuşu tekrar. Gecenin bir vakti de o yokuş da kabuslara şenlik misali ne izbedir ya… Neyse gaspa tecavüze uğramadan vardım binaya, üstelik de henüz kilit vurulmamıştı kapıya. Değmişti geri dönmem, anlayacağınız. Eşeğini bulmuş, üstelik sağlam direğe de bağlamış fakir rahatlığında yokuşu tırmandım tekrar ve koyuldum yine İETT’nin sonbahar kış kreasyonlarını beklemeye.

Hava da soğumuş muydu iyice ne!? Bekle bekle, sanki kreasyonu Claudia Schiffer sunacak, nazlana nazlana geldi bir otobüs. Gideceğim yönün otobüsü de değil, ancak bu gelen son otobüstür korkusuyla ve “bindik bir alamete, varalım selamete” besmelesiyle bindim. Mecidiyeköy’de aktarma yaparım hayallerinde vardım ben aktarma yerine. Ceylan gibi sekerek indiğim otobüsün önünde başka bir otobüs görünce baktım gideceğe yere. Benim istikametim olmasın mı? Vay be, eşeksizlik cehenneminden, kısmetli insan mertebesine hızlı bir yükseliş yapmış olunca dört köşe, zor sığdım otobüse.

Kalabalık otobüste oturacak yer de yok, ama ben mutluluğun gazını almışım, sevdiceğime gidiyorum sanki, öyle bir rehavet tadına girdim. Derken, gözüme bir durak ismi takıldı. Bu güzergahta yoktu böyle bir durak… Sonra bir tane daha! Gece vakti semtleri değiş tokuş etmediyse ilçe belediyeleri ben gitmeyi düşündüğüm istikametin aksi yönüne doğru hızla yol alıyor olmalıydım!

Evet kıs kıs güler halinizi görüyorum ama ayıp olmuyor mu yahu? Yüzüme karşı yapmayın hiç olmazsa, arkamı dönünce gülseniz yüzünüz mü eskir? Yüzsüzler sizi!

Aman iyi, hemen alınmayın, ama siz de görürsünüz, şaşkınlık alanında Nobel ödülü almazsam ben de ne olayım! Ne? O alanda verilmiyor mu Nobel? Hiç şaşırmadım zaten, Matematik alanında da vermiyorlar zaten, neye vereceklerini bir bilseler….

Tüm otobüse şaşkınlığımı ilan etmek suretiyle –hani arkamdan insanlara konuşacak malzeme bırakayım, insanlığa bir parça faydam olsun gayretiyle- indim ilk durakta.

Soğuk hava da meydan bulmuş, tüm açık alanları doldurmuştu iyicene. Üşüye üşüye yeniden otobüs beklemeye başladım. Oh olsun, sen misin dört köşe hangi yöne gittiğine dikkat etmediğin eşeklere binmeye kalkan!? Ders olsun bu sana!

Sevgilim mi? O hala yatak döşek yatıyor, ama ben bu gayretle bir de Ankara yönüne doğru yola çıkarsam, bir haftaya kalmaz varırım kesin!

Hiç yorum yok: