12 Ağustos 2023 Cumartesi

10 dakikacık ömrün uzarsa ...

belim ve dizim el verdiğince minik yürüyüşlere başladım. bu sabah da tam yoğurtçu parkı'na girdim, baktım kedinin teki tuhaf bir şekilde hareket ediyor. yakınlaşınca ağzında bir şey tuttuğunu fark ettim. fare mi nedir diye anlamaya çalışırken ağzındaki öttü. açık yeşil, gri-kahverengi tüylü bıdıcık bir kuş. nasıl kurtarırım bunu diye düşünürken kendimi tuhaf hareketler eşliğinde bağrınırken buldum. 
ağzında kuşu tutan kedi değil sadece, onun ağzından kapmaya çalışan ikinci bir kedi bile koktu. beriki de o korkuyla mı şaşkınlıkla mı bilemediğim bir sebepten ağzındaki kuşu düşürdü. 
fırsat vermeden, kaptım hemen ufaklığı. 
serçeden bile küçük, o ufacık bedeni elimin içinde ezme korkusuyla bir banka oturdum. 
kalp atışı avucumun içinde gümbürdüyordu. 
hemen kanatlarını yokladım, yaralanmamıştı. sadece kafasının arkasında küçük bir diş izi. mikrop kaptırmazsa, kolayca iyileşecek bir yara gibiydi.
 
evimde, bahçemde ya da misafir olarak baktığım sayısız uçan kaçan, kanatlı, dört bacaklı canlardan bilirim, hepsi ninni tarzı şarkılara bayılır. ürküntüsü geçsin diye kısık sesle şarkı söylemeye başladım, "küçük kuş korkma, dinlen başucumda..." minvalinde uydurmaca sözlerle.

gözlerini kıstı, bir an uykuya dalacak sandım. sonra gözlerini açtı. sanki "tamam senden zarar gelmez bana, eyvallah" der gibi baktı bana. hafifçe silkelenmek istedi. arala artık şu elini diyordu. gevşettim elimi. kaçmadı. 

şarkı söylemeye devam ettim, kalp atışı ağırlaştı. arada gözlerini kısıp tatlı tatlı bana bakıyordu. 
fotoğraf çekmeme bile müsade etti. on dakika böyle şarkılı, mırıldanmalı bakıştık. 

eve mi götürsem, veterinere mi bir göstersem kararsızlığı içinde otururken, sabahları hep denk geldiğim yaşlıca bir tenisçi bey yaklaştı yanıma, "o elindeki nedir" diye seslenmesine kalmadan, bizim bıdık ürktü, bir havalandı elimden. 
ileriye doğru yükseldi. tam ağaca konacak derken, alçaldı bir anda ve ilerideki çalılığa daldı. 
eyvah, kediler var orada diye panikle fırladım. ama dizimden dolayı ben oraya varana kadar, çalılıkta bir hareket koptu. 

vardığımda başka bir kedinin ağzındaydı. bu sefer kediyi korkutmanın hiç bir faydası olmayacaktı. kedi benim bıdığın boynunu kırmış. cansız bir beden sallanıyordu ağzında. 

eve gelip cinsine baktım miniğin, çalı kamışçınıymış...

kim derdi, ömrünün uzatmalı son 10 dakikasını bir insanın elinde dinlenerek geçireceksin diye. 
huzur içinde uyu minik can.



4 Şubat 2023 Cumartesi

kayıp giden güzel ruhlar ya da gece uyku kaçmasına güzellemeler

 en son yazdığım yazıya göz gezdirirken gözlerim doldu. 10 yıllık yarimi yitirdiğim zamandan kalma bir yazı.

gecenin üçünde bu yazıya başlamama sebep de başka bir dört ayaklı can. ali. sahildeki parkın en eskisi, tatlış bir çocuk. dün geceki gök gürültüsünden beri kayıpmış. bizim mahalledeki sokak hayvanlarının meleği mine'nin paylaşımında görüyorum haberini. meğer yelkencilerden haber gelmiş. ölüsünü görmüşler denizde...

ali'yle hiç samimi olmadım o kadar. ilişkimiz sabahları selamlaşmaktan ve bazen ödül maması ikramından öteye geçmedi. ama işte parkın o bölümünde, her sabah  karının altında sallandırdığı o koca şişliği ile görmeyi sevdiğim canlardan biri. sahile inip arayasım var çocuğu... 

ah be ali, bir gece değil, gecelerce uykum sana feda, ama hadi çıkıp gel koca çocuk. 

ali'den sonra bir şey yazasım yok. halbuki yazıya bambaşka bir yerden başlamıştım. şöyle ki:

boşladım hepten bu bloğu. senede bir iki yazı yazsam nafile. geçen sene hiç elim değmemiş. 

hoş, kendi kendime eğleşiyorum işte. kaç kişi okuyor ki bu bloğu? boşluğa bağırıyorum, duyan yok...

okunmak mı yazmak mı? hangisi amaç?

her yazan aslında birileri tarafından okunma umuduyla mı yazar, yoksa yüreğindekileri, zihnindekileri, aman içimde kalmasın, şuradan çıksın da benden uzak dursun diye mi döker içini "kağıda"? bir sebep olmadan diğeri var olabilir mi? galiba yumurta tavuk ikilisi bunlar. önce hangi ihtiyaç doğdu bilinmez. 

her iki elim atel içinde yazıyorum şu an. 

son iki yıldır cebelleştiğim karpal tünel rahatsızlığı pik yapmış durumda. 8 gündür fizik tedaviye gidiyorum her sabah, parafine batırıyorum her iki elimi. 20 dakika havlu içinde bekleşiyorum diğer parafinli hanımlarla. daha 7 seansım var. ama şimdiden yoruldum. 

tuhaf, sekiz gündür hiç erkek hasta görmedim. zaten %70-80 oranında kadın hastalarda ortaya çıkıyormuş

tam bir kadınlar kulübü hastanenin o kısmı. parafin dostlukları da kaçınılmaz oluyor tabii. daha ilk günden tanıştık canan'la. emekli resim öğretmeni. hemen kanımız kaynıyor. her gün birbirimizin yolunu gözlüyoruz resmen. zaten üçüncü gün telefon numaraları alışverişi. canan o hiç yaşını göstermeyen şarap gibi kadınlardan. sarı uzun gür saçlarıyla neşeli tatlı bir kadın. hayatı dolu dolu yaşamayı seviyor. yani emekliliğin tadını çıkarıyor. bu kare de 1 şubat'ta ckm'deki barış manço anma konserinden. 

işte böyle tatlı mevzulardan bahsedip kafamı dağıtmaya başlamışken, dönüp, yazının başına uykumun neden kaçtığını yazma gereğini duyuyorum. keyfim kaçıyor. 

şimdi nasıl tatlı canan hocamı anlatabilirim ki? 

umarım parafinle başlayan bu dostluk devam eder de, canan ara ara bu bloga misafir olur. 

4 Aralık 2021 Cumartesi

dört ayaklı meleğim...

 üç hafta önceydi. 

ailece sahile inelim dedik. normalde gitmeyiz. "Moda 2" parkına gidecekken, "Moda 1" parkına götürdü bizi ayaklarımız. 

ah be çocuk, yoksa sen mi çağırdın bizi?

baktık, köpek kulübelerinin orada Mando abi. "bonbon çok kötü" diyebildi ancak, ağladı ağlayacak. 

araba çarpmış galiba. gece vakti Mando abi'nin eve gelmiş, yığılmış.  mahallenin bütün sokak kedisi köpeği ile ilgilenen Mine'ye haber vermiş. veterinere götürecekler. biz de yardım edelim dedik. 

adam 60 kilo, 80'nine merdiven dayamış Mando abi'ye mi taşıtacağız, genç güçlü eşim dururken. o da çok sever bonbon'u zaten, benden önce atladı, "ben kaldırır koyarım oğlanı arabaya" diye. 

götürdük. komple muayene edildi. arka bacaklardan biri hiç tutmuyor. kalçada sağlam bir ödem. şoktan herhalde kalkamıyor dendi, dinlenmesi lazım. 

hemen getirdik eve. kortizon tedavisi başlandı. 


adam bir işiyor... seller sular gibi. günde 15 defa alt değiştiriyoruz biz. 

bir hafta hiç kalkmadan yattı. 

sonra birden ayaklandı. o tutmayan arka ayağına bile hafiften basar oldu. 
 


nasıl umutlandık. tamam, yırttı bu kefeni. iyileşir, döner sokaklara. yine starbucks'tan süt, ciğerci hulusi'den et, eyfel pastaesi'nden de sosisli pizza şeklindeki haraçlarını kesmeye devam eder. 

yanlımışız. 

geçen cumartesiden beri ayağa kalkamaz oldu. salı günü iştahı kesildi. 

yıllardır sponsorluğunu yürüten Dobrinka kliniğe götürelim, ikinci bir görüş alalılm dedi. çarşamba geldi arabayla aldı.  

gidiş o gidiş. dün sabah görmeye gittik. kafasını bile kaldıramadı. gece kalp krizi geçirmiş. 

akşam Mando abiyi de yanımıza alarak, hadi gel vedalaşım dedik. 

sonda takmışlar oğlana. yerde bilinci kapalı yatıyor halde görünce, o yaşlı adam, küçük çocuk gibi ağladı. o ağladık.a ben daha da ağladım. 

dönüşte bonbon anılarını tazeleye tazeleye geldik eve. 

gece yarısıydı, kara haber geldi.  tekrar bir kalp krizi geçirmiş. bu sefer atlatamamış. 

kurtuldun be güzelim. neyse ki çok çekmedin. ah güzel hovardam, ağam, dört ayaklı çapkınım. 

cennette hadi yine düşür  bisikletlileri, motosikletlileri, sök giden arabaların tamponlarını, kırtla milletin orasını burasını, cennetini terörist ayucuğu ilan etsinler seni. 

bekle beni he mi? her taşındığım evi bulduğun gibi de, oralarda da bul beni. 

hoşçakal güzel yarim., bonbonum...

10 Eylül 2020 Perşembe

in misin cin mi?

zaman zaman içimde bir vampir hortlar. gece uykum bölük pörçük olur. ne zaman uyuduğumu bırakın ev halkını, ben bile karıştırır olurum. ama güzel tarafı var bunun. deli gibi üretmeye, deli gibi yaşamaya başlarım. 
sene boyunca ertelediğim yığınla işi de aradan çıkarır, beş dakika boşa vakit geçirmez olurum. ama bununla da kalmam; bu yoğun aktivetlerim arasında çocukluğumdan bu yana süregelen gece gezmelerim de vardır. evet ya, uyur gezerliğimle başlamış bir mevzu bu. daha bıdıcık bir şeydim, oturduğumuz iki katlı müstakil binanın merdienlerinde kaç kez uyanmışlığım vardı. başa bilinçsiz giden bu eylem, çok kısa bir sürede bilinçliye evrildi. dokuz on yaşlarına olmalıyım sanırım, ilk "bilinçli" gece gezmem başladığında. herkes uyurken evden "sıvışır" sokakları dolanırdım. ilk başta, oturduğmuz evin kocaman avlusu derken, zaman içinde git gide genişleyen bir zemin üzerine yayıldı bu gezmelerim.Türkiye'ye gelmeden evvel, en son mezarlığı (!) dolaştığımı anımsıyorum gecenin bir vaktinde. bu yazımda da farklı bir bağlamda bahsetmişim bu yanımdan 
o yaştaki çocuk neden o saatlerde, hem de böylesi yerlerde dolaşır, ne olur sormayın. yok ya da sorun da ben de kafa patlatayım. 
oldum olası korku hikayelerini severdim. herhalde ondan mütevellit normal bir insan evladının en son dolaşmayı tercih edeceği bu kasvetli yerde olmak bana keyif veriyordu. gizemin verdiği adrenalin coşukusuydu herhalde sebep. 

yine böyle bir zamandayım. 
yine sabaha karşı dolaşmaya çıktım, köpeklerimle düzenli yürüdüğümüz güzergahta şirin bir camii vardır. bahçesinde mahallemizin havlangaç yaşlı köpekleri barınır. sokak canları bu kadar rahat burada barınabildiğine göre imam da yüreği güzel biri olmalı.  
sayısız kez geçmişim önünden, bir kez içine girmiş değilim. 
ezan sesiyle irkildim. şeytan mı, cebrail mi, hangi meleğin dürttüğünü bilmem, ama birisi dürttü ve girdim. bahçesindeki şadırvanda yarım yamalak aklımda kalan bilgilerle abdestmi aldım.
eee, başımı neyle örtecektim? fular bile yoktu yanımda. neyse ki kapüşonlu bir hırkam vardı üstümde. saçım da kısa olduğu için, gayet rahat kapatır dedim. kapüşonu abdestten nemlenmiş kafama geçirdim. 
"yarım elma gönül alma abdestimle"
girdim içeri. hemen solda kadınlar bölümüne çıkan daracaık merdivenleri gacırdata gucurdata çıktım. gittim en sağ dibte kitaplı bir dolabın kuytusuna sığındım.ışık düğmesini de bulamadığım için loştu etrafım. bir yandan etrafımı incelerken, diğer yandan mümkün mertebe kırk yıl evvelinden hatırladığım namaz bilgilerimle yarım yamalak bir namaz kılmaya çalıştım. 
bayramlar dışında hiç de kalabalık cemaati olmayan camiiye namaz kılmaya gelen insan sayısı ne olabilirdi ki?
aşağıdan gelen seslere bakılırsa bu sabah gelen kişi sayısı benimle sınırlı gibiydi. 
imamın dua fısıltıları yukarıya kadar geliyor, 
o sayede hangi sureyi nerede okuyacağımı kestiriyor, imamın sesini takip ediyor, onunla rükuya varıyordum. ancak namazı ne zaman bitirdi anlayamadım. birdenbire bulunduğum katın ışıkları yandı.fısır fısır dua okuyarak imamın kadınlar kısmına çıkan merdivenleri gacırdata gacırdata tırmandığını duydum. hırkamın kapüşonu neyse ki büyükçeydi. başımı iyice öne eğip, adeta kapüşonun içine sığındım. sanki komşunun bahçesinden elma çalarken yakalanan çocuk gibiydim. orada olmaması gereken biriydim sanki. dua fısıltıları bir kaç saniye sürdü, sonra geldiği gibi merdivenlerin gacırıtsı eşliğinde aşağıya indi tekrar. korkumdan başımı çevirip bakamadım ki. 

imam ne düşündü acaba? hiç bu saatlerde, hem de kadınlar kısmında böyle bir cin görmüşlüğü var mıdır? ya başka ne sanacaktı ki? 
bu saatte namaz kılmaya gelen bir kadın mı? 
güldürtmeyin beni! bu ülkede?
yok yok cin sanmıştır beni. merdivenleri çıkarken sanki ayetel kürsiyi okuyordu...

yazıyı bitridiğim şu dakika yine sabah ezanı okunuyor. sesini duyduğum acaba bizim caminin müezzini mi? gitsem mi tekrar?

22 Şubat 2020 Cumartesi

anne olmak ... hoşgeldin kızım

öğrencilerimden dönem boyunca yazı ödevleri isterim. en sonuncusunda, hayallerini anlatmalarını ve bu hayallerden hangisinin imkansız, hangisinin mümkün olduğunu ve sebebini yazmalarını istemiştim. elbruzdağı'na çıkmak isteyenleri mi ararsınız, ferrari almak isteyeni mi. diplomat hayalleri besleyeni, yurt dışına kaçmayı düşüneni, ... daha neler neler. 


hayallerin sonu yok.

yalnız bir tanesi var ki, derinden etkiledi beni, zira hayali benim çocukluk hayalime benziyordu.
evlenip beş çocuk doğurmak.
öğrencim bu hayalinin gerçek dışı olduğunu düşünüyor. onunla beş çocuk yapacak düzgün bir adam çıkmazmış karşısına. ah be çocuğum, yirmili yaşların başındasın daha, dur hele, umut kesilir mi hemen?
gerçi beş çocuk da az değil yahu, bunu dokuz ay taşıması var, doğurması var, bir de her çocuk arasında vücuduna biraz izin vereceksin dinlenmesi için. kafadan bir on sene çocuk imalatına gider be! tabii dünyaya fırlattın, iş bitmiyor ki. doğurduklarını da büyütme işi var.
kocaman bir aile hayali güzel, ama iş yapım aşamasına gelince epey sancılı. sancılı da laf mı! kabus be kabus.

benim hayalim de böyle büyük bir aileydi. ama az bir farkla:
ben doğurmak istemiyordum.

benden iki buçuk yaş büyük abimi, o henüz 12-13 yaşlarındayken islah evine kaptırdım. o yüzden iki kardeş olarak büyümenin nasıl bir şey olduğunu çok anımsamıyorum.  keyfine çok varamadım.
aidiyet duyabileceğim bir ailem de yoktu (çok bahsettim burada, suyunu çıkardım bu mevzunun biliyorum).
anlayacağınız şu filmlerdeki kalabalık ailelere hep özenmişimdir.
belki de çocukluğumda  "küçük ev", ya da "walton ailesi" gibi çok popüler dizilerin etkisinde çok kaldım. kim bilir.

"alamanya" çocukluğumda sürekli televizyonlarda yardım kuruluşlarının kamu spotları dönerdi. bir tanesi hiç aklımdan çıkmaz. gözleri yaşlı minik minik siyahi bebeler, bir deri bir kemik toprak zeminlerde bir başına gösterilir. çocuk yüreğiminin en derinine kadar işlerdi o resim. işlemiş olmalı, sanki o spotu bugün görüyor gibi net bir resim bu. kamu spotunun amacı, etiyopya'daki öksüz yetim çocuklara vaftiz anne/baba olma yoluyla bağış toplama çağrısıydı olurdu
o aç, ağlayan bebeler çocuk aklıma kazındığından mı bu tutkulu isteğim bilmiyorum.

başka kız çocuklarının muhtemelen beyaz gelinlik giyip sinderalla masalı hayali kurarken, ben işi büyütüp, kendimi altı bebeyle afrika çöllerinde bir karavanda yaşadığımı hayal ederdim. bir yardım kuruluşunun amansız savaşçısı olarak, kendimi yaşlanmış, bir sürü çocukla çevrili bir halde, yoksul ama mutlu ölüm döşeğinde hayal ederdim. ama elbette yoksul olan ben olacaktım, varını yoğunu o bebeler uğruna harcamış biri. yoksa bebeler ben orada yoksulluk içinde ölürken elbette her istediklerine sahip olmalıydı. tuhaf bir resim, şimdi düşününce, yeniden terapi seanslarında ele alınması gereken patalojik bir durum gibi geliyor bana.

o yaştaki bir çocuğun normal gelişimi içinde komşu veletleriyle oynadığı evcilik oyunlarında, her nedense en küçük ben olmama rağmen, annelik rolü hep bana kalırdı.
alt katta oturan alman ailenin bizim yaşlarda bir kızı ve bir oğlu vardı. oğlan en yaşlımız, abimle onun kızkardeşi yaşıt, ben de en küçükleriydim.
çocukluk anılarım hep onlarla oynadığımız oyunlarla doludur. ama nedense en çok da evcilik oyunlarımız zihnimde yer etmiş. zira anne baba rolü hep o büyük oğlanla, en küçük olan bendenize düşerdi.
her defasında anne rolünün bana düşmesine hayıflanır, bir kez de ben çocuğu oynamak isterdim. ama en küçükleri olarak itiraz hakkım hiç olmaz, mecburen annelik rolünü sineye çekmek zorunda kalırdım.
acaba, kendi ailemde çok küçük yaşta anne rolüne soyunmak zorunda kalmamın etkisi var mı bunda?
kendi annem ağır travmatik çocukluğunun etkisiyle hiç büyümemişti. annesi evden kaçtığında henüz 10 yaşında olduğunu ve iki küçük kardeşine ve dedeme bakmak zorunda olduğundan bahsederdi.
annesizliğinin travmasını kendi çocuğunu annesiz bırakarak devam ettirdi belki de.
yani kısaca, kendi anneme annelik etmek zorunda kaldığımdan mıdır nedir ta o zamandan çocuk evlat edinmek istiyordum.
daha yeni yetme yıllarımda başlayan asiliğimden mi mütevellitti yoksa? toplumsal normların kadına biçtiği o doğurgan kadın/annelik rolüne daha o yaşlarda itiraz etmem mi?

her ne sebeptense bilmem. belki de hepsi etkiliydi bunda.
ama bildiğim şuydu:

ben çocuk doğurmak istemiyordum!

o kadar annesiz, babasız çocuk varken ben hepsine anne olmak istiyordum. hem de bunu çocuk yaşımda istiyordum!

yirmili yaşlarıma geldiğimde çocuk esirgeme'de gönüllü annelik yaptım bir süre. ardından bir hayır kurumu'nun gece kondu mahallelerinde açtığı yaz okullarında gönüllü öğretmenlik yapınca bu hayalim daha yerel bir zemine oturdu (ah bu anılarımı da yazmam lazım bir gün!).

çocuk esirgeme'den evlat edinmekti artık hayalim.
tabii sayısı hala 6'ydı. (bu rakama da nereden vardım, sormayın).

okul bitti, uzun yıllardır sevgili olduğum adamla evlendim. ama o benim doğurmamı istedi. bense evlat edinmeyi.
ikimiz de taviz vermedik.
böylece "evlat edinilemeyen/doğurulmayan" çocuğun adı "boşanma" oldu.

sonrasında ise yalnız başına yol aldığım yaşam bana türlü engeller çıkardı. ya da ben engel olmasına izin verdim. evlat edineceğim çocuğun bir babası da olsun istedim. 21 yıl geçti. baba adayı hiç çıkmadı. benim de gözüm korktu. tek başıma beceremem diye iki kez kıyısından döndüm.

fakat şimdi.
dolu dolu 50'yim artık. artık evlat edinmek hayal. hayalim gerçekten de hayal kaldı.

ya da ben öyle sandım!

nasıl desem...

henüz çok daha çiçeği burnunda bir "anneyim"!

pat diye söyledim işte. ohhhh içim rahatladı. yoksa çatlayacaktım valla.
ah ah, bu yazıyı şimdi yazarsam, nazar mı değer diye çok tereddüt ettim. ama yazmasam cidden çatlardım.

ya da daha doğrusu insan ırkından gelme bir bebişin annesi oldum.

aslında ben hep anneymişim.
en başta kendi anneme annelik etmişim!
sonra çocukluğumdan bu yana tüylü, dört bacaklı, kanatlı, solungaçlı, sıcak ve soğuk kanlı, yeşil yapraklı haneme giren türlü türlü tüm canlar çocuklarımmış.
iş yerimdeki çocuklarımı, yani öğrencilerimi hiç saymıyorum.

yalnız bunu ilk benno'yla idrak ettim. aslında daha da geriye gitsem, cup'la başladı derdim. ama o zamanlar bunu idrak edemeyecek yaştaydım. evli olduğumdan yalnız olmayışımdan mı mütevvellit,  derinlemesine analiz edememiştim böyle bir tecrübeyi.    

insan yavrusuna annelik etmek başkaymış ama yav!
ötekileştirmek istemiyorum diğer ırkları. ama dilimiz ortak olmadığından, diğer ırktaki çocuklarımın  dilini ancak kendimce yorumlamalarımla anlamaya çalışıyorum neticede. her ne kadar köpek, kedi, kaplumbağa vs canların dili üzerine literatürü çok karıştırsam da, gözlem yeteneğimle analiz etmeyi becersem de, acaba doğru mu anladım endişesi var hep içten içe.

hoş, bunu aynı dili konuştuğumuz insanla da bolca yaşıyoruz. savaşların temelinde bu yanlış yorumlamalar yatmıyor mu?

annelikten bahsedecekken nereden geldim bu savaş mevzusuna?!
konudan sapıyorum resmen. zihnim mi kaçışta, yüreğim mi?
neyse, konuya döneyim.

içim sıcacık oluyor bu son çocuğumu düşününce.

hep doğuramadığım çocuğumu, cup ve benno'dan dolayı oğlan olduğunu düşünürdüm.
yoksa bir kız çocuğu muydu?!

dünya güzeli bir kız çocuğu.

henüz 15 yaşında. pırıl pırıl bir zeka. inanılmaz yetenekler, kocaman şefkatli bir yürek!

kuzguna yavrusu güzel görünürmüş. abartıyorsun diyeceksiniz.
yok valla abartmıyorum. resme ve müziğe yetenekli, tiyatro en büyük tutkusu. üç ayrı oyunda oynuyor şu an. el becerileri müthiş, yığınla hobisi var. benle birlikte çılgınca dans ediyor.
birlikte mutfağa girip şahane yemekler yapıyoruz. iç dizayn için müthiş bir gözü var. ama aynı zamanda da derslerinde de zehir gibi. hayatında ilk kez teşekkür getirdiği için iki hafta yas tutmuş. nasıl olur da 1,5 puanla takdiri kaçırmış...
acayip neşeli, gülmeyi, içinden geçen her şeyi anlatmaya bayılıyor. iş dönüşü eve gitmeye can atıyorum, gideyim de günü nasıl geçmiş dinleyeyim istiyorum. okul çıkışı aç kalacak diye endişe ediyorum. geceleri uyanıp üstünü açmış mı diye kontrol ediyorum. vs vs

evet evet duyar gibiyim sizleri, aaaa yeter, anaç ruhunla bizi bunaltma diye.
yani gerçekten de oğlum olsaymış, tutup çükünü koparacağım...
eşek kadar çocuğa bebek muamelesi yaptığım kesin.
babası şımartıyorsun diyor. korkuyor tabii.

ben de korkuyorum.
mutluluktan öleceğim diye korkuyorum.

hayatımda ilk kez bir bütün olduğumu hissediyorum.
dünyalar güzeli bir insan evladı, ve çeşitli ırktan tam altı yavrumla nihayet hayalim gerçek oldu!

ve en önemlisi, bu altı bebişin sorumluluğunu benimle üstlenmiş olan diğer yarım, ruh eşim, sevdiceğim, yarenim, yoldaşım, kızımın babası...

nihayet bir ailem oldu, hem de koskocaman ...

hoşgeldin kızım.

7 Temmuz 2018 Cumartesi

inanç

ülkemizde hiç de hafife alınmayacak bir mevzudur inanç. beni ilgilendiren kollektif bilincin inanç sistemi değil. toplumu düzeltmek benim harcım değil, onu dini liderler düşünsün.
inancın en küçük yapı taşı, asıl çıkış noktası olan bireyin ta kendisi ilgimi çekmiştir hep. asıl çıkış noktası derken de en basit ifadeyle: "Allah'la kul arasına girilmez" sözünden yola çıkmak benim derdim. yani daha da basit bir ifadeyle: ben ancak kendime bakarım. ailemin dahi inancı beni ilgilendirmez. ne de olsa her koyun kendi bacağından asılır, ve kendi deneyimini kendi yaşamak zorundadır. kimse bir diğerinin inancına karışamaz. karışırsa, araya girmiş olur!

bu minvalde, kendi inancımı sorguladığımda, aslında kendimi bildim bileli bir inancın peşinden gittiğimi, bugünkü aklıma ayırt edebiliyorum.
çocukluğuma dair gizemli bir tanrının varlığına kanaat getiriyorum. yoksa neden, o bıdıcık halimle uyur gezer bir halde etrafta dolanır, kendimi evin dışındaki merdivenlerde otururken bulurdum. nedense uyanıp da yatağımda olmadığımı görmek, beni ürkütmezdi, hiç korktuğumu anımsamam.

çocukluk yıllarımın bu bilinçsiz tavrı, daha sonraki ilk ergenlik zamanımda bilinçli bir evden "fıyma" şekline dönüştü.
herkesin uyumasını fırsat bilir, gece karanlığın içinde dolaşmaya çıkardım. o yaşadığımız küçük alman kasabasının güvenliği içinde büyümemden mi mütevellit böyle korkusuz bir çocuktum, yoksa ağaçların ve gizli kuytuların bol olduğu devasa bir bahçenin içinde büyümemden mi bilmiyorum. ailem bana korkuyu - en azından bu şekilde- aşılamamıştı. ya da en dürüst ifadeyle; korku benim için sadece o dört duvarın içinde mevcuttu, dışında değil.

ah neler yapmazdım o karanlık sokaklarda…
yakınlardaki hastanenin parkımsı bahçesi, yine yürüme mesafesindeki mezarlığın karanlık gizemi benim için çekim noktalarından öte, o gizemli tanrımla baş başa kalabileceğim kutsal mabetlerdi, çocuk aklımla.
konuşurdu benimle tanrım, kah peri gibi düşsel bir varlığa bürünür, kah ağaç, kuş, yıldızlar ya da ay gibi somut bir şekle. ama deli gibi konuşurdu benle. dert ortağımdı benim ilahım. dinler, akıl verirdi.
hayal gücüm sonsuzdu.

ama sonra kuran kursuna başlatıldım. ve oradaki tanrı, çocukluğumun tanrısıyla örtüşmez oldu. hem de hiç. gaddar, cezalandırıcı, kızgın bir tanrıydı bu. beni korumuyordu.
bir gün kuran kursundaki hoca cehennemi anlatıyordu. doğru yoldan sapan kullarını nasıl cezalandırdığını ballandıra ballandıra. bir an dayanamadım, bir soru sordum hocaya. soru hala çok net aklımda: "nasıl olur da o Allah, kendi yarattığı insanlara bu kadar kızgın olabilir, sadece cezayı düşünür? nasıl kıyar kendi çocuklarına?" 10 ya da 11 yaşlarında olmalıyım.
hala gözümün önünden gitmez; hoca bir elimin tüm parmaklarını birleştirmemi söyledi, sonra var gücüyle beş parmağın tepesine cetvelini şaklattı.
belki bütün gücüne ihtiyaç duymadı. çocukluk hatırası, canım çok yanmıştı. kafamda kötücül bir resim kalmış sadece geriye: var gücüyle cetvele asılan, karanlık bakışlı kara kuru bir adam.
gözünde şimşekler çakmıştı, "sus breh kafir, sen kur'an'dan daha mı iyi bileceksin!" bağırışı gitmez kulaklarımdan . Allah ondan da razı olsun. o olmasa bu kadar erken idrakına varır mıydım? 
zira farkına varmadan o an tanrıyı red etmiştim.
içimden çığlık attığımı anımsıyorum, senin anlattığın tanrı, bundan böyle benim tanrım değil, olamaz!
 
ondan sonra üniversite yıllarına kadar bir bocalama içinde kaldım hep. annemin tanrısı artık benim için sadece yalandı. anne korkusuyla oruç tutar, gerçekten aç kalırdım, ama iftarda sadece yiyecek yemenin mutluluğunu yaşardım, spiritüel bir boyutu yoktu benim için artık. artık asileşmiştim, yalan söylüyordum. kur'an kursuna gidermiş gibi yapıp, şehir kütüphanesinde alırdım soluğu.

inancıma son darbeyi felsefeyle ilk bulaşmam vurdu. okuduğum ilk bölümde başarısız olunca başka bir bölüme sıfırdan başladım. ve onun ikinci yılında bir hoca geldi. üç dersimize birden girdi ve geldiği gibi de felsefe okyanusunun orta yerine yüzme bilmeyen biz yeni yetmeleri fırlattı attı.
sonrası? hayatım değişti desem yeridir. ömrümde ilk defa özlediğim türden bir eğitimi almaya başlamıştım. soru sormayı, sorgulamayı ve o yanıtlarla aktarılan bilgiyi anlamayı öğrenir olmuştum. meğer hep açlığını çektiğim buymuş. bilgiye aç zihnimi öbür ve önceki hocaların yaptığı gibi ezbere dayalı değil, sorgulayarak doyurmayı öğreniyordum.
ve o derslere nasıl hazırlanarak geliyordum anlatamam. tek bir hafta sonunda, abrtısız 500-1000 sayfalık metinler okur, kenarlarına sorular çıkartır, derslerde zehir gibi estirirdim. hoca çoğu zaman öbür öğrencilere de söz hakkı verebilmek için beni dizginlemek zorunda kalırdı (aslında bunu çooook sonra, üniversitede hoca olarak başvuracağım zaman, ondan istediğim referans mektubunda öğrenmiş ve şok olmuştum, kendimin ayırdında değildim ki!).
hoş, aslında 80 kişilik bir sınıfımız vardı. ve delice bilgi açlığı çeken bir avuç, taş çatlasın 3-5 öğrenciydik.   
bu hoca sayesinde, yaşamın felsefede başladığını ve felsefede bittiğini öğrendim. ve yine bu hocanın yol göstermeleri sayesinde 20 küsür yılımı felsefenin labirentlerinde geçirdim.  ve dahası, bir aidiyet duygusu bile oluştu benim için. nihayet kendimi "inanmamak" diye tanımlayabildiğim bir yere ait hisseder olmuştum.

bunu ilk ne zaman fark ettiğimi anımsamıyorum, ama evet, inanmamak da bir inanç en nihayetinde. evet ya, neticede ateizm de bir çeşit inanç. inanmamaya inanmaktır.
çevremde kimsenin anlamlandıramadığı bu inancımla üstelik gurur duyuyordum. o kadar ki, her fırsatta dillendiriyordum bunu. hatta rahmetli anacağımı babamın mezarında bile bu uğurda ağlatmıştım.
peh, yalan mı söyleyecektim, sırf babam öldü diye, yalan mı söyleyecektim ilk gençlik çağlarımdaki gibi. dürüstlük timsali bendeniz, kendine yalan söylemeyi asla yakıştıramayan ben, babamın mezarı başında bile dürüstlükten yana olacaktım elbette. kızma be canım anam, bilemedim, cahilmişim. bugün olsa, farklı cevap verirdim elbette. üstelik sen mutlu ol diye değil, gerçekten düşüncem bu yönde diye. ama söyleyemedim o zaman yalan. elimde değildi. zamanda geriye gitmek mümkün olsa, bugünkü bilgimle de olsa söyleyemezdim. o süreç gerekliymiş, benim için olduğu kadar, senin için de.

ama inançlar o kadar çeşit çeşit ki. niye insan evladı bunu anlamaz? halbuki ne güzel demiş ibnü'l-arabi yegane inancı anlatırken:
halk, ilah hakkında çeşitli inançlar edindiler
ben ise, onların inandıklarının hepsine inandım.*
şu anki inancımın ilk zamanındayım, yani şu andan yıllar evvel sohbetine gittiğim, halen hayatta, ünlü kadın mutassavvıfa yönelttiğim soru gelir aklıma. soru - cevap kısmında yüzlerce insanın, ama en çok da kitaplarından dolayı gözümde olağanüstü bir yere sahip değerli bir inanç dostunun önünde konuşmaktan heyecanlı, titreyen sesimle aşağıdaki soruyu yöneltmiştim:
"milyarlarca parçalık bir "puzzle"ın kendine özgü şekilli parçalarıyız her birimiz, her şey; canlı cansız. en küçük parça dahi eksik olsa, resim bütün olmaktan uzaklaşır. dahası o parçanın eksikliğiyle resimde minik de olsa bir kara delik oluşur.
ancak mevcudiyetin anlamını çözmüş (ister ona nietzsche ağzıyla üst insan diyelim, ister sufi diliyle insan-ı kamil, fark etmez) olan resmin bütününü görmeye muktedirdir.  
canlı cansız tüm konular bu puzzle'ın parçası olduğunu düşünürsek o halde aslında tüm disiplenler de aynı resmin birer parçası. ve aslında hepsi aynı şeyi, sadece farklı terimlerle anlatıyor. mesela matematik sonsuz sayısını ifade ederken, acaba astro-fizikteki higgs bozonuna (*2) mı işaret ediyor, ya da hegel'in felesefe diliyle "nedeni kendinde olmak" diye ifade ettiği, hallaç'ı mansur'un "en-el hak" deyişine mi tekabul ediyor?" 
bir annenin yeni yetme evladının saçma sorusuna gülümser gibi tatlı tatlı baktığını anımsar gibiyim. sevgi vardı bakışında, ama aynı zamanda da, "ah, daha çooook yol gideceksin evladım!" minvalinde de kulak çeker gibiydi. cevabını anımsamıyorum. muhtemelen sorumu da şimdi yazdığım kadar detaylı ve net soramamışımdır. sadece tek bir şeyi hatırlıyorum o cevapta: kocaman bir HAYIR. bunu kendi tatlı dilli üslubuyla yapmasına rağmen, o koca hayır, kocaman bir hayal kırıklığı olmuştu. kitaplarında okuduğum, hele ki bakara suresi üzerine olan kitabını sular seller gibi yuttuğum kişiyle, karşımda, sorumu anlamaktan bihaber kişi aynı kişi miydi? arabi'den yukarıda yaptığım alıntıyı ilk onun kitabında okumuş, füsusu'l hikem'i ondan sonra ancak almaya cesaret edebilmiştim.
ama belki de ben henüz yeterince büyümedim de o "hayır"daki mananın derinliğini idrak edemedim. 
80'nine merdiven dayamış huysuz ve tatlı komşumun geçenlerde dediği gibi, "büyü de gel"! büyüyünce anlarım inşallah.

yalnız geçmişteki bene baktığımda anlıyorum ki, daha yazdığım ilk şiirde aramışım O'nu. çocukluğumun almanya'sındaki o küçük gri kasabanın karanlık sokaklarında, daha sonra yalova kırlarında tek başına başımı alıp gitmelerimde hep aradığım O'ymuş.  felsefede kendimi ararken, yine aramam O'na dairmiş. kitaplarımı alıp kuytu köşelere çekilişlerimde.
ama bunu ancak bugün görebiliyorum. O'nu bulduktan, O'nun aşkına düştükten sonra fark edebildim, anlayabildim, idrakına vardım.
ve anladım ki, gerçek inanç olağanüstü zor, neredeyse imkansız. günümüzde.
modern hayat inancı imkansız kılıyor. çünkü o aşka düşmek, gerçek manada aşka, ilahi olanına düşmek sadece cesaret değil, çok fazla acıyı da göze almayı yanında getiriyor. deli olarak yaftalanmaya, yıllarca ilaçlara mecbur bırakılmayı, aşağılanmalara ve kimseye derdini anlatamamayı da...

çünkü gerçek manada inanç "Allah'la kul arasına kimsenin giremeyeceği" idrakını da getiriyor. anlıyorsunuz ki, hiç kimselere bu inancı artık anlatamazsınız. çünkü bu sadece ve sadece sizin inancınızdır artık.
üstelik bu gerçek gerçek inanç, ya da felsefe diliyle absolut gerçeklik diyelim, kendinizden bile şüphe etmenize yol açıyor. bir anda,
"acaba inandığım için mi düşünüyorum bunu, yoksa o aşk acısının müptelalığı uğruna mı yapıyorum herşeyi?" diye sorgularken buluyorsunuz kendinizi.
hani derlermiş ya, gerçek inanan için, "sağ elinin yaptığından sol elinin haberi olmayacak" diye. şimdi anlıyorum bu sözü. 

yalova, gökçedere'de tümata'nın epey zamandır düzenlediği sema etkinlikleri var. bir kaç yıl evvel  bir kez de olsa katılmak nasip olmuştu. gerçekten de gittiğim "dergahların" arasında en çok uluslararası olanıydı buydu. dünyanın dört bir yanından gelen insanlarla dolup taşıyordu o küçücük dergah binası. en güzeli tabii, sema ayinin yapıldığı üst kattı. hijyene ve giyim kuşama çok önem veriliyor, kadınlar kadar, erkeklerin de örtünmesi bekleniyor. amaç, başka hiç kimseyi rahatsız etmeden kendi zikrini yapabilmek.
alt katta dede efendiyle olan sohbetten sonra, üst kattaki semahaneye çıktım. istenilen tüm ritüelleri elimden geldiğince yaptım. oturdum sema edenleri izledim.
epey yaşı ilerlemiş bir hanım dikkatimi çekti. avrupalı bir tipi vardı, ama hangi ülkeden bilemediğim bu yaşlı hanım durmaksızın döndü durdu. yalnız döndükçe, o yaşlı, zayıf insanlara özgü o kırılgan resim soldu, genç bir kız geldi yerine. o genç kız edasıyla hababam dönüyordu. birine soracak oldum, meğer sabah beri dönüyormuş!
nasıl hayranlıkla izledim onu. kaç saat geçti bilmem; en sonunda ben de tüm cesaretimi topladım, ritüellere dikkat ederek o dairenin içine girdim. başladım dönmeye, önce yavaş ve dikkatlice, git gide hızlanarak.sonra kaybettim kendimi, deli gibi dönmeye başladım.
zamanı unuttum, mekanı unuttum, aklımda bir tek aşk kaldı.
ve tam da o noktada, nasıl oldu bilmiyorum, birden düştüm. kendimi yerde buldum. çok da sert düşmüştüm, ama canım acımıyordu.
başım deli gib dönüyordu,  içimde çocukça kahkahalar dönüyordu.
ama dilim sessizdi. kimse duymadı o çocuksu kahkaları.
ve birden anladım. anlamamla dondum kaldım. eyvahlar olsun, ben ne yapmıştım?!

anlar anlamaz da semahaneden ayrıldım, o şehri de ardımda bıraktım döndüm.
yoook bir daha mümkün değil, ne sema, ne başka bir ayin.
başkası önünde mi? asla!

çünkü gerçek zikr, başka hiç kimsenin bilmediğidir…
dua ettiğini kimse bilmeyecek başka! hatta kendinden bile şüpheye düşeceksin. sol elin, sağ elinin ne yaptığından haberdar olmayacak absolut gerçeklikte!
anladım ki, sol elim dahi sağ elimin zikrinden haberdar olduğunda o zikr değil, gösteriştir!
o samimiyet değildir artık. şeytan karışmıştır o inanca o an.

anladım ki, gerçek inanç işte bu kadar zordur!

halbuki en kalabalık otobüste bile yariyle baş başa kalabilen ben, o semahanede utandım.
herkes ne yaptığımı biliyordu zira.
diyeceksiniz ki, "Allah'ın bildiğini kuldan niye saklarsın?"
yooook, bu öyle bir şey değil.
yarla baş başalık öyle mahrem ki, kendinden bile sakınacakken, kaldı ki tüm dünyaya duyurmak?
mümkün değil!

şimdi sormayın ne olur, nasıl oldu da ateizmden böyle bir aşka düştün?
cevap sorusunda gizli.
gerçekten de, tam manasıyla…
.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.
  *ebu'l-ala afifi, füsusu'l hikem okumaları için anahtar, iz yayıncılık, Istanbul

28 Haziran 2018 Perşembe

faşizm

yaşadığım mahalle insanları facebook'de yer alan kendi yerel grupları içinde çok aktif. hoşuma giden bir özellik. mahallede olup biteni öğrenmek adına çok severek izlediğim gruplar.
ama bu gruplarda asıl sevdiğim yan şudur: 15 yıldır oturduğum ve daha evvel anonim kaldığım, köpek oğluşlarım geldikten sonra bir parça kaynaştığım mahalleliyle, gerçek manada tanıştığım platform oldu hepsi. 
 
bunlardan birinde, başkanlık seçimlerinin 1.turunun döndüğü günü akşamı bir grupta yapılan itiraz üzerine yaptığım itirazı buraya alıntılama ihtiyacım doğdu. bir "moda"lı, akp taraftarlarının allah-u-ekbar nidaları ve konvoy seslerini biraz sert ve bana göre ötekileştirici bir üslupla yeriyor.   
 
verdiğim cevabı aynen alıyorum buraya. belki peşin sıra ilave bir şeyler yazarım.
 
"aynı zamanda hep birlikte bir arada yaşamak çok güç bu ülkede (sadece bu ülkede değil elbette, şu an dünya üzerinde artan bir ötekileştirme süre gidiyor, ama bu ülkede sanki kat be kat fazla), biliyorum. ve türkiye kadıköy moda'dan ibaret değil.
kaldı ki yığınla akp'li yaşıyor burada da. "modalı"nın tek tip düşüncede olduğunu düşünecek kadar kimsenin naif olduğunu sanmıyorum.
azınlık olmanın ne demek olduğunu, daha küçücük bir çocukken damarlarınıza işlemediyse, faşizmin sınırlarının ne kadar ince olduğunu anlamak çok zor.
 
ben almanya doğumluyum, "kendi dilimi" (ne demekse o?), sadece annemin ısrarıyla evde duyuyordum. yani bizimkisi tam entegre olmuş bir aileydi. komşularımız almandı, benim yaşımdaki çocuklarıyla büyüdüm, en yakın arkadaşım almandı, dahası dedem bile almanca öğrenmişti çat pat, o yaşında.
uzun dalgalı koyu kahverengi saçlarım vardı ilk okula gitmeden evvel. evimizin hemen yanında araçların geçemediği dar bir yoldan hemen o yolun sonunda oturan arkadaşıma giderdim. adı elke idi. tipik alman, sarışın, maviş gözlü.
bir gün onun evinden dönüş yolundayım, köpeğiyle bir alman geçiyordu yanımdan.
düşünün daha ilk okul çağında bile değilim. tam yanından geçiyordum ki, adam birden döndü, saldır şu türk kızına diye köpeğine komut verdi. bugünmüş gibi gözlerimin önünden gitmiyor.
köpek koluma yapıştı, neyse ki mevsim parka giyilen bir mevsimdi, son bahar gibi. köpeğin dişi koluma tam girmiyor, ama beni yere düşürüyor, köpekten az büyük bir boydayım, ya da aynı boyda, cinsini anımsamıyorum, sade koyu renkli, kısa tüylü bir şeydi.
bir müddet yerde debelendiğimi, ağladığımı hatırlıyorum. ama kimse koşmuyor yardıma. ya da duymuyor beni. belki de çığlık bile atamıyorum.
neyse ki, adamın amacı sadece korkutmakmış, çekiyor köpeğini üzerimden.
ağlayarak eve koşuyorum.
anneme anlatamıyorum, konuşamıyorum bile, sadece ağlıyorum. annem de paltom yırtıldı diye ağladığımı sanıyor, teselli etmeye çalışıyor.
ilk okula başlamadan, dedemin bütün yalvarmalarına rağmen o güzel koyu kahverengi dalgalı saçlarımı zorla kestirtiyorum, kısacık. dedem küsüyor bana.
 
bugün iki köpeğim ve yığınla alman arkadaşım var...
 
uzun anlattım, kurusa bakmayın... faşizm üzerine 120 sayfalık tez yazdım, o zaman anladım, ötekileştirmeyle başlıyor faşizm. "bizden olmayan"lar listesi yapmaya başlamakla başlıyor.

kimseyi suçlamıyorum, sadece bunun bilincine varmanın bir süreç olduğunu anlatmaya çalışıyorum. lütfen yanlış anlaşılmasın, bu yorumun altında da kimseyi hedef almadım.
 
keşke "onlar / bizler" zıtlığını dile getirmeden evvel, bir arada yaşamanın çözümlerini konuşabiliyor olsak.
 
şimdi chp adayı kazanıyor olsaydı, sizce ona oy vermiş bir çekmeköy'lü sokağı inletebiliyor olur muydu kendi semtinde? bilmiyorum, çekmeköy'de yaşamıyorum.
ve polemik yaratmak da değil amacım.
 
sevgiler"
 
ama ötekileştirmeyi biz başlatmadık, akp tayfasını okumamış zır cahil minvalinde itirazlar geliyor. işi abartıp kendini hayallere fazla kaptıranlar da oluyor. bıyık altında gülümsüyorum. buruk. 
 
türkiye'nin sayılı üniversitelerinden birinde hocalık yapma şerefine ermiş biri olarak, ülkenin bir nevi birebir tezahürünü görebiliyorum orada.  
özellikle özel üniversitelerin çoğalmasıyla, şu "créme de la créme" diye tabir ettiğimiz üst zümre çocukları bu çok iyi ve özel üniversitelere kayınca bir boşluk oluştu. bu boşluğu da coğrafi olarak ege, akdeniz ve itibaren ve bir hayli de doğuda yaşayan ailelerin çocukları doldurdu. hem de öyle ekonomik anlamda orta-üst düzeylerde değiller. orta ve hatta orta-alt seviyelerinden gelen çocuklar bunlar; ailelerinin bağ / tarla satmak suretiyle okutabildiği, çoğunlukla çiftçi, ya da işçi sınıfının çocukları.
ve nasıl zehir gibiler. zaten zehir gibi olmayanların sizin okulda ne işi var diyeceksiniz. o da doğru.
ancak geldiği yer ve içinde bulunduğu fırsatın değerini bilme açısından öğrencinin tutumunda epey bir değişim söz konusu. elbette bu ayrı bir yazının konusu, benim üzerinde durmak istediğim kısmı farklı: köken ve içine doğduğu sosyal algı ve dünyaya bakış açısı olarak öğrencilerimin politik görüşlerin zenginliğinin dikey bir çizgi oluşturacak oranda gelişme gösterdiğini düşünüyorum.
okulu iyi tanıyanların hep böyle olduğunu söyleyecektir, ve okulumuzun bununla gurur duyduğunu da. muhakkak. ama bana göre bir değişim mevcut. içinde bulunduğumuz çağın gereği bir değişim bu. 
bunda elbette baş örtü yasağının kalkması da bir hayli etkili bu zenginliğin oluşmasında. baş örtüsü simge olarak algılansa da, aslında hayata bakış açısını ifade eden bir görüngedir aynı zamanda. inancını açık açık da ifade ettiğinden, o öğrencimle başlarken elimde hazır bir done olur, ve neyi referans almam gerektiğini baştan bilirim.
herkes inancını farklı bir şekilde ifade edebilir, ki kaldı ki konuşma özgürlüğü temel insan haklarımızdan biridir. ülkemizde son yıllarda mantra gibi tekrarlayarak kendimizi inandırmamız gereken bir mefhum oldu. yapılan haksızlıkla şahit oldukça.
 
isterse baş örtüsü taksın, iste kippa, isterse "hare krishna" diyerek turuncu turuncu sokaklarda dolansın. kimi ne ilgilendirir bu? ne güzel işte. kültür zenginliği bu demek değil mi?
hiç kimse bir tek kendi inancının, görüşünün, fikrinin ya da zevkinin en yücesi, en doğrusu, ya da en güzeli olduğunu başkasına dayatmasın. tek beklentim bu.
sahi savaşlara gerek kalır mıydı hal böyle olsa?
 
derslerimde çevre temaları dışında kendi inancıma, politik görüşüme hiç değinmem.
gerek yok. çevre / doğa ise, eğer yarınları düşünüyorsak; bu dünyayı çocuklarımızdan emanet aldığımızın ayırdına varabiliyorsak, olmazsa olmazlardan. ama zorunlu da değil. kitabın içinse geçtiği halde, öffleyen yüzlerin çoğunluğunu gördüğüm anda, müfredat bile olsa, işlemekten vazgeçerim. 
sıkıldıklarını göre göre bir konunun üzerine gitmek, daha çok bıktırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
kendi fikrini değil empoze etmenin, açık seçik ifade etmenin bile yanlış olduğunu savunurum.
 
öğrencilerim her ne kadar genç yetişkin olsalar da, türkiye'deki ebeveynlerin tutumu nedeniyle gerçek manadaki yetişkinliğe geç geçiş yapıyorlar. yani "gençlerin" benim fikirlerimden etkilenmelerini istemem.
sosyal medya nedeniyle geçmişe oranla bu sayı çok azaldıysa da etkilenen muhakkak çıkar, çıkacaktır. 
hocayı hep bir kaç basamak üstte gören öğrenciler her daim olmuştur, olacaktır. dolayısıyla derse yön veren kişi olarak öğretmen, kendini her türlü görüşten muaf tutmalıdır sınıf içinde. herkese tarafsız yaklaşabilmek adına. öbür türlü sadece kendi görüşümden öğrencilerime ulaşmış, onları eğitmiş olur. ki, bu diğer öğrencilere sadece haksızlık olmaz, işini yapamayan bir öğretmen olarak kişinin vicdanını fazlasıyla rahatsız etmelidir. 
 
ama bu ülkede, bunu en baştaki lider bile yapamazken, rast gele sivil bir insanın nasıl yapmasını bekleriz? tarafsız kalabilmektn geçtim, kendi fikrini zorla kabul ettirmek şu an mübah görülüyor. üstelik bunu,  "önce onlar başlattı" türevinde vicdan aklamasıyla yapıyorlar. 
sadece kendi zümresinin görüşünü tek doğru kabul eden insanların çoğunluğu karşısında dehşete düşüyorum. diyeceksiniz ki, tarih mükerrerden ibarettir, bu hep böyle süregelmiştir. ama nedense sözüm ona aydın kesimin biraz daha farklı yaklaşacağını ister istemez düşünüyor insan. 
oysa orada da, bizimi görüşümüzden olmayanı sevmeyiz şeklinde, görünürde görece daha yumuşak bir üslubun altında aynı faşizan tutum yatmaktadır. sizin görüşünüzü paylaşmayan zümreye karşı olan duygularınızı hangi kavramla ifade ederseniz edin. ötekileştirmenin çizgisi çok ince bir yerdedir. 
 
ne yani, aynı görüşte olmadığım insanları sevmek zorunda mıyım diye itiraz edeceklere hemen bir çift sözüm de var: mesele sevip sevmeme temelinde bir duygu değil, zira sevmemenin bir sonraki düzeyi nefrettir. ve nefret söylemi sözsel faşizmin başladığı nokta olarak da kalmıyor, artık eyleme geçilebildiği tehlikeli sınır olarak da görülebiliyor. 
mesele sevip sevmeme değil aslında, hoşgörüyle yaklaşabilmek, gerçek manada hoşgörüden, tolerans göstermekten bahsediyorum, yoksa tahammül etmekten değil.
 
dün o gruptan bir kaç hanımı kahve içmeye davet ettim bahçeme. başta sohbet konusunu duyurmuş olmama rağmen, konu faşizme bir türlü gelemedi. bir iki girişimde bulunduysam da yeterli rezonans gelmedi. bambaşka konulara girildi, ve tam konu ele alınmaya başlamışken, asıl konuşmak istediğim kişi, programını ileri sürerek kalktı. 
hiç beklediğim gibi gitmedi. ama asıl olan umduğunu değil, bulduğunu analiz dip değerlendirebilmek.
 
sezgisel olarak görüşünü yoga hocası olmasından mütevellit bilmememe de çok gerek olduğunu düşünmediğim genç kadını çocuklarıyla birlikte davet ettim. çocuklarıyla çocuk olan değil, gerçek çocuğu içinde kaybetmemiş, özgür ruhlu kadının rolünü sonra idrak ettim.
 
ben orada toplumsal mevzuyu açmaya çalıştıkça,  başka konulara kaçışıldıkça, öfkemin büyüdüğünü ve istemediğim halde müdahaleci ve sinirli davrandığımı fark ediyor, ama dizginleyemiyordum kendimi.
bu çocuk kadın gerektiği her yerde öyle tatlı ele aldı ki sazı, sadece gerilen partiler değil, diğer kadınları da bir huzur sardı.  
 
sonunda diğer parti kalktı, gerginlik de uçuştu gitti. geriye kalanlar sadece aşkı konuştu.
 
netice itibariyle anladım ki, değil faşizme engel olmak, daha mevzunun kendisini teorik bazda bile konuşmaya hazır değiliz. ama galiba çok da kötü bir şey değil bu. aşk konuşmak varken, faşizmi niye konuşalım? 
 

26 Haziran 2018 Salı

içinizdeki anne ya da ataerkil toplumun ölümü

canım annem diye başlık atmak isterdim. ama aslında hitap ettiğim kişinin beni doğuran biyolojik annem olduğundan emin değilim. hayır yanlış bir ifade oldu bu. hitap ettiğim kişi beni doğuran değildir ve bundan kesin, hatta kesinkes eminim.
artık!

beni doğuran güzel kadına veda ettiğim bu yazıda bunu 5 yıl evvel öngörmüş, ama daha tam adlandıramamıştım. ne de olsa bilmediğin bir şeyi adlandırman mümkün değil.
aaah yine ludwig abim gelir aklıma burada, "dilimin sınırları, dünyamın sınırları" dediğini duyar gibiyim.

ama mevzuya derinlemesine girmeden evvel, yukarıya linkini attığım yazıya kısa bir iki cümle bir şeyler söylemek isterim. "anneme" veda ettiğim yazıdan tam 9 gün sonra, ayın 13'ü gibi güzel anam, ruhunu teslim eder. her ne kadar veda ettiğimi yazmış olsam da, gerçek manada vedayı, gerçek annemin kim olduğunu anladığımdan beri, yani şu bir kaç gündür yaptım, yapıyorum.

sizi doğurmuş olana veda etmek, öyle kolay bir şey değil. defalarca veda eder, başa dönersiniz. sizi doğurandır o, varlığınızın temel sebebi.
anneniz gerçek manada siz ölünce ölür.

sizi etiyle kanıyla minik bir hücreden, dünya güzeli bir bebeğe dönüştüren o yüce gücün ürünü, özüne aşk katıp biçimi mükemmel, kokusu doyumsuz, masumiyet simgesi bir şekle sokup dünyaya fırlatıyor!
hahahahaha, Heidegger, kulakların çınlasın emi! niye kendi dediğini kendin yapamadın acaba?
hani biraz hannah'ya kulak vereydin, seni aşkla bekleyen o masum hannah'yı, gerçek manada var oluşçuluğu idrak edecektin belki.

neyse, felsefenin ucsuz diyarlarına bir uçuş değil, masumane bir anne ya "niye ataerkil düzen artık yetti"  teması işlemek niyetindeyim. biz felsefeyi şu eril insancıklara emanet edelim, oyalansınlar. savaş baltalarını çıkarıp fikirlerini havada çarpıştırsınlar. o vandal halleriyle de sonra o fikirleri somutlaştırıp birbirlerini yok etsinler. nasıl isterlerse.
zevk meselesi.
neydi o klişe laf, "zevklere ve renklere karışılmaz".
ah, şu emrivaki haller, tavırlar, öldürüyorsunuz beni!
eril dünyasının gereği ve ereği sanırım emretmekle var olmuş. içi boş emirler!

"konuşamayacağımız hakkında susmalıyız" derken de kullanılan aynı emir kipidir bu. alıntıladığım bu aforizma dilbilim felsefesinde baş yapıt sayılan eserin içinde en can alıcı cümlelerden biridir.
yahu, demezler mi adama,"sen de kim oluyorsun da, bize yeni bir kural dayatıyorsun? niye konuşmayalım? ne zararı var konuşsak? konuşmayı bildikten sonra, savaş baltalarına hemen meyil etmeden, içine sevgi, şefkat katarak… unuttunuz mu? tatlı dil, yılanı deliğinden çıkarırmış. atasözümüze girmiş bu şahane canlı, tam da yığınla kitaba musallat olan o kadim yılanın bizzat kendisi değil midir?
  
oysa başka bir eril abimiz "hayat felsefede başlar, felsefede biter" demiş. geri kalan teferruattır demeye getirmiş. bakın, bu da sınır koymuş, başlar biter? kime göre? hangi zamansal algıdır bu? dikey mi, lineer mi, göreceli mi? halbuki zamansız olan ne başlamıştır ne biter. ohhh gelsin doyumsuz sohbetler…

ah, eril dünyanın eril abilerine kulak verirsek yandık, konuyu bir yere bağlayamayacağız. eril dünya sınırlar içine hapsolmuştur, eril dünya savaş tanrılarının cirit attığı bir arena. büyük abi heraklit dememiş mi tatlı tatlı "savaş her şeyin babasıdır" diye. ondan iyi bilecek değiliz ya.
erkek adam dediğin emreder, yıkar, yok eder… ama bu erilcikler daha oğlan hallerinden başlıyor bu savaş nidalarına. anlayamadığı bir şeyi yıkma ihtiyacındadır. kolay olanı budur onun için zira.

geçen gün çöp konteyner önünde taş çatlasın 12 yaşında olsun, bir oğlan çocuğunun teki, çok da güzel ev maketlerinin üzerinde tepiniyor. ben de arkadaşımla köpek-çocuklarımı yürüyüşe çıkarmışım. uzaktan gördüğümüz bu manzarayı kendi aramızda, kötü proje notu olarak tahmin etmeye çalışıyorduk. ben dayanamayıp muzırca sataştım çocuğa.
- hayırdır, kötü not mu aldın?
çocuk anlamadı.     
- niye tepiniyorsun maketin üzerinde, çok da güzel yapmışsın? kötü not verdi öğretmenin projene galiba?
diye açıkladım. çocuk itiraz etti hemen.
- haa bu benim değil ki!
- haydaaa, o zaman niye parçalıyorsun? çok da güzel yapmış, yapan. yazık değil mi?
- değil.
diyerek bizimki tepinmesini sürdürüyor.
- niye parçalıyorsun peki?
belli ki o ana kadar bunu düşünmemiş, küçük vandalımız, bir an affalar gibi oldu. ama sonra daha da sert tepinmeye başladı.
- çok saçma!
- nesi saçma?
- bilmiyorum, saçma işte.
diye cevap vererek, utandığından mı, işine karışılmış olunmasının rahatsızlığından mıdır bilmem, yanımızdan kaçtı gitti.
eril dünyanın algısına güzel bir örnek…

oysa aynı yaşlarda bir kız çocuğu olsa, o maketi eve götürür, dantel perdeler örer, çiçeklerle bezer, ve barbi bebeklerine ev bile yapmıştı onu.
gerçi günümüz tüketim toplumu kız çocuklarının bu yaşlarda ne yaptığından çok emin değilim. belki önünde selfi çeker, her hangi sosyal paylaşım ağına resim atarlardı muhtemel ki.

öyle ya da böyle, eril dünyası artık vaktini doldurmuştur.

en dibe düşmelisin, gerçek manada en dibe. oradan sadece tek yol vardır: yukarı.

kadınlar için o nokta gerçekleşti gerçekleşecek gibi, toplumsal manada. kadınlara ve en değerli varlıkları olan çocuklara karşı şiddet artmış durumda, üstelik  bu şiddeti reva görenler nedeyse hiç ceza almıyorlar. bu hususlara burada detaylıca girmenin bir manasını görmüyorum. dileyen istediği gibi haberleri izleyebilir.
kadınların yükselişe geçtiği bireysel düzlemde ise çoktan işe koyulmuş. 

toplumsal olaylardan bağımsız kendi uçurumunu yaşamış kadınlar çoktan yükselişe geçmişler bile. son yıllarda çevremde daha çok görür oluyorum o güzel varlıkları. üstelik sayılarının arttığını onlar da biliyorlar.

anaerkil düzene geçiş üstelik öyle heraklit'in övündüğü o savaş nidalarıyla olmayacak. öyle yumuşak bir geçiş olacak ki, insanlar ne olduğunu anlamadan düzenin değiştiğini görecek. hani adeta, bir sabah uyandık, düzen değişmiş. ama darbe olmuş değil. elbette uzun bir süreçten bahsediyorum, elbette bir günden diğer güne olmayacak. çok emek gerektiren, ağır adımlarla gidilen bir yol bu.
erkekler de kadınlar sayesinde değişim geçirecek. düşünsenize, tabii ki zihniyeti değişmiş, erkeklerin yarattığı o prangalardan kurtulmuş her kadın, yani kendi özgür düşüncesini elde etmiş, ama en önemlisi aşkı ve dahası şefkatı yüreğinin en derininde idrak etmiş kadın, evladını da farklı yetiştirecektir. 
belki de bu yüzden isteyerek, gönüllü geçilmiş olacak yeni düzene, ama bunun farkına bile varılmayacak.
bir nevi kadınlar devrimi.

niye mi farkına varılmayacak? çok basit. kadın kan dökerek inşa etmez. yakarak, yıkarak getirmez yeniyi.

kadın, sevgiyle yapar bunu, aşkla.
kadın anne şefkatiyle yapar, yapacak bunu.
hiç merak etmeyin, er ya da geç, henüz başlamadıysa muhtemel ki bugün.
söz veriyorum.