30 Aralık 2007 Pazar

bu dünya nereye gidiyor...

yorgunluk diz boyu... böyle yorgunluk halleri tehlikeli olabiliyor, beyin hücrelerinizin onca koşuşturmadan canlı çıkabilmiş azınlıktaki arkadaşları kendi aralarında gruplaşıp fısır fısıra başlayınca işiniz duman oluyor. onlar fısırdaşıyor siz de onlara malzeme bulmakta maaşallah hiç geç kalmıyorsunuz efendim. hemen dünya halleri, gazete haberleri, ne olacak bu insan evladının içler acısı durumu gibi rakı masasına layık temalarla destek veriyorsunuz.

farkındayım, bu son yazılarımda siz okurlarıma çok yükleniyorum, direkt suçu sizlere atıyorum. ee ama siz de yapmayın kardeşim böyle, bana da yazı malzemesi çıkmasın... hehehe yine sıyrıldım içinden :)


yok efendim 77 küsür araç kundaklanmış (ha bundan ne anlıyor bu kundakçı eleman? hani çalsa, anlayacağım, para kazanacak; son model araçlara yüklense sadece, haa antikapitalist, accık kırpılmış bir kızıl diyeceğim, ama ikisi de değil....), belek'teki ağaç katliamı (ayranımız yok içmeye, tahteravanla gideriz ölmeye... boşaltım sistemini rahatlatmaya değil, direkt ölüme gitmektir onca ağacı kesmek! evet durum o kadar vahim!), yok deprem sonrası çıkarılan deprem haritası psikolojikmiş ! (evet ya, devletin ileri gelenlerinden yeni bir inci! deprem sonrası depresif halle -kısaca: dsd sendromu- , taş gibi yerlere deprem riski var demişler meğerse! yok yahu, bizim ülkemizde deprem fay hattı mı vardı ki? hepsi komplo teorisi canım, imarın gelişmesini
istemeyenlerin komplosu külliyen!!).

sonra da şehitler olunca, haydeee hurra, vatan koruyalım diye sokaklara dökülür ateşli arkadaşlar.
ama önce bir düşünün, nasıl bir vatan bu? evinizin önündeki arabanın yarın yanmış olarak bulup bulmayacağınızı - can güvenliğini es geçtim, gasp, kap kaç, onlar ayrı bir vehamet- bilmediğiniz; deprem olsa evsiz hatta cansız kalıp kalmayağınızın belli olmadığı, üstelik devlet otoriteleri tarafından deprem bölgesinde olmadığınızın güvencesiyle yaşadığınız; golf sahası uğruna kalan yegane ciğerlerinizin sökülüp alındığı bir vatan bu! güle güle kullanın o
halde... tabii gülmeye takatiniz kalırsa...

kusurua bakmayın sevgili okurlarım çok yüklendim size, ve kabul, sorun bende! ahanda yandaki
madra karikatürü durumu gayet güzel ifade ediyor. siz bu ikilinin diyaloğunu kendi içimde yürüttüğümü düşünürseniz, anlarsınız ne demek istediğimi:

27 Aralık 2007 Perşembe

bir gün ansızın gelebilirim..

bazı günler olur, primatlardan bir nebze akıllı (gerçi son yapılan deneyler aksini ıspatlıyor, ve tabii ki biz kontekstimize halel getirmemek adına onları yok sayıyoruz şimdilik!), lakin o kadar duygusal olamamanın sancısını çekeriz.
ohhh fiili birinci çoğul şahısta kullanıp aklımca işin içinden sıyrılacağım. yok öyle yağma, birinci tekil şahsa dönemem şimdi, utanırım cümle aleme karşı...
durduk yerde ağlamaya başlarız (yok olmadı bu, çok durduk yerde değildi, basbayağı yürümelik yerde, hem de sokak ortasıydı hatta...
hadi arkadaşlar, yalnız bırakmayın beni, ha gayret! birinci çoğul şahıs, huhuuuu!
niye mi ağlarız? neden olacak, bastonlu bir amcayı baharda ölen babamıza benzetmişizdir. istikamet iskele ev arasında bir yerde, aynı babanıza benzeyen yaşlıca bir amca peydah olmuştur, aynı onun gibi tıngır mıngır bastonuyla ağır çekim yürüyordur, bir de sakalı olsa direkt, "yav baba, ölme numarasıyla anamı mı terk ettin de yirmilik çıtıra mı kaçtın" nidasıyla sarılacaksınız, o kadar benziyor hani!
tamam yahu, babanız benzemiyor olabilir üstteki tarife, kırmayın beni!
önce bir iki yutkunur, geçecek gibi olursunuz, ama ohooo farkına bile varmadan amcanın ağır çekimine kapılmışsınızdır (yaşlı erkek çekiciliği bu olsa gerek: bastonuyla senkron tutturmak...)
derken, durumun ayırdına varır, amca fark etmeden tabanları yağlarsınız (ne olur ne olmaz, sizi kapkaçcı sanır ya da başka bir şey, oracıkta kalpten gidiverir, vebali mebali olaylarına sebep olur, ömür boyu vicdan meselelerine gark olursunuz).
bakın hele, çaktırmadan birinci çoğul şahıstan, ikinci çoğula geçip, sorumluluğu sizin üzerinize bıraktım bile, siz daha uyuyun!

lakin göz ve kalp irtibatı çoktan ilişki kurmuş, babanızın resmini anında flashdiskten yükleme yapmış , 150 gb (ne var, yakında o kadar kapasitelisi de çıkar, hayal kuruyoruz burada!) şiddettinde harddiske giydirmiş, tüm belleği bloke edip zırlama komutunu göndermiştir bile.
boşuna basarsınız undo tuşuna, f1 tuşu çoktan kayıptır ve ctrl+alt+delete tuşları da faide etmez.
filmlerde müziğin plak cızırtısıyla durduğu noktaya gelmiş olabilir bazılarımız -anında biz olduk- şimdi "ne diyorsun kardeşim?" diye kızarak. tamam kızmayın, zaten hepsi "aptallar için bilgisayar kullanma kısayolları" kitabından arakladığım bilgilerdi. benim de bildiğim nane değil bu pc olayları -hehehe, çaktırmadan okuyucu ile empati kurma! aa pardon bunu da okudunuz şimdi değil mi? hiihi elimden kaçtı-. sakinleşirseniz bir de şöyle anlatırım:
gözünüzden bir iki damla şıp şıp eder, aboov diyerek adımları hızlandırır, ama beyhudedir bu çaba, şıp şıp çoktan şırıl kıvamına gelmiş, salya sümük zırlamaktasınız!
son çare -neyse ki güneş var da konsepte uyuyor- güneş gözlüğünü çıkartır, zırıl zırıl eve yürürsünüz
hala üstüme alındığım yok, benim başıma gelmedi ki, valla ben gördüm sizi, yollarda salya sümük koştururken, hatta mendil ister misin kardeş diye seslendim, duymadınız...
yolları şaşırır, on dakikalık yolu yarım saate çıkarmayı becerir, son beş yılın en başarılı labirent çizme şampiyonu bile ilan edilirsiniz.
amaaan ne olacak, içinizde kalanı cebinizdeki bir paket mendile sığdırmışsınız işte, uzayan yollar ve sümüklü mendiller size feda olsun!

ama sonra, akşamın ilerleyen saatlerinde, çalışmanız gerekirken kendinizi böyle ne idüğü belirsiz yazılar yazarken bulursanız şaşırmayın!
ben uyarayım da... ne olur ne olmaz.

17 Aralık 2007 Pazartesi

kediler

biliyorsunuz en sevdiğim konulardan biridir kendileri. 12 buçuk yıldır hayatımın belirleyici unsurları haline geldiklerinden galiba... benim huysuz oğlanla yaramaz kızım belirliyor sabah kaçta kalkacağımı, ya da ben de çok içselleştirmişim ki, doyamıyorum bana eziyet etmelerine rağmen onlar hakkında yazmaya...

neyse amacımdan sapmaden yazayım: iki haber duyuracağım, ilki tatil dönüşü kedisini, köpeğini sokağa bırakıp, 'ayakbağından' kendini kurtaran sözüm ona hayvanseverlerin uyanıklığı!
tabii, hayvan tatil boyunca onları eğlendirmiş ya da pahalı bir cins olması
sebebiyle havası atılmış, yani işlevini yerine getirmiş her tüketim nesnesi gibi atılması gerektiğinden, sokağa bırakılmak suretiyle terk edilmişlerdir.

yine de teşekkürü bir borç biliriz, zalimce bir ölüm de reva görülebilirdi, hani eğlencenin devamı kıvamında biraz sado takılmaca... ama neyse ki yüreği yüce hayvansever yaşamını bağışladı minik pisi ya da kuçunun da sadece sokağa atmakla yetindi... ama gazete haberinin de söylediği gibi bazısı üzüntüden, bazısı açlıktan, sokaktaki yaşama uyum sağlayamadığından telef olup gitmiş, gitmeye de devam edecek....

ama kyoto'yu umursamayıp, kendi geleceğini dert etmeyen adamdan başkasının hayatını umursaması nasıl beklenebilir ki? benimkisi de laf işte!


ve hayatların hiç bir mana taşımadığını, pınar'ın bana gönderdiği haberden bir kez daha anlıyorum, neymiş efendim, gen hastalıklarında ışık saçan kediler yardımcı olacakmış, hazır başlamışken ışık saçan popolar da icat etsinler, karanlıkta tuvaleti kullanabilme gibi bir özellik kazanmış olur insan evladı, hatta işlem esnasında nota çalabilme özelliği de eklensin de, umumi tuvaletlerdeki gaz çıkarma sorunu tarihe karışsın!

hiç bir şey değil, beni bu haberler mafetti...

10 Aralık 2007 Pazartesi

kyoto'yu imzala

cumartesi günü yaklaşık 4999 kişiyle birlikte güzel ülkemizin tepesindekilere kyoto'yu imzalasın, nükleer enerji yerine güneş rüzgar kullansın diye çağrıda bulunduk. ama anlaşılan o ki, sayımız yetersiz gelmiş, sakal da uzatmadığımıza göre, hiç bir işe yaramadı , bağırtılarımız....

neler bağırmadık ki, bush'un marifetlerini saymaktan, nükleer istemediğimizi çığırmaktan bitap düştük! ama çok da eğlendik, rüzgar gülleri tepemizde, sloganlarımız ellerimizde, biz gideriz eyleme, eyleeeemeee tadında, göbecikler attık, tef çaldık, davullara vurduk gitsin!

etraftaki insanların bakışları da ayrı bir eğlence tadı veriyordu elbette, sirkteki maymunları seyreder gibi baktılar, filme aldılar, tabii ya, onlar için çok da farkımız yoktu neticede....

işin korkunç tarafı türkiye 2009'da
imzalayacağını söylüyor kyoto'yu, o da binbir nazla, yok hazır değilmişiz de, üstümüze gelinmesinmiş...
avustralya da imzaladıktan sonra, imzalamayan iki mühim ülkeden biri biz kaldık, o utançla hala 2009 gibi, artık imzamızı basmak için çok geç kalınacağı bir tarihe erteleyip duruyoruz!

işte bu bilginin gazıyla, kah koştuk yürüyüşte, kah oturduk, kah da düdüklerimiz, teflerimiz ve davullarımızla hükümet bizi duysun diye bolca gürültü yaptık, ama korkarım ankara'ya kadar gitmedi bizim ses....


her ne kadar minik eylemciler de destek verdiyse de -ki zaten onların geleceği söz konusu, ne de olsa biz şurada bir onbeş yırmı yil belki daha yaşarız (ne kadar karamsarsın demeyin, bu ısınma böyle devam ederse, umarım o kadar bile yaşayıp olacakları görmem!)- kendi öğrencilerimden aldığım tepki gösteriyor ki, çevreciler türk insanı için hala bir avuç deliden ibaret!

konuyla ilgili başka detay öğrenmek isteyen olursa, buraya baksın!

27 Kasım 2007 Salı

santral istanbul

cumartesi günü erkek arkadaşımın sosyal manyaklığı (her hafta bilumum sergi gezilir, konser, tiyatro, sinema gibi kültürel etkinliklerin hiç biri de ihmal edilmez kendisi tarafından) sayesinde silahtarağa'daki bu muhteşem binayla tanışma şansına eriştim.
tarihini vs'ni merak edenler şuraya bakabilir,
beni cezbeden osmanlı döneminde kurulan ilk enerji tesisi olması ya da bir dönem istanbul'un tüm enerji yükünü tek başına üstlenmiş olmasından ziyade binanın kendisiydi.
ve itiraf ediyorum, hemen yanına yapılmış olan modern binadaki -ki dört koca kattaki(!)- sergileri unutup santral binasına vuruldum.

binanın dışını gördüğünüzde çok büyük bir farklılık dikkatinizi çekmiyor, alelade bir fabrika binası sevimsizliğinde karşınızda dikiliyor.
içeri ilk girdiğinz anda da öyle aman aman bir şey dikkatinizi
çekmiyor.
ancak o koca kazanların olduğu bölüme ayak bastığınız anda sanki zaman duruyor. ya da zamanda yolculuk etmişsiniz de başka bir yüzyıla gözünüzü açmış gibi hissediyorsunuz!

binanın içerisi o yüksek tavanıyla bir noir filmsetinin orta yerine düşmüşçesine kasvetli, gotik bir atmosferle sarmalıyor, içerisine alıveriyor bir anda ziyaretçisini.

o kocaman kazanların oflaya puflaya çalışacaklarını bekler gibi ayak ucunda dolaşmaya başlıyorsunuz bir anda. hani sanki uykuya dalmışlar da sizin ayak seslerinizden uyanacaklarmış gibi.

pasın kahverengi devasa dünyasında
yitmiş gibiyken kendimi jean jeunet'nin fantastik filmlerinden birinde, mesela "kayıp şehrin çocukları"nda cirit atıyormuşçasına şaşkın hissettim kendimi. her an karanlık bir köşeden dominique pinon'un canlandırdığı o cücelerden biri fırlayacakmış gibi etrafımı kollayarak yürür olmuştum.

eğer böyle bir atmosferden hoşlanıyorsanız, santral
istanbul kesinlikle kaçırılmaması gereken bir mekan. hem sergi de gezmek istiyorsanız tek taşla iki kuşu da halletmiş olursunuz. üçüncü kuşu da, santral binası içinde sergilenen ve ziyaretçilerin kurcalamasına açık olan bilimsel ve de deneysel aygıtların sergisine giderek de vurabilirsiniz. hele de çocuğunuz da varsa, o orada bu cihazları kurcalasın, siz yandaki sergi bölümünü gezerek sanat aşkınızı doyurabilirsiniz.
bilemiyorum artık kaş kuş vurmuş oluyorsunuz böylece...

hatta size bir de kıyak geçerek, saat başları ve yarımlarda akm önünden direkt silahtarağa'ya giden servislerin de olduğunu da belirteyim, hizmetimiz tam olsun.

18 Kasım 2007 Pazar

sigara yasağı

oh oh, şiştiniz mi diyerek tüm sigara tiryakilerinin karşısına geçip üç tur göbecik atasım gelirdi hayal perest olaydım. ama biliyorum ki bu habere içimden geldiğince sevinemeyeceğim. yasa çıksa bile, adamlar pofur pofur karşıma geçip nanik çeker gibi sigaralarından bir nefes çekecekler ve suratıma doğru üfleyecekler!

benim en büyük derdim vapur, çok severim vapur yolculuğunu, yaz oldu mu da bir iştahla geçiyorum dışarıya, kuruluyorum mis gibi, sıcak güneşin altında esecek rüzgarın düşüyle, hooooop yanımda bitiveriyor bir tiryaki, fosur fosur dumanıyla birlikte.
sağa dönsen duman, sola duman, eyvallah be, siz keyif yapasanız diye, biz mahrum mu kalacağız hep?! nafile, tüm yaz boyuca vapurun havasız iç bölümlerine mahkum oluyorum, ama orada bile kurtuluş yok, çünkü hemen kapı eşiğinde içenler sayesinde o duman kapalı mekanı bile boydan boya arşınlıyor, benim gibi hassas burunlu insanların hayatını cehennem ediyor.
ama sanırım kimsenin sesi çıkmadığına göre
benim dışımda rahatsız olan pek yok!

bu sene ilk defa alt güvertede, giriş kısmında yasaklamışlar, kocaman yasak levhaları konmuş. gariban gariban sevindim duruma, ohh bari şurada dikilebilir, dışarıda yolculuk etmenin keyfini, ayakta da olsa bari çıkarırırm diye, ama yooook o bile reva görülmüyor! hani neredeyse levhanın altına geçip istanbul hatırası resmi çektirir gibi aldırış etmeden paketini çıkarıyor, kardeş dumana hasret kalmışsındır diyerek suratıma doğru üfüyor yine pis dumanını!
"ama ama" diyecek oluyorsunuz, "ama herkes içiyor burada" cevabı geliyor. ve herzamanki gibi yalnız kaldığım için, tek başına arıza yapan şahıs kıvamında susmak düşüyor payıma!


geçenlerde amcanın teki içeride içiyor, bir yandan da telefonuyla konuşuyordu. içeride içmek yasak diye uyardım amcayı, telefonla konuşuyorum diyerek savdı beni başından. ben de, ulen dışarısını zehir ettiniz bize, bari içersini de etmeyin tadında inat ettim bu sefer, yalnız oluşuma da hiç aldırış etmeden bastırdım,
"dışarıda içer misiniz lütfen sigaranızı"

"tamam, telefonum bitsin çıkacağım" diyor amca ters ters, ama konuşması da uzadıkça uzuyor, bir yandan da telefondaki kişiye, "bir karı rahatsız edip duruyor" diye de haddimi bildiriyor kendince.
baktım bununla baş edilecek gibi değil, gittim hiç üşenmeden görevliyi buldum. amca da sağolsun, ben gelene kadar hiç yerinden kıpırdamamış, hem cigarasını tüttürüyor hem de muhabbetine devam ediyor. neyse ki görevliyi görünce, homurdana homurdana çıktı çok fazla olay çıkarmadan.

elbette yine tek başınaydım şikayetçi olan, ama bu haberi okuyunca, meğerse yalnız değilmişim diyesim geliyor, halbuki uygulamada öyle hissediyorum.

bir de tabii burada kapalı mekanlara has yasak bahis konusu, yani sigara içmeyenler yine kapalı mekanlara hapis olmaya devam edecekler....

ah ah bir tiryaki olamadım gitti....

not: bu filmi de seyredin, iştahınız açılsın, sonrasında bir keyif sigarası içersiniz artık :))))

17 Kasım 2007 Cumartesi

aklıma geldikçe sen

ansızın, bir filmin ortasında, bir ödev okurken, yağmur yağarken düşüyorsun aklıma. önce aldırmıyorum, savuştuyorum varlığını, ama öyle bir yer ederek geliyorsun ki istemsiz resmine gidiyor gözüm ve gidiyor yüreğim, acıyor bıraktığın boşluk.
öyle sızlıyor ki o boşluk bütün gece sızan yağmur dolduramıyor, gece dolduramıyor, kalıyorum öylecene, resmine sarılmış bir halde.

kediler bile meraklanıyor, dolanıyorlar etrafımda, biri burnuyla itiyor yüzümü, diğeri patisyle dokunuyor, anlar gibi seni andığımı. eşlik edeceklermiş gibi ağıtıma.

biliyorum daha çok sızlayacak yokluğun, hep o acaba kalacak dilimde. kalsaydım o gece, götürseydim ertesi gün kendim seni doktora, değişen bir şey olur muydu diye.

biliyorum daha çok sarılıp resmine ağıtlar düzeceğim, tontonum diye sızlanacağım.

ve hiç geçmeyecek gibi bıraktığın o boşluk, hiç dolmayacak gibi...

ben seni hep özleyeceğim be tontonum...

ölülerinizi anmayın!

hele ki zamanında bir suça karıştıysa, aman aman, sakın ha anmayın, çünkü siz de böyle yaparak suç işlemiş olabilrsiniz gayet tabii! oğlunuz, kızınız, en yakınınız bile olsa anmayın!
yoksa başınıza gelecek olan 73'lük tezyenin başına gelenlerden farksız olmayabilir!

ama tabii burada benim merakımı celp eden bir sene boyunca bu davayı sürdüren mahkeme değil de, işi gücü olmayıp, bu tür olayların peşine düşüp, suç duyurusunda bulunan kişilerin psikolojisi!
yani yaşlı bir kadının acıyla sarf ettiği bir cümlede dahi bölücülük arayan bir kişinin paranoyak olma ihtimali üzerine olasılık hesapları yapsak, sonuç ne çıkar sizce?

11 Kasım 2007 Pazar

haluk şahin ve facebook

Yazının bütünüden ziyade girişi beni düşündürdü, aynen alıyorum buraya "Lenin, Hitler, Mao, Roosevelt, Churchill, Nasır, Nkrumah... 20. yüzyıla damgasını vuran tarihsel kişilerden çoğu geride kaldı. Bir dönem çok parlak yanan ışıkları şimdi yanmıyor. Onlara, artık cereyan verilmeyen ampuller gözüyle bakabiliriz."

Haluk Şahin etnosantrik davranmayı bırakıp o ülkelerin içinden bakabilseydi, bu yazının anlamı bambaşka olurdu, ama maalesef yapmamış!

Almanya'da Hitler hala gündemde, en son Eva Herman'ın yazdığı Hitler döneminin aile kavramını öven kitabıyla bomba gibi düştü konu tekrar gündeme ki, aslında radikal sağcı gençlik yüzünden hiç inmemişti.

Mao deseniz, Çin'in dört bi yanında resimlerini ve heykellerini görmek mümkün ve çinli bir öğrencimden duyduğum kadarıyla, gündemden de inmiş değil!

Amerikalılar zaten o iki isme toz kondurmaz, haaa her sabah ilk okul çocukları ulusal marşlarını okuyup soz konusu kişilerin heykellerini selamlamıyorlar elbette. Ama eğer buysa kriter, kesinlikle gündemde değil bu kişiler.

Ne yani Haluk Şahin gerçekten de Hitler'e her sabah selam verilmesini mi bekliyordu?!

8 Kasım 2007 Perşembe

cilveli saat sorarsa öldürün, indirimden faydalanın!

aşk konulu insanın yüreğine bahar duyguları serpiştiren bir yazıdan sonra, gel de şimdi bu hadise üzerine yaz çiziktir... deli olmamak elde değil, zaten 8 akerimizin sağ salim dönmesine sevinememiş bir halde Doğu Perinçek'le ağlaşırken... (o konu öyle bir nutkumun tutulmasına neden oldu ki, olur da çözülürse girişirim belki)

sen şimdi kalk çocuklarının anasını "bana inat kot giydi, cilveli bir şekilde saati sordu başka adama" diyerek çocuklarının önünde öldür, sonra da cezan müebbetten 24 yıla, pişmanlıktan da bir 4 yıllık indirim daha alsın, yirmi yılcık ceza al otur!

oh beee, daha ne olsun! hani insanın, keşke merhume bir de yol tarifi alsaydı diyesi geliyor, eminim bu da en az 10 yıllık indirimi sağlardı, bir de yol tarifini haritada göstertseymiş, al en azından 15 yıl! ne de olsa ağır tahrik var! ne demek yahu, ne yol tarifi, nereye giden bir yol bu? doğru yol olmadığı kesin!
kadın kesin çalışacağı pavyonun adresini soacaktı, zaten kot pantolon giymesinden belli değil mi kötü kadın olduğu!

neyse içim rahat, çok şükür ki namusumuzu koruyacak birileri var!

4 Kasım 2007 Pazar

ilk aşk

tam 20 küsür yıl sonra karşınıza çıkarsa....?

eh biraz dengeniz kayar elbet, amanın hala yaşıyormuş, ne güzel diye şaşırır, çokça sevinir ama bolca da tuhaf olursunuz! ee boru değil, adı üzerinde: ilk aşk bu!

16 yaşında yaşamışsınız bunu. daha vücudunuzdaki değişimlere idrak olamamışken bir de aşk başınızı sarar. verdiği o ilk heyecan, belki çocukcadır, ama bugün baktığınız yerden bir o kadar da masum görünür gözünüze. elbette yaşın neden olduğu ve de hormonların da epey depreştirdiği kaşif merakı o masumiyete miniğinden bir parmak atsa da günümüzün 16'lık veletlerinin yaşadığıyla karşılaştırıldığında melek-şeytan, siyah-beyaz zıtlığında ortaya çıkacak bir masumiyet ihtiva ederdi (tamam birazcık abartmış olabilirim). üstüne üstlük bir de buruk bitmiş, tam yaşanamamış bir aşksa bu sizin için...

internetin nimetleri nelere
kadir!
ama durun hemen oraya geçmeyeyim: henüz internetin olmadığı zamanlarda ara sıra aklınıza geldikçe, bir de "ilk aşk"ınızı anlattığınız bir defteriniz varsa karıştırır, nerededir, ne yapıyordur, ben hiç aklına geliyor muyum diye düşünürsünüz, hatta yeniden karşılaşsanız neler olurdu diye hayallere dalarsınız elinizde olmadan.
ama pek de umudunuz yoktur o karşılaşmaya dair, çünkü çoktan yitip gitmiştir, başka diyarlardadır, onca senedir bir defa olsun haber almamışsınızdır.

sonra bir gün, akadaşlarınızın ısrarıyla
girdiğiniz bir sitede (hahaha, anladınız değil mi hangi site?! yok ben reklam yapmayacağım!) ilk aşkınız sizi buluverir!

ve bakarsınız ki kişilikleriniz neredeyse birbirine zıt bir gelişim göstermiş, ayrı ülkelerde yetişmiş olmanın izlerini görürsünüz; içinizden, ıyy ben bununla mı birlikte olmuştum, tam zamanında bitmiş diyerek bir parça hayal kırıklığına uğrayıp, hatta tam bulmuşken yeniden kaybettiğinizi düşünürsünüz.

sonra 'şimdiyi' bırakıp geçmişi konuşmaya başlarsınız ve bunca farklılığa rağmen yılların sizden o kadar da çok şey götürmediğini fark edersiniz.
eskileri andıkça da o zaman yazılmış olanları karıştırır, resimleri ortaya çıkarır konuştukça da kaynaşıverdiğinizi ayrımsarsınız. hatta duygusallaşır, ilk aşkın anıları derinlerde birşeyleri kıpraştırır, bir iki damla gözyaşı bile dökülür!


ve yığınla işiniz dururken, kendinizi saatlerce muhabbete kaptırdığınızı sonradan homurdanmak suretiyle idrak edersiniz!

bak bak, bulmuş da bunuyor, biz bulsak öpüp başımıza koyarız diyenlere, umarım size de nasip olur homurdanmak :)

3 Kasım 2007 Cumartesi

erdal inönü

perşembe günü sabahı açık gazete dinlerken aldım kara haberi, kahroldum. hemen bir gazete aldım yoldayken. 81 yaşındaymış, kansermiş... ama yine de erken bir ölüm işte!

abartıyorum gibi gelebilir kimilerine ama sanki babamı ikinci kez yitirmişim gibi oldum, tüm gün ağlamaklı dolaştım.


herkes bir şeyler söylemiş hakkında ve çoğunluk da hemfikir, olağanüstü bir insan, hoşgörülü, ilkeli, alçak gönüllü ve mizah duygusu güçlü ama siyaset adamı değildi deniliyor. anılarını anlatmışlar, hayatı çarşaf çarşaf anlatılımş, okurken, hele ki siyaset alanında etkin olduğu döneme şahit olmuş ve salt onun yüzünden shp'ye oy vermiş biri olarak anlatılanların bazılarını anımsadım, anımsadıkça hüzün içinde gülümsedim.

türkiye'de ender bulunacak bir insandı ve eşine çok zor rastlanacak bir siyasetçi. dürüsttü çünkü, saldırgan değildi ve yeri geldiğinde, hem de en tepedeyken koltuğu bırakmayı bildi.
kim ne derse desin, ondan bir kaç kişi daha olsaydı bambaşka bir siyaset görünümüne sahip olurduk.

bilimadamlığına söyleyecek hiç bir şey yok, fizik alanında geliştirdiği çalışmayla adını tarihe yazdırmış ve fizikte nobel'den sonra gelen en büyük ödülü de almıştı: Wigner madalyasını. ve galiba gönlü hep oradaydı. ama yine de ona zoraki siyasetçi dense de, ben öyle düşünmüyorum. Ve Radikal'den Murat Yetkin'in sözleriyle bitirmek istiyorum:
Bu özellikleriyle ne yazık ki Türk siyasetine iki numara büyük geliyordu, fazla geliyordu. Belki o nedenle ayak oyunları karşısında tutunamadı. Ama halkın kalbinde yer tuttu. Belki de bu her şeyden önemliydi.

benim gönlümde hala önemli bir yere sahip olduğu kesin.
yarın teşvikiye'ye gitsem mi diye de düşünüyorum zaten...

başımız sağolsun. :(

nazi dönemini mi hortlatıyoruz?

nereye gidiyoruz? aklım almıyor bu olan biteni!

bir nasyonalizm histerisi sarmış durumda ülkeyi ve olanları gördükçe boğulur gibi oluyorum. facebook'da linç girişimleri ve kürtlere karşı yapılanları tartıştığım bir arkadaşım, oklavısını kapıp sokağa çıkan bir ev kadını da katılsa bu linç mi olacakmış yani diyerek ben onları anlıyorum diye belirtmişti. bunu söyleyen az eğitimli biri değil, aksine felsefeyle ilgilenen ve o güne kadar aydın sandığım biriydi
gerçekten de şehit acısıyla sokağa mı dökülmek gerekiyor? sokaklarda şoven sloganlar atıp dtp'lilere salıdrmakla başlayan olaylar akıl almaz bir hal alır oldu, ne yani bu acıyla kalkan'daki mhp'li kişiler gibi bayrağı öpmeyeni, ayırt etmeksizin tekme tokat dövmek mi gerekiyor? ya da bursa'da sadece kürt diye 82 yıllık marketi yağmalamak ve kürt olduğunu bildikleri kişilerin evlerine çarpı işareti koymak mıdır, intikam çığlıklarıyla masum insanlardan bunu acısını çıkarmak mıdır? sanki nazi dönemindeyiz de, yahudilerin evleri işaretleniyor! herşey korkunç bir geççmişin yeniden oluşturulma çabasına benziyor!

linklere üç ayrı haberi aldım sadece ve korkunç olanı bunlardan ibaret olmadığı yaşananların...
belki de çoğu gazetelere bile yansımayacak kadar önemsiz haberler olarak geçiştiriliyor!

ve bir savaşa çığırtkanlığı aldı başını gidiyor! gerçekten de anlamıyorum, ne olur biri bana anlatsın, savaşa girmek o kadar kolay mı? yaşanabilecek daha büyük acıları hiç mi görmüyor bu insanlar? nasıl olur da bu kadar kan, nefret ve intikam bürür insanların gözünü?

ne için öldüğünü bilmediğim genç insanların erken ölümü yetmiyor, kardeşiniz, oğlunuz, ve hatta babanızın da bu uğurda ölmesi mi gerekiyor acınızın dinmesi için? o zaman mı anlayacaksınız savaşın yürek kaldırmaz acılarını?

ne için öldüğünü bilyor musunuz bu gençlerin? gerçekten vatan için mi öldü? yoksa daha önceki yazımda da belirttiğim gibi, başka bir sebep uğruna/yüzünden mi öldüler yoksa?

peki ama savaş çıkarsa kimin işine yarayacak bu? pek çok köşe yazarı haftalardır bunu irdeliyor, ama nedense perihan mağden'in o hiç hoşlanmadığım üslubuyla yazdığı yazıyı alıntılayasım geldi ve okudukça daha da içim daraldı.

savaş dışında da çözümler olması gerekiyor, o yüzden siyaset var, o yüzden siyasetçilerin ara bulucu olması gerekiyor, öyle olmasaydı dikta rejimle yönetilmemiz gerekirdi. ve anlayın şunu artık: SAVAŞ BİR ÇÖZÜM DEĞİL!!!

ne olur,
her yere bayrak asarak belki farkında bile olmadan şoven çığlıklara zemin hazırlayan o herşeyden bihaber insanlar! uyanın artık!

blogçuluk

az evvel cnn'i izliyordum, "inside the middle east" adlı bir programda sırasıyla buradaki ülkeleri geziyorlar. bir ara mısır'a da uğradılar ve oradan cesur bir blogçuyu tanıttılar, konu ilgimi çektikten sonra pür dikkat izledim ama adresini belirtmediler, yoksa hemen reklamnını yapacaktım.
neden bu kadar ilgimi çekti dediyseniz, medyadaki sansürün izin vermediği tüm siyasi haberleri bloguna aktarmaya çalışması ve bunları fotoğraflarla belgelemesi, polisin yaptığı işkence onun bloguna kayıt ettiği video görüntüleri ile ilk kez alenen tartışılır olmuş. buna benzer pek çok cesaret gerektiren alanlarda gördüklerini ve topladığı kanıtları koymuş bloguna 34 yaşındaki acar blogçu, tek yakındığı konu ise, yaptığı işin gazetecilik düzeyinde bir iş olmasına rağmen gazetecilik olarak görülmemesi. aldığı tehdit telefonlarını bile dert etmeyecek kadar da cesur.

izlerken, işte blogçuluk bu dedim.
şimdi diyeceksiniz ki e zaten blogçuluk da buradan çıkmadı mı, elbette ilk oluşum sebebi buydu, ama bugün kaçımız ciddi anlamda bu kadar cesur bir blogçuluk yapabiliyor?
sadece beni tekrar düşündürdü, blogçuluğu aslında kim için yapıyoruz diye. kendi minik dünyasını bir yerlere aktarıp küçük çaplı bir doyum yaşamak çoğunluğun sebebi. belki böylesi de gerekli, ama işte yukarıda anlattığım türdeki blogçular yaşamın aslında bundan ibaret olmadığını fısıldıyor ve blogçunun asıl sorumluluklarınden bu denli uzaklaşmış olmasının iyi bir şey olup olmadığını sorgulatıyor bana yeniden.


yok yok, bu aralar ülkenin karışık durumu beni umutsuzluğa düşürdü, buraya da böyle yansıyor bu. endişelenmenize gerek yok...

22 Ekim 2007 Pazartesi

terör

herkes üzüntülü, herkes terörü kınıyor, teröre lanetler yağdırıp hatta kimi yerlerde dtp'lilerin ofislerini basıyorlar, şehit anaları, babaları çıkıp konuşmalar yapıyor, mitingler düzenleniyor, ama bir allahın kulu da çıkıp devlete bunun hesabını sormuyor!

sen git en stratejik bölgelere, eli ancak bir iki aydır silah tutmuş askercilik oyanayan tecrübesiz çocukları hedef tahtası gibi yerleştir, sonra saldırı gerçekleşince de tezkere çıkarmalara yönel! ee tabii ya, daha çok günahsız genç insan ölsün, ölenler yetmezmiş gibi...

sabah bir yorum programında bölgenin fotoğraflarını gösteriyorlardı, engebeli zorlu araziler, gerilla orada yetişmiş, keçi gibi seyirtebiliyor, bizim çocuklar açık hedef gibi ortadalar!

bir de savunmaya bu kadar para harcanır sürekli, bunun birazını eğitimli, paralı askere ayırmak o kadar mı zor ki eğitimleriyle ya da verimli olabilecekleri başka alanlarda ülkeye çok daha fayda getirebilecek o gencecik insanları orada harcıyorlar?

ve en önemlisi dolduruşa gelmeden, bilinçle hesap sorabilecek, ama doğru mercihe hesap sorabilecek yurdum insanı ne zaman olacak????

20 Ekim 2007 Cumartesi

yarın için karar

bir haber programcısı kadıköy meydanı'nda rastgele yurdum insanlarına yarının önemini ve ne oyu vereceklerini soruyor, işte dumurluk cevaplardan bazıları:

- 21 ekim mi? bilmem, ne olacakmış? bilmem ama oy kullanacam.... evet oyu verecem.

programcının, konuyu bilmeden nasıl oy vereceksin sorusu üzerine de şu muhteşem cevabı veriyor:
- olsun, hükümet istediyse vermek lazım

- haa oy verecez o gün. tabii verecem. evet diyecem, anayasayı değiştirecez, onun için değil mi?


- evet diyecem, başbakanı halkın seçmesi lazım.


çoğunluğu yarından bihaber, ama azimle de oy vermeye gidecek. programı seyrederken gözlerim yaşardı, öyle duygulandım ki...

daha evvel kararsızlık çekiyordum ama şimdi anladım ki biz değil sadece cumhurbaşkanımızı seçmeye, doğrudan demokrasiye bile hazırız. yarın göreceksiniz, iscviçre dahi yanımızda halt etmiş olacak, en demokratik ve bilinçli halk biziz! heyt beee!

haa tabii cevapların hepsi bunlardan ibaret değildi, arada haddini bilmez, aynı bilince erişememiş yurdum insanı da cevap verdi, bazıları hayır diyecekmiş ama çoğu da oy kullanmayacakmış. aferin size! kullanmayın tabii, siz ne anlarsınız doğrudan demokrasiden, cahil insanlar! hem kullanmayın ki biz evetçiler çoğunlukta kalalım.

hem belki yedi yıl sonra o kadar özgür bir ülke oluruz ki türbanlı bir cumhurbaşkanı bile seçme şansımız olur. ne dersiniz, güzel olmaz mı?

not: bu arada programcı rodi'ye de yöneltti mikrofonu, o da veryansın etti. eminim en esaslı cevabı da o vermiştir, ama maalesef bizim dilimize çevirmeyi akıl edemediklerinden ne dediğini anlayamadım.

15 Ekim 2007 Pazartesi

şu araba reklamı

hani adam bebeğiyle zıplayıp hopluyor sokaklarda mutlu mesut, sonra aniden arabanın içinde bitiyor, işte bu reklam ne anlatıyor, anlayabilen beri çıksın!

şarkıyı dinliyorsun, "bir adam sana yaklaşmak için ne yapsın" diyor, bundan da anlaşılmıyor, herifin zaten kucağında bebe, daha ne kadar yaklaşmayı umuyorsa?
ki tam tersine, bebeği arabanın arkasına atarak aslında uzaklaşmış oluyor!

bazen diyorum ki, bu reklamcılar çok ulu insanlar da benim gibi fanilerin kafası basmıyor bu işlere...

not: farkındayım, biriktirmişim biriktirmişim bugün içimdekileri döküyorum birer birer....

gülmek herkesin hakkı...

... da şu reklamda gülenlerin hepsinin ümüğünü sıkasım geliyor...

siz hiç bu kadar kötü gülme taklidi yapan insanlar gördünüz mü? görmediyseniz buyrun, gülmek nasılmış, manayla öğrenmiş olursunuz...


ama kabahat o kadar yapay gülen arkadaşlarda değil, onları filme alıp bize eziyet eden reklam ajansı ve yayınlanmasını okeyleyen firma temsilcisinde!!

barajlarda su yükselmiş

ankara'da aylardır baraj seviyesi %1lerde sürünüyordu aklımın almadığı bir şekilde... yani ankara'lılar su kullanmayı mı kesmişti ki bu suyun yüzdesi bitmiyordu??!!

derken yeni bir bilmece daha verdi bana medya, yağan azıcık yağmurlarla ankara'nın (ve diğer büyük illerin de!) baraj seviyesi bir anda yükselmiş. ankara'nınki gerçi sadece % 0,5 oranında ama yine de ilahi bir durum dedirtecek kadar karmaşık bir durum....

konuyla ilgili bilgisi olan varsa bizi de aydınlatırsa sevinirim doğrusu...

millet kızını evlendiriyor...

ama nedense evlendirmek için ülkenin en tepesine gelmeyi bekliyor....

eee dışişleri bakanı'nı kızı evlendi haberi o kadar mühim bir haber olmayacaktı galiba... mı yoksa?

ya da nikah şekerleri ve düğün salonu beleşe gelmiştir belki!
eğer öyle ise, ben de çocuğumu evlendirmek için ülkenin en tepesine gelmeyi bekleyeyim madem....

14 Ekim 2007 Pazar

zibirixia tam bir yaşında

bugün tam bir yaşına girdik. ilk yazımın nedeni tepkimi nereye bildireceğimi bilemeyişimle erkek arkadaşımın, "ee sana blog açalım, oraya yazarsın" demesiyle başladı.

sonra derken ben o ciddi üsluptan ayrılıp biraz daha mizahi açıdan yaklaşmayı yeğledim. üslubumu sevenler oldu, galiba bir iki daimi okuyucu bile edindim, bazıları hiç sevmedi, hatta, rahatsız etme kardeşim bizi blogunla diyenler oldu, ya da kitap formatına getirmem gerektiğinden yakındılar (basacağız dediler de ben mi yayınevine gitmedim? tatlıses gibi dedim valla!). ama iyi kötü bugüne geldik.

ne diyeyim, hep birlikte sitenin takma diş takacağı günleri de görürüz umarım.

11 Ekim 2007 Perşembe

bugün, tam 78 yıl önce...

... karadeniz'in bir dağ köyünde bir erkek çocuğu gelmişti dünyaya.
ebesi, ki babaannesiymiş, (ve o yörelerde babaanneye ebe dermiş torunları), incelemiş hemen çocuğu, her şeyi yerli yerinde mi diye, ufacık elleri, ufacık ayakları her şeyi tamamdı da, bir bacağı öbüründen biraz kısaydı. olsundu, sağlıklı bir bebeydi. bir kız, dört oğlandan sonra dünyaya gözünü açan beşinci çocuktu ve ardından bir kardeşi daha doğacaktı.

zordu dağ köyünde yaşamak, inekleri güdecek, engebeli toprağı işleyecek insan lazımdı, ne kadar çok olursa çocuk o kadar iyidi.

en küçük oğlunun da doğumunu beklemeden ortadan kaybolan bir babanın ardında kalan bebeler oldular birden. ama köyde fark etmezdi bu. nasılsa hep birlikte altta ahırı olan üstte yaşadıkları koca bir evleri vardı.

düşe kalka, ite kaka büyüyorlardı. o kadar çocuk içinde geçirdiği çocuk felcini kimsenin, hatta kendisinin bile fark etmeyeceği kadar harala gürele içinde. öyle ki bu gerçek ancak 50 yıl sonra geçireceği kemik erimesi teşhisinin konulabilmesi için yapılan detaylı tetkikte ortaya çıkacaktı.

o yüzden çocukluğundan beri topallamaya başlamıştı. lakapları seven köy halkı da adının önüne topal eklemişti hemen. normal bir şey sanmış bunu. topal aşağı topal yukarı.

dağ köyünde yaşamak güzeldi, ama zordu işte. bir savaşın ağır yıkımlarını yaşamış bir ülkenin yeni bir savaşın arifesinde yaşadığı yoklukların içindeki mücadeleyle geçiyordu yaşam.
yine de durumları fena değilmiş. "tahılımız vardı, hayvanlarımız vardı, ama yine de yokluk içindeydik" diye anlatırdı topal. "çuvallar dolusu dururdu her şey ambarda, ama elimizi süremezdik."

dedesi sert adammış, "karşısında titrerdik, tek kelime edemezdik korkudan".

çuvallardaki zenginliği midesinde hayal edermiş, ama alabildikleri en büyük ödül sert bir ekmek dilimine serpilmiş azıcık toz şeker.
"bazen, kardeşim nöbet bekler, ben beyaz ekmeği keser, dilimin üzerine reçel sürer, sonra kardeşimle bir güzel yerdik" ama bir gün kardeşi uyuya kalmış nöbet beklediği yerde. ebesi de yakalamış topalı. "koca koca odunlarla dövmüştü beni, günlerce yürüyememiştim, ama yine de duacısıyım, dedeme söylese, bir daha o köye ayak basamazdım."

köylerinde okul olmadığı için komşu köye gitmek zorunda kalırlarmış. ne araç ne de binek hayvanı. beş saatlik yürüme yolunda yayan, ayaklarında parçalanmış çarıklar kar kış demeden giderlermiş.
bir gün tek başına dönmek zorunda kalmış, kar diz boyu, ormandan geçerken koca bir kurt sürüsünün ortasına düşüvermiş.
"korkudan dilim tutuldu, kaç saat kaldım o soğukta bilmem. kurtlar dolaştı çevremde, ama ilişmediler bana." diye anlatırdı hayretler içinde hep, sonra eklerdi gülerek "herhalde karınları toktu, yoksa benim gibi körpe eti hiç yemeden bırakır mıydı bunlar. köydekiler beni öyle konuşamaz halde bulmuşlar. eve götürüp yatırmışlar". ne olup bittiğini de anlatamadığı için de günlerce merak konusu olmuş, ne oldu bu çocuğa diye.

12 yaşında kaçmış köy hayatından, koca kent ankara’ya . 12 yaşındaki bir çocuk ne yapar tek başına, nasıl geçinir, ne yer ne içer? ailesi nasıl olur da onu bulmak için yollara dökülmez?
"inşaatlarda yatıp kalkıyordum, gündüzleri aynı inşaatta çalışıp, geceleri de çimento çuvalları arasında yatardım. ama iyi bir inşaat ustası oldum böylece."

ankara'nın büyüklüğü yetmez olmuş zamanla, istanbul'un kaldırımları altından lafına kanıp gelmiş bu diyarlara. ama artık aranan bir inşaat ustası olmuş, fena değildir geliri. minicik bir ev tutacak kadar iyi, hatta nişanlanacak kadar...

nişanlısını pek anlatmayı sevmezdi.
niye terk ettin diye sorduğumda susardı. sonra evlenmiş olduğu eşinden duymuştum. hamile kalmış nişanlısı ama çocuğu düşürmüş, o da buna dayanamamış... biraz karışık bir mesele...

ikinci dünya savaşı sonrasındaki ilk on yıllarda avrupa'daki büyük işçi kıtlığında japonya hayalleriyle başvuruyor topal. çalışkan bir işçi ya, umutları da o oranda büyükmüş. ama bir türlü japonya olmaz, o da o hayal kırıklığı ile almanya için başvurmuş. orası kabul ediyor başvurusunu.
davul zurnayla karşılamışlar almanya'da. ne de olsa bu türk işçiler ülkeyi kalkındıracaktır, sağlam iş gücü olarak bakılmış onlara.

çalışkan bir işçiydi ya, kısa sürede sevilmiş topal. bir kaç yıl içinde usta konumuna bile yükselmiş hatta. ama bir şeyler eksikti hayatında, arkadaşlarına bahsetmiş bundan. ağabey dediği bir büyüğü komşu şehirde onun gibi çalışkan bir türk kızınıyla tanıştırır.

türk kızı güzel de bir şeymiş ama pek beğenmemiş topalı. ama saygı duyduğu ağabeyin ısrarları üzerine bir şans vermek zorunda kalmış, yemeğe çıkmışlar, tanışmışlar. tanıştıkça kaynaşmışlar.

"yine buluşmuştuk bir gün, ama dönüşte trene yetişemedim. en yakın tren ertesi sabah. kız da yurtta yaşıyor, gidemezdim oraya, kıvrıldım istasyondaki bir bankta geceledim o soğukta. sabah kaskatı her yanım." gözlerinde muzipçe bir ışık olurdu bunu söylerken.
bir otel odası için parası da yokmuş demek ki...

sonra evlenirler, önce bir erkek çocuk, derken hep beklediği kız çocuğu gelir dünyaya.
"dünyalar benim oldu, o sevinçle 20 mark bahşiş veriyorum diye 100 mark vermiştim hemşireye. ama değdi galiba"

kız bir yaşına gelince eşinin babasını da getirmişler bu soğuk ülkeye. ne de olsa kayınpeder yalnızmış orada ve onların iki çocuğa bakacak birisine ihtiyaçları varmış.
böylece karısı da tekrar çalışmaya başlamış. beş kişilik güzel mi güzel bir ailesi olmuşlar. çalıştığı araba tamir ve lastik şirketinin kocaman avlusundaki müstakil iki katlı binada kocaman bir evleri de evleri olmuş. daha ne istesin bizim mülayim topal?


çalışkan bir işçiydi ya, defalarca gazetelere haber olmuş. övünerek, ama övüncünden biraz utanarak anlatırdı.işverenlerinden ödül maaş çekleri kazanmış, ama mülayimliğinden kullanamamış bunu yükselmek için. daha gayretli çalışır olmuş gitgide. "dört kişinin yaptığı işi tek başıma yapardım." usta olarak kalmış tüm hayatı boyunca.

hiç de yüksünmezdi bundan. “okuyamadık ki, başka ne olabilirdim daha” diyerek hırslı olamayışı için özür diler gibiydi.


kocaman kamyon tekerlerini yüklenirmiş bir başına. yine dört kişinin yükünü çektiği bir an, o koca tekerleklerden biri patlamış ve o altında kalmış, beli orada zedelenmiş. taktığı korseye işaret ederdi bunu ne zaman anlatsa. yine de yüzü gülerdi “buna da şükür” dercesine…

yetmişli yılların ortasında olmuş bu kaza. dokuz ay alçı üzerinde yatmak zorunda kalmış.

karısı güler yüzle gelmiş hep ziyaretine, katlanmış ister istemez bu dokuz aya. iki küçük çocuk ve bir baba bakılmak istiyordu, bir de her pazar bana gelirdi. uzaktaydı hastane, nasıl gelsin her gün.”

Paraya sıkışmışlar ister istemez, kadıncağız da iki işte birden çalışmaya başlamış.

dokuz ay sonra hastaneden taburcu olmuş topal ama yüzde yüz iş kaybıyla malulen emekliymiş artık.

emekli olmak için aslında genç sayılabilecek bir yaşta bambaşka bir açıdan bakmak zorunda kalmış hayata artık.
tekrar yürümeye başlamış ama topal lakabına iyice yaraşır bir şekilde topallamaktaymış.

neyse ki o zaman için iyi sayılabilecek bir malul maaşı bağlanmışlar, eşi de çalışıyordu, hatta kayınpederi de türk kültür merkezinin kahvesini işletmeye başlamıştı, geçim dertleri olmamış pek. o da evde yapabileceği işlere vermiş kendini, ev işlerini de devralmış zamanla. Elinden her iş gelirdi. hatta tamircinin yapamadığı çamaşır makinesini dahi tamir etmişliği vardı.

bir gece ansızın bir telgraf gelmiş. annesi ölmüş. ilk bulabildiği uçağa atlamış, bir başına gitmiş türkiye'ye. “babamı zaten bilmedim, ama annemdi yoktu artık” gözleri yaşarırdı hemen.

bir hafta sonra dönmüştü tekrar. yapacak ne vardı ki? hayat devam ediyordu işte.

oğlu okulda sorunlar çıkartır olmuş. “nasıl deli bir çocuk, söz dinlemez. büyükbabasının cep saatini çalıp satmıştı hatta.” baş edemez oğluyla. çocuk okuldan kaçar olmuş, hırsızlıkların boyutunu da büyütmüş.

karısı da evden atmış oğlanı. çaresiz kalmış topal. “ne yapabilirdim ki, bir yanda oğlum, bir yanda hanım”. serttir almanya’nın yasaları, sorunlu çocuğu hemen alıkoyarlar ve yarı kapalı bir ıslahevine gönderilir oğlan. “bu çocuk niye böyle oldu, hiç anlayamadık. Kime çektiğini de. benim ailemde yoktu böylesi” diye itiraf ederdi sıkılgan bir halde.

ama ıslahevi de adam etmez oğlanı, onbeşine gelmeden adam yaralamaya kadar vardırır, sınır dışı eder almanya çocuğu.

“dayısının yanına vermiştik, ama baktık orada iyice bozuluyor. diskolarda çalışıp eve hiç gelmez olmuş. hanım da mızmızlanıyordu, tası tarağı topladık geldik.”

alışamamış tekrar yurduna, ama mülayim insandı, ses etmezdi hiç. almanya'nın yürünebilecek yollarını, sağlık hizmetlerini, yaşam kolaylığını, orada aldığı maaşı özlerdi hep. “maaşım da yarıya inmişti.” yine de az da olsa bir parça birikimleri varmış o zamanlar.
geri dönünce oğlanı yanlarına almışlar tekrar, “ama iş işten geçmişti galiba, çocuk iyice kötü yola gidiyordu.”

memlekete gittiği haftanın içinde evden haber alır, kayınpederi ağır hasta diye. apar topar geri döner ama vefatına yetişemez.

onca yıldır ne kadar iyi arkadaş olduklarını, hiç görmediği babası yerine koymuş olduğunu yaşadığı acının büyüklüğünden iyicene anlamış.

oğlu ise onu tam anlamıyla hayal kırıklığına uğratmış. uyuşturucu müptelalığı, yasadışı işler derken mafyaya bile karışmış, dayanamamış gitmiş, oğlunu o pislikten çekip getirmiş eve. doktorlara, hastanelere taşımış, belki iyileşir, uyuşturucuyu bırakır da doğru yola döner diye umut etmiş, nafile.

yıllar geçtikçe daha da içine oturmuştu oğlunun bir baltaya sap olamayışı.

kızından yana derdi olmamış pek. sadece üniversiteye gitmek istemesi canını sıkmış başlarda. “kız başına, bizden uzakta… ama inatçıydı, okuyacağm dedi okudu” diye anlatıyordu biraz da gururlanarak.

“okulu bitince evlendi. damat fena çocuk değildi de, pek çalışmıyordu ama. kız çalışıyor buna bakıyordu. fotoğrafçı mıydı neydi çocuk. anlaşamadılar tabii, boşandılar."

üzülmedi değil bu duruma, “kız başına yine yapayalnız o koca şehirde”

ama oğlanın üzüntüsü ağır basıyordu. kız ne de olsa kurtarmıştı kendini, işi vardı, ayaklarının üzerinde duruyordu ne de olsa.

ama ya bu oğlan? “hıyarağası kapanıyor odasına, ne yapıyor bilmem, yine uyuşturucu mu kullanıyor ne” diye söylenirdi zaman zaman.

akıllanmak şöyle dursun, oğlan adamcağızın elinde kalan az bir parça parasını da heba etmiş.

türkiye'ye döndüğüne pişman olmuştu ya, dönmek için de çok geçti artık.

sağlığı bozulmuş gitgide, prostat ameliyatları, kalp rahatsızlıkları derken kıt kanaat maaşından biriktirdiği birazcık parasını da oğlanın yaptığı borçlara vermek zorunda kalınca iyice yıkılmış.
”ben büyük bir günah işledim ki, bu çocuğu layık gördü allah bana. cezamı dünyada çekmeye başladım” diye üzülerek yakınırdı.

yaşlılık mıydı bilmem, ama o mülayim, o sessiz sedasız adam gitmiş, yerine sürekli söylenen, oğlundan dert yanan bir baba gelmişti. yine güler yüzlüydü, tam söylenirken gülümserdi de bazen, hele ki kızı gelince ziyaretine, yüzünde güller açardı.

yetmişli yaşlarının ortasına gelmişti artık. hayattan ne beklentisi vardı ki? bir tek şu oğlan adam olaydı…

bir gün aniden beyin kanaması teşhisiyle acile kaldırdılar. kızı gelip onu apar topar istanbul'a götürdü. iyi de etmiş, burada teşhisi yanlış koymuşlar meğer.

guillian barre miymiş neymiş tüm organları felç eden bir hastalıkmış. doktorlar yaşayıp yaşamayacağını bile söyleyemez haldelermiş.

10 gün sonra kendine geldiğinde kimseyi hatırlamamış. bir tek kızını zaman zaman anımsamış. ne elini oynatabilecek ne de kafasını kaldırabilecek durumdaymış.

"bırakın da öleyim" diye yalvarmış. ama doktorlar umut vermişler. "hayati tehlikeyi atlattın amca" diyorlarmış da ailesi az da olsa sevinebiliyormuş.
hastalığı ne kadar ağır olursa olsun sesi çıkmayan, asla yakınmayan adam ölmek istiyordu. tüm ailesi endişeyle bakmış durmuş ona.

o işsiz güçsüz oğlan var ya bir ayı bile doldurmadan bırakıp kaçmıştı babanın yanından, hastane koridorlarından. hanımı da zaten yaşlıydı, kıyamıyordu bir yandan da ona. neyse ki kız vardı, öyle bir el koymuştu ki her şeye, bir parça yüreği ferahlıyordu.

kendi başına yemek bile yiyememek, bebek gibi günde üç defa altının bezlenmesi, hele ki o korkunç ağrılar onu az zaman yıldırmamıştı. üstelik
hafızası da gidiyordu zaman zaman, günü anımsamıyor, yanında olan insanları tanımıyordu, ama kızı gelince akan sular dururyordu.
"sen olmasan ben çoktan ölürdüm" diyerek gözleri yaşlı sarılırdı hep kızına.

artık kollarını oynatabilir hale de gelmişti, zamanla yemek yemeyi bile öğrenir olmuştu. kızı da yetişemeyince bir bakıcı tutmuştu. ne yapsın kız, hem çalışıp hem babaya yetişmeye çalışıyordu. hanımı çoktan dönmüştü yaşadıkları şehre, oğlanın aradığı sorduğu bile yoktu. yapayalnız kaldığını hissediyordu, kızı her gün iş dönüşü uğrayıp bir kaç saat kalıyordu kalmasına ama hastaneydi işte burası.

kim dayanır ki onca zaman?

tam tamına altı ay yatmak zorunda kalmıştı.

ama umutluydu artık. başlarda, oturabileceğinden bile şüphe duyan doktorlara rağmen yürümeyi bile yeniden öğrenmeye başlamıştı. sonunda taburcu da edilmişti.

kız bakıcısını iki ay daha tuttu. “hanım kaldırıp edemezdi, oğlandan zaten hayır yok, e kız zaten istanbul’da. ama ona da yazıktı, bakıcı dahil, herşeyin masrafını o karşıladı”

bakıcının da büyük gayretleriyle yürümeyi bir yürüteçle tek başına yürüyebilecek kadar ilerletmişti. hatta sokağa bile çıkar olmuştu.

bir sene geçmemişti henüz ama herşey iyiye gidiyordu ki,
nisan ayının ortalarıydı ağırlaştı birden, hep uyur olmuştu. eşi apar topar kızını çağırdı, “kızım gel, baban kötü" diye.

ve kızı gelince, öyle bir sevinmişti ki, kalkıp yürümüştü.

kızı durumu annesinin evhamına verip, "babamı özel doktora bir gösterin" diyerek, muayene ücretini bırakıp dönmüştü ertesi sabah.

kızı gider gitmez tekrar salmıştı kendini topal. aynı gün hastaneye kaldırmışlar, ama nedense doktorlar geri göndermiş, acil hasta değil diyerek.
yoksa anlamışlar mıydı?

eve getirmişler, yatak odasında yatırıp sarmalamışlar. değil ayağa kalkmak, oturacak gücü bile kalmamış.

hanımı üzerine titremiş, diğer odadayken sürekli yanına gitmiş, bakmış.

ertesi akşam üzere, bir ara yine yanına gitmiş, topal mışıl mışıl uyuyor, ses etmeden çıkmış odadan.

namaza durmuş ama tam ortasında içi sıkılmış birden. yarıda kesmiş, kocasının yanına gitmiş tekrar. "şeytan dürttü sanki" diye ağlayarak anlatacaktır bu anı sonra.

topal nefes almıyormuş artık. nabzını yoklamış, nabzı atmıyormuş.
kırk yıllık yoldaşının sakalını öpmüş, bir tülbentle çenesini bağlamış elleri titreyerek.


iyi ki doğdun babacığım...

7 Ekim 2007 Pazar

yılın bıcırı

okulun bahçesinde avladığım bu görüntünün konu mankenine ayrı bir yazı yazmasaydım ölürdüm.

tam da insan trafiğinin yoğun olduğu bir bahçe
bölgesinde durmuş, gelene geçene şirinliğini satıyor gibiydi. kedi sevmese bile durup biblo gibi duruşunu seyredesi geliyordu insanların.
üstelik sevildiğinde de o biblo duruşunu hiç
bozmuyor, ben zaten sevilmek için geldim bu dünyaya dercesine hanım hanımcık gözlerini bir mutlulukla kısıyor, sonra da kocaman yapıp karşısındakine bakıyordu.

boyu, cup'u bulduğumdan az bir parça halliceydi, ama eminim kaldırıp avucuma sığdırabileceğim bir miniklikteydi hanımefendi hazretlerinin. yani değil sadece avucuma, içime sığdırasım geldi desem konuyu daha ifade edecek.

ilk ders günümde tekrar bulurum umarım bu ufaklığı, ziyafeti hazır zira, kedi bebelerine özel mamasını aldım bile!

6 Ekim 2007 Cumartesi

güneşli bir güne kaçış

ara sıra yaparım, yine aldım başımı çıktım anadolu yakasını ipini koparmışlar gibi gezmeye. hem sonbaharın son güneşli günlerinden birinin keyfine varayım, hem hiç arşınlamadığım sokaklarını biraz göreyim ve gönlümce fotoğraf çekeyim istedim.

henüz kadıköy'ün çarşısından çıkmadan karşılaştım bu şirin sürprizle: bir tabure dolusu bıcır! doluşmuşlar
bir avuç yere, bir de güzel güzel poz vermişler üstü üste alt alta, marilyn teyzeleri ile charlie amcaları önünde, hani sanki en az marilyn kadar güzel, charlie kadar da komiğiz der gibi.

sonra sokaklara daldım, nereye gittiğime aldırış etmeden yürüdüm.
bir ağacın altından geçiyordum tam, aniden bir şey düştü, araba alarmı ötmeye başladı, neler oluyor diye etrafıma bakınadurayım, durumu çözdüm: ee tabii kestane ağacının altından geçmeye çalışırsan olacağı budur! tam mevsimi, sapır sapır dökülüyor kestaneler, ama asıl kestane ağacı altına park eden araç sahibini kutlamak lazım!
vallahi arabayı dürten ben değilim tadında ağaca doğru bakınarak hızla uzaklaştım oradan.

elbette suçluuyu fotoğraflamayı ihmal etmedim, hani beni suçlayacak olurlarsa kanıt olarak sunabileyim diye.

sonra sahile indim ki, içimdeki velet uyanıverdi. nasıl uyanmasın şu renklere baksanıza! hani yanımda bir büyüğüm olsa, yapışacağım, eteğine paçasına, n'olur al bana diye (eveeet, cep delik cepken delik, alamadım işte kendime bir tane!) ama aklımda da kalmadılar değil. hani soracak olsanız, ne işe yarar bunlar, cevap veremem, ama sanırım yapılış amaçları da işlevsellikten ziyade bebeleri sevindirmek olsa gerek.

fenerbahçe'ye giderken kurbağalı dereyi geçiyordum ki güzelce bir ev dikkatimi çekti. aslında evin kendisinden ziyade bahçesiydi ilgimin sebebi.
kurumuş ekmek festivali yapılacağına dair bir afiş bulurum umuduyla bir hayli bakındım durdum ama göremedim. hani böyle bir festival yapılacak olsa ne amaçla yapılır, kime faidesi dokunur diye az kafa kaşımadım değil, lakin mantıklı bir yanıt bulamadım.
hayvanlarını besleyecektir manasında bir
yaklaşım da getiremedim, ortada görünen bir kümes de yoktu zira.

hala kafamı kaşıyarak ilerliyordum ki, barakamsı bir evin önündeki bahçe bozması bir yerde bu ufaklığı gördüm, tasmasının ipini yavru enciklere has o yetenekle bacağının birine bir dolamış ki, dört ayağının üzerinde duramaz hale gelmiş, ama hala inatla zıplıyor hayta!
eğildim zıpırı ipinden kurtardım ama ellerim çizik, pantolonum da toz ve pati iz
i içinde kaldı, salyası da cabası.
ama doğrusu bu şirin bakışı yakalamaya da değerdi onca çaba.
sahibinin, ev içinden gelen çekiç seslerinden, köpeği çalsalar ruhu duymayacak kadar yoğun bir işe gömüldüğü anlaşılıyordu.


sonra köprü altında gece yatısı için konuğunu bekleyen bu yorganları görünce kıvrılıp yatasım geldi. güneş de tatlı tatlı ısıtıyordu, daha ne ister insan evladı, şırıl şırıl dere kenarı sefa eyle! oh yarasın!


dönüş yolunda ise yazacağım yazıyı bir kez daha
şenlendireyim istedim (evet ya, daha gezerken yazacağım yazıyı tasarlıyordum. ben zaten sizler için yaşıyorum değerli okuyucularım benim, muah, şapur şupur):
"ver güzel bir poz, sen meşhur edeyim amca" diyerek seslendim
baloncuya. o da inandı garibim, hemen fiyakalı bir şekilde durdu, hadi çek yeğenim minvalinde clark gable bakışı fırlattı.

eve geldiğimde epey bir yorgundum, ama doğrusu fotoğraf avım epey bir verimli geçmişti. meyvelerini yavaş yavaş karış karış dünya albümüme eklemeyi ihmal etmiyorum. siz de bir göz atmayı ihmal etmeyin sevgili hayranlarım :))

30 Eylül 2007 Pazar

temizlik bilincini aşılayan süper film

bir benzinci halkı bilinçlendirme filmleri yaptırırsa, ancak bu kadar yüzüne gözüne bulaştırabilir.
eminim görmüşsünüzdür, bir çizgi film ufaklığı tuvalete gidiyor ve klozet arkadaşıyla bir hayli derin mevzulara dalıyor. arada rap filan da yaptırmaya çalışmışlar ufak oğlana, ama öyle yapay olmuş ki, ilk okul müsameresindeki veletler bile buna nanik yapardı.


yalnız asıl bomba kenefçiğin veleti uyarmasında:
hem önce hem sonra sifonu çekeceksin!
oldu! pek çok ilin içme suyu barajlarının kuruma seviyesinde olduğu bir dönemde yapılabilecek en bilinçlendirici(!) film bu olur.
yılın bilinçlendirme çabası gibi bir yarışma varsa, kendilerini aday göstermek istiyorum!

diğer yandan düşünüyorum da, yurdum insanının pis oluşu, sifon çekmemesi, duş almaması, her ne kadar koku açısından feci rahatsız edici de olsa, barajların doluluk seviyesi açısından iyi bir şey galiba...

28 Eylül 2007 Cuma

bitirim şoför abi

dönerken kadıköy otobüsüne binmiştim, bir durakta koştura koştura bir hanım kızımız zar zor yetişti otobüse. bizim şoför de bekledi ama hemen de postayı koydu: ohooo herkes senin gibi yaparsa biz akşama kadar gidemeyiz kadıköy'e...

köprü sapağına dalıp gidecek otobüs, üzerinde kocaman kadıköy yazıyor en niyahatinde, zincirlikuyu'na gelince bir amca soruyor: beşiktaş'tan geçer mi?
yok cevabına bir bozuluyor ki bizim şoför dayanamıyor, yapıştırıyor hemen amcaya: ne yapacaktık yani, vapur gibi denizden mi gidelim karşıya?

tam karşıya geçtiğimizde ise başka bir şoför biniyor, bizimki yerine ona bırakıyor, bir sonraki durakta inecek, hazırlanıyor, ama her nedense önde oturan bana, sanki sormuşum gibi hesap veriyor: ee artık satalım otobüsü, yeter keyfini sürdüğümüz değil mi?
yok abi, aracı sürsen yeterdi diyecek oluyorum, gelecek cevaptan tırsarak suskunluğa gömülüyorum ("bırakıyorum gözlerim konuşuyor" türünden bir geyik yapmayacağım, çok beklersiniz)

yahu bu yurdum insanları da hep beni mi buluyor?!!

23 Eylül 2007 Pazar

şu erkekler hep aynı

karaköy'de yürürken objektifime yakalandı bu kerata. tamam bana paparazzi muamelesi yapabilirsiniz, ne yalan diyeyim, şimdi şu pozlara bakınca ben de kendimi öyle hissediyor gibiyim, feci yakalamışım haytayı.

beyimiz önce kıyıdaki balıkçılardan balık götürmekle meşguldü, derken
oraya damlayan çıtırı gördü ve anında balığı hatuna taşıdı, önüne bıraktı, derken arkasından dolaşıp puan toplarım heyecanıyla bir hamle yaptı ve tadaaaa.

ancak saltanatı uzun sürmedi. hanım kızımız, sen misin izinsiz tepelere tırmanan diyen bir edayla bir döndü, bir ısırdı, iki tırmaladı ki, civardaki balıkçı abilerin ateşli gaza getirişlerine rağmen bizim oğlan viyaklayarak patileri yağladığı gibi gazladı ortamdan.

ah evet, tipik erkek değil mi, kıytırık hediyeyle kandırmaya çalış, ama istediğini alamayınca da anında tabanları yağla, kaybol ortadan....

yaa dünya tatlısı bir sevgiliye sahibim, ben şimdi niye giydirdim bu gariban erkek milletine?

feci bozuluyorlar

bunlar bildiğiniz gibi değil, çok kolay bozuluyorlar, üstelik çiçekçi de durumun ayırdına varmış müşterisini uyarıyor.
yani dokunacak olursanız bir hafta küs kalırlar, konuşmazlar sizinle, hani önlerinden geçecek olsanız surat asarlar, homurdanırlar, oradan geçtiğinize pişman ederler sizi. yani hikayeden değil bu uyarı.

eh bizden söylemesi, bozmayın bunları!