5 Haziran 2008 Perşembe

vicdanlı olmak ya da geçip gitmek

bugün paşa paşa evde çalışırken, tam pencermin önünde kopan kadın çığlıklarıyla irkildim. ne oluyor diye bakayım dedim ki, kağıt toplayan bir adamcağız boylu boyunca düşmüş yere, şu devasa çuvallı arabası da yanına, iki kadın da panik halde etrafa sesleniyorlar. hiç düşünmeden kolonya ve suyu kaptığım gibi gittim yanlarına, ambulans gerekir mi diye de bakayım istedim.
ben dışarıa çıkana kadar adamı kaldırıma oturtmuşlar, etrafına üç beş kişi daha yetişmiş -çoğunluk civardaki ev kadınları-, bir tane de ortayaşlı adam var.
adam elini yüzünü yıkadı, kolanyayı kokladı, sonra döndü benden bir dilim ekmek istedi, koştum içeri, hazırladım hemen bir şeyler, getirdim. adam "sabahtan beri bir şey yemedim, çocuklarım da aç kaldı evde" diye başladı yemeye, bir yandan da anlatmaya, meğerse bir hastalığı varmış, ama ne hastalığın adı anlaşabildi, ne de kullanması gerekn ilacın adı. her ne kadar başlarda panikle feryat eden kadın, söyle ilacını ben alayım diye ısrar ettiyse de adam anlaşılır bir şeyler söylemeyemedi. kadın fiyatını sordu ilacın, "biz verelim paranı, sen al ilacını al" dedi. 20 lira çıkardı cüzdanından, sonra toplaşmış olanlara seslnedi, sizler de verin 20şer lira" diye, kimse itiraz etmeden çıkarıp verdi, hatta ben de tüh, cüzdansız fırladım dışarı diye utandım. neyse bir kadınla o orta yaşlı erkekden çıkıştı 20şer liralar da, toplayıp verdiler adama.

buraya kadar her şey normal gibiydi, olası bir şey tabii, açlıktan ve ilaçsızlıktan düşüp bayılmış olabilirdi pekala. ama tüm o panik durumu geçince, aldı beni birden bir düşünce. ben bu hikayeleri duymuştum yahu! buyur, burnumun dibinde olup bitiyordu. özellikle de paraların verilmesini organize eden kadının çantasının açık kaldığını görünce, onu bu yönde uyarabilmesi, açlıktan bayılmış ve yeni kendine gelmiş bir adam için garip sayılmaz mıydı?!
hele ki herkes gidip de, bu tekrar ayaklanıp, kısa günün karı 70 lirayı topladım derecesine bizim apartmana bakışını görünce...
hani insan, eğer durum buysa, helal olsun, sağlam numara çekti diyesi geliyor!

4 Haziran 2008 Çarşamba

cup sonrası

c.ö. ve c.s. diye ayırmalı bu dönemleri.

bir tuhaflaştık alaca ve ben.
ilk bir kaç gün alaca açısından ne denli sevnidiriciyse benim açımdan o denli yıkıcıydı. hatun haklıydı elbette, cup ile kıskanılacak bir ilişkim oldu hep. inkar da etmedim hiç, cup'un özel olduğunu açıkça söylediğim oldu.
cup'tan sadece 4 ay sonra aileye katılmasına rağmen onun kadar sevilmediğini hep hissetmiştir cilveli, haylaz alacakızım. kaç kez kıskanıp cup ile arama girmiştir minik sevgi kelebeğim. ama sanırım, sorun bir parça da benim onda kendimi özel hissetmeyişimdi -ne bencillik-, neymiş eve gelen herkese sırnaşıyormuş. ne güzel işte tam bir sevgi delisi, herkesle paylaşacak sevgisini ille de! soğuk nevale cup tabii bir tek bana gösteriyordu o sevgiyi... ama işte insan bencilliği, özel olduğunu ille de hissetmek istiyor.

ohhh kaldım mı şimdi bu sevgi kelebeğine?!
evet ilk günlerde çok mutlu oldu o da, kıskanması gereken ve onu her fırsatta pataklayan bir "beyaz"basan yoktu artık.

ama dördüncü müydü, belki de beşinci gün söylenerek karşıladı beni kapıda. "nerede kaldın kör olasıca, sıkıldım evde yalnızlıktan" dercesine.
artık eskisine oranla çok daha fazla karşılamaya geliyor. tamam cup gibi kapı önünde hazır halde değil; kapının sesini duyunca geliyor, ama o da büyük bir değişim. ve ne denli sıkıldığının da göstergesi.
üstelik gün boyu da söyleniyor bir şeylere, neredeyse cup kadar konuşkan bir hale dönüşecek...
ama korkutmuyor da değil beni bu değişim: bana bir derdini mi anlatmaya çalışıyor da ben anlamıyorum? ilk fırsatta bir chek-up yaptırmalı, sonra cup'taki gibi pişmanlıklar yaşamayayım!

not: fotoğrafta ilk günlerin keyfini görüyorsunuz! yok yok, baktım, şu anda da aynı keyifle mışıldıyor aynı yerde!

yaşı-yorum

uzun zamandır yazmıyorum, yazasım yok! bir kaç tane başlanmış blog yazısı boynunu bükmüş gariban tadında bekliyor devamının yazılmasını. boynunu bükmüş yazı da acıların yazısı tadında beklemeye mahkum olur ancak, onun başka bir geleceği olamaz.

tuhaf bir dönem bu, yakınlarımı yitirdiğim... babam açılışı yaptı sanki, yok yok, ondan öncesi var, ölümler hiç eksilmedi, ama en ağır ikisi, babam ve cup oldu.

geçen hafta da fransıca hocamı ve ayın zamanda öğrencimi yitirdim -bir taşla iki kuş oldu bu galiba!- bir buçuk senedir birlikte ders yapıyorduk, 45 dk almanca, 45 dk fransızca... gencecik 28 yaşında kız. baş ağrısı yüzünden gittiği hastaneden nur topu gibi bir beyin tümörüyle dönüyor...

sürekli aynı espiriyi yapar oldum, aman haa bana yaklaşmayın fazla, ölürsünüz yoksa. yeni çağın medusa'sı gibiyim, gibisinden de öteyim hatta , baktığımı taş etmekle kalmıyorum, dönüş yolunu da direkt tıkıyorum!

ama tüm bu ölümleri geçtim -sanırım her insanın az ya da çok böylesine dibe vuracağı zamanları olmuştur- ne denli az arkadaşımın olduğunu gördüm. elbette pek çok insan mesaj göndererek , hatta bir kaçı telefon ederek taziyelerini bildirdi, ama sadece iki üç kişi, gerçek anlamda kalktı, kapımı aşındırdı, ne halde olduğumu görmek için bir çaba gösterdi. iyi dostların sayısı elbette bir kaç kişiyi aşmamalı diye boşuna denmemiş... ama ne bileyim, belki de ilgisini beklediğim insanlardan bir şey gelmeyişi beni incitti. yoksa çoğunluğunun desteği sözde kalması değil sanırım.

bir de dozaj yetmezmiş gibi sevgili de kaçtı gitti! e tabii kim n'apsın sorunlu sevgiliyi?! güzel güzel kendine aramak varken! tipik erkek bahanesi mi? yok yahu! bu klasik bitiş cümlesini etmeyen bir kadın varsa ilk taşı atsın!
her neyse, o yakadan da durum berbat oldu anlayacağınız...

yok değil, görüyorsunuz, berbat bir yazı çıkarıyorum bu ruh haliyle! halbuki "acı" yazmak için her zaman iyi bir çıkış noktası olmalıydı...

bu da kötü yazılarımın arasına girsin, ne yapalım! diğer istiflenmiş balıkların yanında kokuşmasına gönlüm el vermedi...

24 Mayıs 2008 Cumartesi

elveda cup

seni mahalle veletlerinin elinden alıp da bahçeye koyduğumda, çok düşünmüştüm, nereden buldular, çok mu uzaktasın, annen arıyor mudur diye. almak istememiştim seni evime, çok miniktin, çok zavallıydın henüz açılmamış gözlerinle, o ince ama ortalığı inleten sesinle. nasıl da beklemiş, umut etmiştim annen senin blur da, alır diye. bakmaya kalksam, öleceğinden korkmuştum. ertesi gün dayanamayıp almıştım seni, 2 hafta bile yaşatabileceğimden emin değilken yanımdan tam 13 yıl ayrılmamak üzere yerleştin, bütün huysuzlukların, duyarlılıklarınla evime, kalbimin kocaman bir bölümüne.

her eve gelişimi bilirdin sanki, alacakız'ın aksine, bir defa olsun eve gelişlerimi karşılamamazlık etmedin. ağladığımda nasıl da bilir, yanımda biterdin, teselli etmek ister gibi. nasıl da severdin sebzeyi, hele mısır tanelerini, ya da haşlanmış patatesi. hel hele o kestane düşkünlüğün... ölürdün kestane yemek için...
hele o baba oluşun, yavrularının annelerinden bile çok koruyşun, onlar rahat yemek yesin diye yemeden başlarında bekleyişin...


her gece olmasa da, uyku vaktim geldi mi, beklerdin ki yatağa gideyim, takılırdın hemen peşime, benle uzanırdın yatağa, sanki "şu çocuğu uyutayım da, sonra gidip yetişkin programları seyredyim" der gibi. ben uyuduktan sonra giderdin hep içeri.
hasta olduğun iki hafta boyunca ise, sen yanımda omayınca gözümü kapatamaz olmuştum. ama gitmiyordun artık, halsizce yatıyordun sabaha kadar, hatta ben kalktıktan sonra daha uzun bir zaman...

her ne kadar bazen yastık frlattıysam da sabah uyandırmalarını özleyeceğim bebişim. her istediğini emredercesine söylenerek yaptırmalarını, suya düşkünlüğünü, yani herşeyinle seni.
hastalığını çok daha erken anlamayı isterdim, üstelik korkarım senin o ortalıkta söylenerek gezinmelerin de ağrılarından ötürüydü, ama anlayamadım tatlım, bilemedim; şimdi anlamlandırabiliyorum...

son iki haftanda veterinerin ısrarıyla uygulanan tedavi de eziyet olduysa özür dilerim minik aşkım, ama umuttu işte, belk bir iki sene kazanıdrırız sana diye... bilmemiyorum istediğin kedi hayatını yaşayabildin mi birtanem, ama hayatımı pasylaştığım en dost canlı sen oldun bana cup.

13 yıl için sana sonsuz teşekkürler,

rahat uyu cup'um.

11 Mayıs 2008 Pazar

13 yıllık bir sevda

cup hasta. hem de epey hasta. salı günü başlayan bir keyifsizlik, iştahsızlık.

vitamin verdim, veteriner arkadaşla konuştum, vitamin etki eder belki, bekle biraz.
iyileşeceğine iyice kötüye gidiyor durum. cuma günü dersimi iptal edip erken çıktım. cup'u aldım, apar topar kazasker'de muayenehanesi olan bir arkadşaıma götürdüm. kan aldı, büyük ihtimalle böbrekler dedi, ama herşeyine bakalım.

oğlanda gık yok, kimbilir nasıl ağrıları var. muayene masasından kaçmaya çalışıyor, sığındıkça sığınıyor bana, hani karnımı açabilse, içine yerleşecek.
ertesi gün sonuçları aldık. böbrekler meğerse iflas etmiş. biraz daha gecikseymişim, ölüsünü bulacakmışım.

tekrar yollandık muayenehaneye. bir buçuk saat serum, sayısız iğneler ve minik kolunda kocaman bir anjiyo katateriyle geri döndük. dört gün daha serum ve iğneler var. sonra ayda bir kontrol, altı ay boyunca.

kedilerde diyalize bağlanma şansı yok, böbrekler çalışmıyorsa direkt ölüm. vet arkadaşımın söylediği, süreci yavaşlatmaya çalışacakmışız bundan böyle. şansımız varsa normal yaşam sürecini yaşayabilirmiş...

serum verilirken ben koyverdim, ağlıyorum ver yansın. haziranda tam 13 yaşını dolduracak; hayatımı en uzun paylaştığım canlıyı yitirme olasılığı .. yok şu an bile düşünmek istemiyorum.
yardımcı kadını da tepeme dikti vet arkadaş, yalnız bırakmayalım, morali bozuldu diyerek. yalnız kalınca değil a baytarım, dünden beri tutuyorum da fırsat anca oldu da koyverdim.

muhtemelen huysuzluğuna verdiğim o bağırtılar böbrek ağrısındanmış. böbrekler bir anda iflas eden organ değillermiş, yavaş yavaş ilerliyor bu.

faideli bilgi: yaşlı kediniz mi var? şu iki gösterge çok mühim, kuyruğa doğru, bel kısmı içe çökmüşse ve tüyleri kuş tüyü gibi ara ara kabarıksa bir an önce veterinere gösterin.

diyet mamalar aldım eve gelir gelmez. bir lokmacık yedi bile. üre değerinin biraz düştüğünün göstergesi. ilk zaferimiz. bu sefer de mutluluktan zırlıyorum gitsin.
tren olduk birbirimize, o nerede, ben peşinde, sonra ben nerede o peşimde.
arada kateterine hamle yapıyor, ben de başlığı takarım diye hamle yapıyorum. başlık da çok komik, takınca hayvanın tüm dengesi tabakhane yoluna...

alaca ne yapıyor diye sorarsanız; deli gibi kıskanıyor derim. haklı o da. gerçi eve döndüğümüzde, başlığını, katater takılı bandaj içindeki kolunu, herşeyi itinayla kokladı inceledi.
akşam cup yatak odasına gitmek istedi, -gündüzleri kapatıyorum kapıyı, yatağımın bazası lime lime oldu- hasta ya, her şeye izin var, işese yastığıma, baş koyacam çişine, o denli...
yattı paşamız yatağa, ben de kitabımı aldım, yanına uzandım. alaca da hop yanımızda. beni de sev, ihmal ettin tadında çıktı kucağıma. bir posta da ona sevgi. tam mutlu aile tablosu: onlar uyudu, ben okudum.

şimdi baktım, cup'a dair epey yazmışım
-maşallah, ayşegül serisi tadında cup serisi yapmışım-, gerçi okuyucum tanıyor cup'u artık, ama şuraya anımsatma tadında eskileri aldım:

kahvaltılık cup efendi
ulumaca
cup'un bebekliği
esther williams cup
masaj salonunda cup
cup ve alaca fotoları
kırpılmış cup

7 Mayıs 2008 Çarşamba

pirinç boykotu

bölüm I

pazartesi marketin birinden alışveriş ediyordum; makarnalarla pirinçler yanana. ben makarna bakarken, sakallı bir amca da pirinçlere bakıyor. sol omuzumdaki tüylü şey dürttü!
- siz pirinç boykotuna katılmıyor musunuz?
- ne boykotu o?
diye hışımla döndü amca bana, belli ki tefekkür halinden uyandırmıştım, rahatsız olmuştu.

- stokladılar ya toptancılar, fiyatlar düşsün diye bir kaç hafta pirinç almayacğız.

daha da sinirlendi amca:

- ne demek efendim, ihtiyacım var!
diyerek sana ne der gibi döndü ardını, sohbetimiz bitmiştir manasında.

ben de pirinç eksikliğinin nasıl bir ihtiyaç, ne tür bir sağlık sorununa neden olabilir düşüncesiyle ve halkımızın bu birlik duygusu karşısındaki derin minnet ile huşu içinde uzaklaştım.


pilavınız afiyet şeker olsun, darısı yoksul ülkelerin başına!

bölüm II

bugün de markette kasada sıra beklerken önümdeki genç adamın pirinç paketine takıldı gözüm.
sol omzumdaki zıpladı yine, dayanamadım.
- kimse de katılmıyor bu pirinç boykotuna
diye yüksek sesle söylendim. adam döndü bana baktı
- ne boykotu?
diye sordu. anlattım.
- hiç haberim yoktu
dedi. ve pirincini satın aldı çıktı.

rica ederim, sayemde bilgilenmiş oldun. neye yaradıysa...

3 Mayıs 2008 Cumartesi

gazetelerin düzeysizliği

televole kültürüyle mi başladı yoksa reality showlarıyla mı? önce şiddeti olabildiğince ürpertici boyutlarıyla sundular, hissizleştirdiler halkı, sonra da medyanın satabileceği haberlerin değeri kalmamış olmalı ki cevher bulmuşçasına yeni bir alan keşfettiler: cinsel şiddet.
medya tekeli gazeteleri açıp baktığınızda, taciz, tecavüz, vb cinsel suçlar öyle bir detayla veriliyor ki, sado-mazo pornografik öykü okuyor sanıyorsunuz. üstelik başlıklar bile yetiyor içeriğinin ne denli ucuz ve yaşanan o hazin olaya ne denli duyarsızlıkla yaklaşıldığını anlamanız için. buraya savımı kanıtlamak üzere örnek bakmaya girişmiştim ki, linklerini koymakla iyi bir şey yapmayacağımıdan, yani o tür haberlerin okunmasına bir de buradan katkı sağlamamak adına vazgeçtim. üstelik haberleri okurken sinirlenip gariban monitörümü de parçalayasım an meselesiydi. neymiş, parmağıyla taciz etmişmiş... filme de çekseydiniz bari!


işin tuhaf tarafı, ortalama vatandaşların bu haberleri şiddete susamışçasına alıp okumaları. bu yönde de mi bir hissizlik gelişmeye başladı, yoksa içlerindeki gizli sadist mi harekete geçti?

bilemiyorum, ama pippa bacca trajedilerinin yaşanması bu ülke coğrafyasında çok da şaşılası gelmiyor bana artık. medyanın ellerine sağlık!

çikolata yemek ya da yememek, işte asıl mesele bu

yok güzel kardeşim yok, bitti o eski aşklar, o eski dostluklar, o değer vermeler... ya da ben mi yaşlandım, yakınır oldum zamane tüketim manyaklığndan? olabilir, yaş kemale ermiş, kemal kırkları tutturmuş, saçımızda boy boy sülalesiyle yerleşmiş aklar...

bugün bir sms ile bitiyor aşklar, bir maille. yüzyüze görüşmeye bile gerek yok. gayet pratik. bitmekle de kalmıyor, tüketildi ya, geriye hiç bir şeyi kalmıyor, ne bir dostluğu ne bir arayıp sorma... dahası, gerek de yok, ne konuşacağım ki diyor insanlar.
haklılar elbette, tüketilmiştir artık. çikolatyı yiyip bitirdikten sonra soruyor musunuz ki ne halde o çikolata diye, çoktan sindirim sisteminizin çıkış kapsına gelmiştir, hakkın rahmetine, oradan da kanalizasyon sonsuzluğuna kavuşmuştur o.

yok kötü bir benzetmeydi, çikolata kimdi, yiyen kimdi? çikolata olana haksızlık olacak...

ama ilişkiler de çikolataya benzememeli zaten. fazlaca yiyince karın ağrısı yaptı diye vaz mı geçmek gerekiyor? yok sıcakta eriyor, buzdolabında fazla katılaşıyor, yiyince kilo yapıyor, yemeyince rüyalara giriyor da bilmem ne... hep yakınma hep.
hadi vazgeçtik diyelim, arada bir o çikolatanın hatrını sormak, hani yemesek de markette göz göze gelmek, o kadar tatlı olmasaydın şimdi seni alır, eve götürür bir güzel yerdim demek...
yok bu hiç olmadı...

son cümle kayıtlardan çıkarılsın hakime hanım (bu tip diyaloglarda hakim bey derler hep. ne seksist yaklaşım!)
markette karşılaşınca, aa sen de varmışsın buralarda, hala mevcutsun, bak bir parçanı yedim, ama hala yepyeni duruyorsun diyebiliriz onun yerine.

yok yok, biz topyekun bu çikolata imgesinden vazgeçelim. aslında çikolatayı da nasıl severim. hayır, konumuz çikolata değildi. tamam, hemen geri dönüyorum ama bir tavsiyede bulunayım izninizle, hiç bir dilim ekmeğin üzerinde labne peynire kahvaltılık sürme çikolata karıştırıp yediniz mi? offff yeme de seyret dur gibisinden bir hoş olmalık bir tad o!

tamam döndüm, ilişkiler demiştik, aşklar, dostluklar....
kolay bitiyor... biri gider bir gelir mantığı var, ne de olsa çağ iletişim çağı, insanlarla bir araya gelmek, kopmak kadar kolay.
telefon reklamında ne güzel demiş: "bu geyik sarmadı hooop başka geyiğe", işte bu kadar kolay dostlukları harcamak. artık fedakarlık yok, emek yok. insanlar eğlendikleri sürece birlikte olmak istiyor, hayatın bal şeker yönlerini görmek istiyor sadece. destek, paylaşım sadece iyi şeylere yönelik. peki hani dayanışma, acıları paylaşma? yok öyle bir şey, bencillik had safhada. önce ben diyor iletişim çağını yakalamış modern kentli insan evladı. önce ben, bende sonrası tufan!


son ayların popüler sitesinde bile durum öyle, ne kadar çok arkadaşın varsa o kadar popüler sayılıyorsun, forsun artıyor. yahu boşuna dememişler miydi, sayı değil, kalite önemli diye. ama dinleyen kim! az olsun öz olsun tadındaki özdeyişleri de duyan yok.
sanal sohbet listesindeki isimleri siler gibi siliyorsun sonra reel yaşamındaki dostlarını.

oyyyy, durdurun beni dostlar (hala silmeyen varsa beni listesinden), bu yazı can dündar, doğan cüceloğlu yazısına dönüşmek üzere...


yok yok ben bu blogu silerim arkadaş, canım çikolata çekti!

27 Nisan 2008 Pazar

"bakan çıplak, nükleer masal"

yine kadıköy, yine bir miting! son zamanlarda işim gücüm miting oldu, bu miting benim, o miting onun, şu miting senin tadına mitingçi kesildim. hani kanbersiz düğün olmaz tadında, 'zibi'siz miting olmaz diye damlıyorum her birine.

bu sefer de
meydanda büyükçe bir güruh toplaşmış, nerede kaldı bu zibi,yürüyüşe başayacağız onu bekliyouz diye söyleniyordu. hadi sakinleşin, enerjinizi sloganlara saklayın tadında vardım yanlarına.
hemen sırtıma yeşil bir yelek geçirdi
greenpaece ekibi -vardığımda sadece iki üç greenpeace üyesine rastladığımı, herbirinin feci uykucu olduğundan olsa gerek geç geldiklerini belirtmeliyim, hehehe-
zaten hemen yandaki fotoğrafta, pillerini unuttukları megafonu kurcalı
yorlar şaşkınca, niye çalışmıyor bu alet acaba diye...
diğer yanda ise erken gelmeyi başarabilen iki üyeyi görüyoruz, mutlu mesut yürüyüşün başlamasını bekliyorlar.


tabii ki yine ortam cümbüş havasındaydı, halay çekenler, rengarenk rüzgar güllerini, ya da rozet satmaya çalışanlar. -gerçi erkek olsam bu cici rozetçi kızımıın rozetlerinin tümünü alırdım- sanki fingirdemeye geliyor bu erkek milleti oraya, benimkisi de laf!

bir de vesile bu deyip geçim derdinde olan kitle vardı: sucular, simitçiler, yağmurluk satanlar...

tam beleş rüzgar gülü buldum diye seviniyordum ki, meğerse dönmediği için
sahipsiz kalmış... hemen fikir değiştirip, nükleer santral böyle teklemez, ben vazgeçtim rüzgar enerjisinden diye slogan atmaya hazırlanıyordum ki, sağduyum enseme şaplak indirdi, kendine gel, doğru düzgün slogan at diye!

ve herzamanki gibi minikler de anne babalarının yanında iştirak ediyordu eyleme. kimisi ürkek ürkek yabancıların objektifinden kucağa sığınarak kaçmaya çabalarken, kimisi de afişin altına saklanmaya çalışıyordu -nafile- yerlerde sürünüp yine de yakalıyordum pozlarını, benim objektifimden kaçan daha doğmadı anasından. protestodan ziyade oyun gibi gördükleri bu etkinliği yıllar sonra anımsayacakları bile şüpheli de olsa, belki bir sonraki nesil şu anki kadar duyarsız olmaz diye umutlanasım geldi onları görünce.

her ne kadar eylemdeki kişilerin çoğunluğu yirmili yaşlarda
olsalar da, ben kendi öğrencilerim adına hiç de umutlu değilim. üniversitedeki üç sınıfımla da konuşmayı denedim, ama sadece suçlamayala karşılaştım: kendilerini tehlikeye atamazlarmış -ne tehlikesi yahu? sakin sakin yürüdük!-, apolitiklermiş -haa tabii iklim değişimi sizi etkilemeyecek sanki-, aman en kötüsü de, "bizi suçluyorsunuz ama, sizin nesil yetiştirdi bizi apolitik" demeleriydi karşı atak tadında. dumura uğradım -elbette ya, biz sanki anamızdan babamızdan gördük de çevreci olduk!- sonunda bezip, "bahane bulmakta üstünüze yok nedense, hem sizden başka herkes suçlu! ama haklısınız, suç bende ki, konuyu açtım" diyerek sus pus oldum...
ve meydandaki gençleri görünce de ne kadar azınlıkta olduklarını bir kez daha gördüm, 2000 kişi civarındaymışız! sanki sadece 2000 kişi etkilenecek küresel ısınmadan, olası bir nükleer felaketten...

çevre sorunu neden bu denli soyut algılanan bir gerçek acaba?

ama sadece gençler değil, kendi yaşıtlarımdan dahi
duyuyorum benzer şeyleri, en çok duyduğum da, "alacaklar seni yakında içeri" niye alsınlar yahu? sakin sakin yürüyüp "güler çıplak, nükleer masal" diye bağırdığımız için mi alacaklar içeri?
yok hala dışarıda olduğuma göre!

üstelik bunu söyleyince de kırılıyorlar, yahu evinde oturup sorunu görmezden gelen sensin, ben niye suçlu oluyorum gereçği söyledim diye?
bir tek annemden gelen tepki yüzümü güldürüyor: git kızım git, bağırır bağırır rahatlarsın! hehehehe, anasına bak, kızını al dememişler boşuna!

lakin yürüyüşlerde en çok kanıma dokunan, etraftaki seyirci kitlesinin sirk geçidine bakarcasına eğleşmeleri, eh bendeniz sirk maymununu da görmeden geçmeyin o halde sevgili seyirci!

tabii bir de en ateşli eylemcileri göstermeden edemeyeceğim, hepsi yığılmış üst üste meydanda bekleşip duruyordu.


başka mitinglerde buluşana değin, esen kalın sayın okuyucu kitlem.

17 Nisan 2008 Perşembe

tam bir yıl evvel

haberini aldığımda inanmak istememiştim önce, ağabeyimin şaşkın ve abartılı havadislerinden biri sanmıştım. sonra annemden, doktorun ölüm belgesini imzaladığını duyunca, dersliğin önünde kalakalmıştım...

neredesin bilmiyorum, o güzel yüreğine sığan o kocaman ruhun oralardan buraya bakıyor mu? onu da bilmiyorum. her resmine baktıkça öyle olduğunu düşünüyor, biraz avunuyor, senle konuştuğumu bile düşlüyorum...

bugün seni filme çektiğim kareleri toparladım. hastalıktan sonra ilk su içişini, kaşık tutuşunu, ilk taytaylarını... hepsini yeniden öğrenmen gerekmişti.
tekerlekli iskemleye oturtabilirsek şükredin demişti doktorlar, oysa sen yürümeye bile başlamıştın,
yürütecinle dışarı bile çıkar olmuştun.

tam iyileşiyor derken.

ne oldu, niye vazgeçtin bir anda?
77 seneyi aşkın yaşamak yeter mi dedin?

henüz bir sene geçti, ve ben sokakta kaval çalan o sokak müzisyeni ihtiyar adamı her görüşümde sarılasım, bastonuyla ağır ağır yürüyen her ihtiyarın peşine düşesim geliyor.

yaşım 38, ama ben sokakta, babasının elini bırakınca kaybolmuş şaşkın bir çocuk gibi zır zır ağlayıp seni çağırmak istiyorum.

eğer oralardan bir yerden bakıp da beni görüyorsan, başını ah haylaz der gibi salladığından eminim.
boşver, sen bakma bana...
her ne kadar elini tutacağım pek kimse olmasa da etrafımda, ben o sokaktan evi nasılsa bulurum. hem sen de biliyorsun zaten bunu.

rahat uyu oralarda tontonum.

13 Nisan 2008 Pazar

vahşi erkek egemen ülke

beyaz gelinlikle bir kadın E5'de otostop yapmaktadır. bir kamyonet durur. şoför mahillindeki murat'ın gözleri faltaşı gibi açılmıştır. abooov şu karılar da iyice sapıttı, artık gelinlikle işe çıkıyorlar. şunu hemen bi ormana götüreyim diye geçirir içinden. beyaz gelinlikli kadın geçer oturur yan koltuğa. dünyaya, insanlara güvenilebileceğini göstermek adına çıktığı bu sanat yolculuğunda bindiği son aracın bu olduğunu bilmeden...

geçen hafta, hangi gazete olduğunu anımsamıyorum, bir arkadaşım Bacca'nın kaybolduğuna dair haberi gösterdiğinde
, beş ülkeyi sağ sağlim geçen sanatçının buralarda başına bir şey gelmemiş olmasını yürekten dilemiştim. meğerse bunu dilemk için çoktan geç kalmışım...

işin enteresan tarafı, olayın trajik boyutunu irdelemeyen, bacca'yı naif, hatta
aptal olmakla suçlayan forumların varlığı. amacı zaten bu değil miydi? kendisi risklerin farkındaydı muhakkak, ama barışçıl bir sanat eylemi adına tehlikleri de göze almıştı!
belki delilikti yaptığı, ama bir şeyleri dünyaya duyurabilmek için de bir parça deli olmak gerekmez mi?

işte radikal'deki haberin tamamı:

Bu nasıl ülke böyle

İnsanlara güvenilmesi gerektiğini kanıtlamaya çalışan sanatçı Pippa Bacca'nın umudu ve yaşamı, insanı insanlığından utandıran bir caninin elinde sona erdi

Pippa Bacca (solda) ve arkadaşı Silvia Moro İstanbul'da birbirlerinden ayrılmıştı.

İSTANBUL - Sanat dünyasında 'Pippa Bacca' olarak tanınan İtalyan Giuseppina Pasqualino di Morineo, 8 Mart günü Milano'dan yola çıkarken, üstünde beyaz bir gelinlik, yanında sanatçı arkadaşı Silvia Moro vardı. Amacı, 'dünya barışına sanatsal bir etkinlikle katılmaktı'. Aralarında Türkiye'nin de bulunduğu ülkelerden otostopla geçip, Filistin'e varmayı hedeflerken, sadece 'insanların güvenilir olduğunu kanıtlamaya' çalışıyordu. Yolculuğu, Türkiye'de kesildi. 31 Mart'tan beri kayıp olan 33 yaşındaki 'İtalyan gelin', Kocaeli'nin Gebze ilçesinde ölü olarak bulundu. Katil zanlısı Murat Karataş, genç kadına tecavüz ederek öldürdüğünü söyledi.

Cep telefonu sayesinde
Türkiye'yi utanca boğan cinayet, katil zanlısının, öldürdüğü kadının cep telefonunu kullanması sayesinde aydınlandı. Hırsızlıktan sabıkalı, iki çocuk babası zanlı, cinayetten sonra Bacca'ya ait cep telefonuna kendi SIM kartını takarak kullandı. Bu arada polis İtalyan sanatçının telefonunu IMEI numarasından izlemeye almıştı. Tekirdağ taraflarında olduğu belirlenen zanlı, bu bölgede yapılan operasyonla, kamyonetiyle birlikte ele geçirildi. Polisin verdiği bilgiye göre
Karataş, sorgusunda 31 Mart günü, üzerinde gelinlikle otostop yapan Pippa Bacca'yı görünce durup kamyonetine aldığını, daha sonra D- 100 karayolundan çıkıp tali yola girdiğini söyledi. Karataş ifadesinde, sanatçıya tecavüz ettiğini sonra da öldürdüğünü anlattı.

31 Mart günü öldürülmüş
Tavşanlı Köyü ve çevresini, buralarda daha önceden izinsiz define aradığı için çok iyi bildiğini belirten zanlı, cesedi Ballıkayalar Mevkii'nde kimsenin göremeyeceği çalılıkların arasına attığını söyledi. Geceyarısı yapılan yer gösterme sırasında ekipler, ormanlık alanda çalıların arasında İtalyan sanatçının çıplak cesedini buldu. Otopside Bacca'nın kendisinden son olarak haber alındığı 31 Mart tarihinde öldürüldüğü anlaşıldı.
İfadesinin ardından nöbetçi 1'inci Sulh Ceza Mahkemesi'ne sevk edilen Karataş, 'tecavüz', 'gasp', 'delilleri ortadan kaldırmak', 'yakalanmamak amacıyla kasten adam öldürmek' suçuyla tutuklandı. Murat Karataş daha sonra Gebze Cezaevi'ne gönderildi.
Sanatçının Türkiye'de bulunan kız kardeşi Antonietta Giuseppina ve nişanlısı Giovanni Chiari, konsolosluk görevlileriyle birlikte Gebze'ye giderek cesedi teşhis etti.
Bacca'nın kız kardeşi, İtalyan Haber Ajansı ANSA'ya İstanbul'dan verdiği demeçte, "Herkese teşekkür etmek istiyorum. Türkiye'deki İtalyan büyükelçiliğine ve konsolosluğuna, Türk polisine verdikleri destekten dolayı
müteşekkiriz. Umutsuz biçimde kız kardeşimi aradığımız sırada bize büyük yakınlık göstermiş olan tüm Türk halkına da teşekkür ediyorum" dedi.
Bacca'nın, dün İtalya'ya dönen nişanlısı Giovanni Chiari ise "Olayı duyunca yıkıldık. Hayatta olduğunu düşünerek hep bir ümidimiz vardı" diye konuştu. Bacca'yla İtalya'dan 8 Mart'ta beraber yola çıkan sanatçı arkadaşı Silvia Moro da olaydan sonra ülkesine dönme kararı aldı.

Türklerden taziye mesajları
Bacca ve Moro'nun projelerini anlattığı 'gelinler seyahatte' adlı internet sitesine de taziye mesajları geldi. Sanatçının ölü olarak bulunduğu haberini, taziye mesajıyla duyuran bir Türk ziyaretçiye, Luciano adlı bir İtalyan, "Bir kişinin yaptığı iş yüzünden sizin ve ülkenizin utanç duyması gerekmiyor" mesajıyla karşılık verdi.

'Cesur bir seyahat' demişti
Bacca, sanatçı arkadaşı Moro'yla 8 Mart 2008'de Milano'dan yola çıkmıştı. İki kadın beyaz gelinlik giyerek, barış mesaj vermek amacıyla Balkan, Akdeniz ve Ortadoğu ülkelerini ziyaret etmeyi planlıyordu. Balkan ülkeleri ve Türkiye üzerinden karayoluyla otostop yaparak Filistin'e ulaşacaklardı. Bacca yola çıkarken, "Rüyamız, otostopla, yakın zamanlarda savaşlarla sarsılmış ve hâlâ tamamen sakin olmayan ülkelere seyahat etmek. İki muhteşem gelinlikle cesur bir seyahat olduğunu biliyorum. Ama rüyamız bu."

Beyrut'ta buluşacaklardı
İki sanatçı Türkiye'ye gelirken Slovenya, Hırvatistan, Bosna, Sırbistan ve Bulgaristan'dan 'sağ salim' geçmişlerdi. 19
Mart'ta İstanbul'da ayrılan iki sanatçı, farklı yolları izleyerek Beyrut'ta buluşacaktı. Ancak sanatçıdan, İtalya'daki bir arkadaşına mesaj attığı 31 Mart gününden beri haber alınamıyordu. Bacca'nın en son o gün kredi kartıyla alışveriş yaptığı belirlenmişti. (Yaşam Servisi)

bbc veya diğer yabancı kaynaklardaki haberlerine göz atmak isterseniz, fazladan bir iki detay var, yalnız dikkatimi çeken bir husus var, ancak bunun olaydan ziyade gazetelerin çok da güvenilir olmadığına dair bir detay, ikinci linkte çıplak elleriyle boğulduğunu ifade ederken, bu haberde cinayetin iple işlendiği belirtiliyor...

nasıl işlendiyse işlendi, gereksiz bir detay yukarıda belirttiğim, ben de biliyorum, ama bu cinayet sadece ülkemiz adına değil, insanlık adına da büyük bir kara leke...

hele ki 93 yılında bir kız arkadaşımla izmir'den kaş'a kadar yaptığımız haftalarca süren otostop yolculuğunu düşününce... o zaman bile her araca binmemeye dikkat etmiş kendimizce önlemler almaya çalışmıştık, ama doğrusu bugün böyle bir deliliği göze alamaz, bacca kadar cesur olamazdım ister sanat adına olsun ister barış adına...

rahat uyu pippacık!

12 Nisan 2008 Cumartesi

çuvaldızı kendimize...

Facebook'ta Türkiye'nin toprakları genişliyor!

ANKARA - Uluslararası platformlarda hatalı haritalar yüzünden başı ağrıyan Türkiye popüler internet sitesi facebook'ta Ortadoğu'yu işgal etti!
Türkiye haritalardan çok çekti. 2006 yılının Eylül ayında Roma'daki NATO Savunma Koleji'nde Ortadoğu'daki son gelişmeler konusunda brifing veren ABD'li bir albay, Türkiye'yi bölen haritayı açtı. Temmuz 2007'de Atina'da Yunan Savunma Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı'nın ortaklaşa düzenlediği seminerde 'Kürdistanlı' Türkiye haritası açılması büyük tepki çekti. En son MHP'li Oktay Vural, Dışişleri Bakanı Ali Babacan'ın yanıtlaması istemiyle dün verdiği önergede İngiliz www.football.co.uk isimli sitenin Avrupa'daki stadyumları gösteren haritasında Türkiye'nin doğu ve güneydoğusunun niye harita dışında bırakıldığını sordu. Haritalarda genellikle toprak kaybetmiş gösterilen Türkiye'nin yüzü binlerce kişi tarafından kullanılan sosyal paylaşım sitesi Facebook'ta güldü. 'Türkiye'nin yeni haritası' isimli grupta Türkiye Ortadoğu'nun çoğuna sahipmiş gibi duruyor. Facebook kullanıcılarının dünyada gördükleri ülkeleri işaretlediği 'Where I've been' (Nerelere gittim) uygulamasındaysa Azerbaycan'a bağlı özerk bölge Nahçıvan, Türkiye'ye ait gibi gösteriliyor.(Radikal, anka)

düşündürücü bir haber. haritalarda toprak kaybına uğradığımızda, kaybedilen toprağın o ülkenin sınırları içinde görününce, o ülkenin yüzü mü gülüyordu acaba? ya da tam tersi, azerbeycan'ın nahçıvan'ı bizde görününce, azerbeycan ne hissediyordur, ya da ortadoğu'nun çoğu bize geçince o ortadoğu ülkeleri'nin de yüzü mü gülüyordu acaba?

sevinmek üzülmek kenarda dursun, siz kırmızıyla işaretlediğim cümleyi bir daha okuyun; böyle bir cümlenin bir gazetede yer alması ne kadar doğru? başka bir ülkenin hissedebileceklerini düşünmeden tek yanlı bakmak bir gazeteye ne kadar yakışıyor? hele son askeri operasyonlarda gazetelerin takındığı tavır yansız olmaktan bir hayli uzaktı. savaş çığırtkanlığına dönüşmüştü neredeyse.

yoğun yağmuların yaşandığı ve edirne'nin bir bölümünün sular altında kaldığı, bulgaristan'ın baraj kapaklarını açmak zorunda kaldığı haberler için de aynısı söz konusuydu. sanki bulgaristan ülkemize işkence etmek için baraj kapaklarını açmış gibi verilmişti haberler. o ülkenin bakış açısı, gerekçesi bizi hiç mi hiç ilgilendirmiyordu sanki!

gazetelerimiz gerçekten empati yeteneğinden bu denli yoksun mu, yoksa haber değeri arttığı için mi bu denli provokatif yazmak zorunda hissediyorlar kendilerini?

diğer yandan, facebook'a geri dönecek olursak, faşizan bir eğilimin bu sitede bir hayli yaygın olduğu da ne yazık ki bir gerçek. kurulan grupları gördükçe, bizden başka olanı ötekileştiren ve yok etmek isteyen
o nefret dolu zihniyete tanık oldukça içim eziliyor.

6 Nisan 2008 Pazar

sosyal sigortalar yasa tasarısı

evde işler yığılmış, okunacak bir sürü metin var, dışarıda hava rezalet, böyle bir pazar gününde ne yapılır, işten hangi haklı gerekçeyle kaçılır diye düşünürken imdadıma herkese sağlık ve güvenli gelecek platformunun düzenlediği sosyal sigortalar ve genel sağlık yasa tasarısı'na "dur de" mitingi yetişti.

bıraktım tüm okuma işlerini kenara, aldım kameramı, yollandım buluşma noktasına.

oh oh, mahşer kalabalığı oratalık, blogumu
okuyanlar bilir, en son kyoto'yu imzala mitingine gitmiştim, ama oradaki kalabalık, bunun yanında devede kulak kadardı.
eh, ne de olsa bu yakın geleceği kapsayan, daha somut bir sorun.
çevre gibi soyut değil, gerçi son zamanlarda buzulların erimesi, türlerin tükenmesi bir hayli somut göstergeler olsa da, kişinin çalışacağı 9000 gün kadar da yakın değil...

ama zaten mitinge gelenlerin çevreyle pek bir alakları yoktu, suyun
u içen yere atıyordu pet şişesini, elindeki kağıdı, yırtılmış ucuz yağmurluklarını.

ama diğer yandan, çoluğunu çocuğunu kapan da oradaydı, kucakta taşınan bücürler, henüz arabasında seyahat edenler, bayrağını zor taşayanlar, mitingi panayır gibi gören bıcırlar, hepsinden vardı.

bir parça daha büyükleri de vardı, bir
parça dediysek de, bir kaç yaş değil, on yaş kadar büyükleri, liseli gençlikler.

itiraf etmeliyim, adlarını ilk kez duyduğum sivil insiyatifleri görmüş oldum
böylece.

ama haklı olarak oradalar, ne de olsa yasa tasarısı geçerse, etkilenecek olan nesil onlarınki.
sanırım bu mitinge
katılmak en çok onların hakkı ve sorumluluğndaydı, ama bunu düşününce azınlıkta kalıyorlardı. ama yine de, az da olsalar, insanın içine umut serpiyorlardı, ya onlar da olmasaydı?



ama tabii gençlere taş çıkarmak isteyen yaşlılarımız da eksik değillerdi. bir ayağım çukurda, yaş yetmiş iş bitmiş mavalını kulak arkası etmiş, almış eline dövizini, tın tın tutmuş miting yolunu.
ama tabii o kadar yürüyüş, ayakta dikiliş yormuş, acıktırmış. bu
teyzecik de çökmüş kenara hem dinleniyor, hem de evden getirdiklerini mideye indiriyordu ki, ben papparazzi gibi peydah oldum. ama yine de beni görünce gülerek poz verdi hemen.

amca da yorulmuş olmalı, ama o pek hoşlanmadı kendisini resimlememden, hadi çocuğum, çekecek başka bir şey mi bulamadın der gibi baktı.

galiba mitingde en çok hoşuma giden, bu iki hanımın karikatür dergilerinden kesip büyüttükleri dövizleri oldu, hele çekeyim diye göstere göstere yürümeleri ve hemen tatlı tatlı gülümsemeleri ayrı bir sempati yarattı. valla utanmasam kendilerini miting güzeli seçip, yakalarına rozeti iliştirecektim.

ben mi ne yaptım? ne yapabilirim, tüm yürüyüş gruplarını dolaşıp papparazzi gibi fotoğraflarımı çektikten sonra döndüm en başa, kaptım eğitimsen'in dövizlerinden birini, yürüyüş boyunca da onların yanında yürüdüm, bolca slogan attım, bağırdım, güzelce ıslandım ve yürüyüş biter bitmez de üşüdüğümden eve damladım.
ohh bir de yazıyı yazarak işten güçten kaçtım, daha ne olsun?!

23 Mart 2008 Pazar

bu bahar adamı fena ediyor

şikayetçiyim! kardeşim kim baharı angaje etti gün evvel? bir yakalarsam onu! gün evvel açtırdı bahar dallarını, güneşi koydu taa yüreğimin içine, lodoslarını saldı üzerime üzerime. sanki onca işaret yetmezmiş gibi, bir de kediler dalaşa başladı.

yahu işin gücün yok mu bahar kardeşim?! ne geliyorsun bu kadar erken?
gerçi mart şimdi kapıdan baktırıyor ya, bak görün, daha sonlarına gelmeden bir güzel soğuk yapacak! diyeceksiniz ki, ahanda geldi işte sonu, hani nerede diye, merak etmeyin hafta bitmeden totonuz donacak! donsun ya, baharı gün evvel çağıranın totosu donsun önce, kafa bırakmadı bizde! biz demem, başı dönenler adına konuştuğumdan. yoksa şizofrenik bir vakaya dönüşmedim.
tamam kutup ayıları kış yukusuna yatamaz oldu diye de kıştan erken çıkacağız manasına gelmiyor ki bu!
ah bahar, git geldiğin yere, kafam zaten allak bullak!

13 Mart 2008 Perşembe

yunuslar karşıladı seni hüzün

şairane duygular kapsadı kuzey batıdan gelen rüzgarı diye girişeceğim yazıya, olmayacak, yakışmayacak bloguma. ne ben şairim, ne de bu yunuslar romantizme vurgun. o halde ben iki cephe adına da haybeye kurşun sıkılmasına engel olayım.

vapurdayım, aniden bir yunus yüzgeci çıkıyor dalgaların arasından. hem de bir kaç metre ötede, heyecanlanıyorum, elim ayağım birbirine dolanıyor, hemen fotoğraf makineme sarılıyorum. yanımda dikilen genç bir kadın, "sağa bakın orada daha çok" diye uyaruyor, deklanşöre basıyorum gitsin, parmağım acıyor basmaktan, yakın bir kaç poz yakalasam, yok, durmuyorlar ki yerlerinde haytalar, boyna dal çık, dal çık. yahu iki saniye sakin durun, poz verin diye sesleniyorum, duyan kim. neyse, tek bir poz da olsa resmetmeyi başarıyorum sonunda. yıllar sonra bu denli yakından görmüş olmak da cabası.
bilmem ki kaç sevinmişi vardırıyor bu sabah vapur beşiktaş kıyısına...

sulukule yıkılmasın!

kaç zamandır gündemde konu, ama aktif bir şekilde hiç bir şey yapılmıyor belediye tarafından, yıkmak dışında tabii.
facebook'daki grubuna üye olduğumdan bugün için eylem yapılacağı duyurulunca destek olayım düşüncesiyle gittim.
yolu fazlaca hesaplayınca, neredeyse bir saat kadar erken vardım semte, daha önce arkadaşlarla fotoğraf avına gitmiştim, ama ilk yalnız gidişimdi. mahalleye girince biraz çekinmedim değil, ne de olsa pek çok şey anlatılıyordu semt hakkında. eylem noktası diye tarif edilen yerde kimseleri göremeyince, üzerinde "istanbul'u başımıza yıkacaklar" yazılı bir t-shirt giymiş ufaklığı görünce seslendim, o da gel abla diyerek tuttu beni yan sokağa götürdü, eylem burada olacak diye.
belki benle yaşıt, belki de beş on yaş büyük benden, ama çoktan torun torbaya karışmış iki kadın karşıladı. buyur ettiler hemen, kapı önündeki taburele çöktük. gazeteci sandıklarından başladılar dertlerini anlatmaya, söylediysem de gazeteci olmadığımı, dertlerini ortaya döktüklerini görünce itiraz etmedim tekrar, dinledim onları.
solda oturan türkan, kocası hapiste, iki oğlu da cezaevinde, koca cinayetten yatıyor. hiç bir geliri yok, "konu komşu ne verirse işte" diyor. "ama bu evlerimiz yıkılırsa nereye gideriz" diye söyleniyor, ama beş dakika sonra sanki yakınan o değilmiş gibi gözlerinde gülücükler açıyor.
ayakta duransa görümcesi sevtap, onun kocası ölmüş, çocuğu da yok. sinir hastası, fakirlikten ilaçlarını zor alıyor, okuma yazması yok, ama nasıl da neşeli. hele ki evinin duvarına yazdığı yazıyı görünce, ne diyeceğimi bilemedim, "harfleri ezberledim de yazdım, yoksa nasıl yazayım. gerçi yanlış oldu ya, ne yapayım" diye özür dilercesine açıklıyor. fotoğrafları çekerken de "aman haa, seccademle bayrak da çıksın" diye uyarıyor.

bir gece aniden, hem gelinin hem de kendinin saçlarını kesiyor bunalmışlığında. neden diye soruyorum "ailem saçlarıma aşıktı, kimse görmesin bir daha dedim ve kestim, sonra da kapandım, dine döndüm" diyor. seccadeyi işaret ediyor bunu söylerken.
bir kaç defa Bakırköy'de yatmış, ama tedavi bitmeden çıkarılmış hastaneden. "ne olur yaz hepsini haa" diyor, evet manasında başımı sallıyorum.
yeğeni boncuktan çakmaklık yapmış, gururla gösteriyor onu. "bunu ben yıllarca taşırım artık. dağılıp bozulunca da, benim bir fotoğraf kutum var, onun içine koyar saklarım" diyor sır verircesine. yengesi de söyleniyor öteden, "amaaaan yine mi fotoğraf kutusu" diye.

kahvaltı etmemişler daha, içeri buyur ediyorlar, çekiniyorum birden. "ben mahalleyi bir fotoğraflamak istiyordum aslında" diye sıvışmaya çalışıyorum, uyarıyorlar, "amaaan haa, mahalleli bizim gibi uysal değil, belki saldırırlar, gitme tek başına" diyorlar, duraksıyorum birden, uysal mı? sinir hastası, ağabeyi cinayetten hapis... geri kalan mahalleliyi düşünemiyorum, hemen evet diyorum yanıma çocuklardan birini vereceklerini söyleyince, "seni kahveye götürsün, dernek başkanı da oradadır". takılıyorum çocuğun peşine. kahve, erkekler kahvesi, içeride okey oynanıyor, dernek başkanı gelecek diyor karayağız incecik bir adam. kahvenin önündeki derme çatma tahta taburelerden birine ilişiyorum. mahalle fakir ama kahvenin önünde gıcır gıcır siyah bir hyundai park etmiş, etraftaki fakirliğe nanik dercesine duruyor. kime ait acaba?
sokaklarda tavuklar cirit atıyor. tam önümde toprakta eşelenen horoz dikkatimi çekiyor, sağ gözü kapanmış, pek açamıyor. arkasındaki piliç kadar da çelimsiz, ama yine de şişine şişine dolaşıyor bir o yana bir bu yana. onu seyrederek oyalanıyorum. biraz da pişman olmuş gibiyim tek başıma geldiğime, bir işe yaramayacağını gelişimin diye içimden ver yansın ediyorum kendime. ama kalkıp da gidemiyorum, onca yol geldim ne de olsa.
eylem saati gelmiş geçiyor, gazeteciler görünüyor tek tük, nedense bizdensin tavrı var onlarda da, bireysel destekçi gelemezmiş gibi. ses etmiyorum, katılıyorum aralarına. sonra dernekten birileri görünüyor, bir anda bir gazeteci ordusu peydah oluyor. dernek başkanı olup olmadığını bilemediğim bir kadın, ama belli ki mahalleli tarafından sevilen biri basın açıklaması yapıyor. "dilekçe için damga pulunu alacak pazarımz yok, toki'nin konutlarına taksidi nereden bulalım" diyor. etrafı çevrilmiş. arada başka sesler yükseliyor, bağırış çağırış. dernektekiler afiş bastırmış, tutuşturuyor herkesin eline "çok görünelim, tutun şunları yukarı" diye sesleniyorlar birbirlerine. bir avuç insan var, mahalleli nerede diye bakınıyorum, onlar da az. bazıları satıp gitmiş üç kuruşa evlerini, diğerleri de beyhude diye mi düşünüyor acaba? ama ya destekçiler? facebook daha çok insana seslenir diye umut etmiştim, ama zaten ben de pişman değil miyim geldiğime?!
bir iki dernek üyesi olduğunu düşündüğüm kadınla konuşmaya çalışıyorum, soğuk soğuk gülümsüyor ve cevaplamadan yanımdan geçip gidiyorlar. sonra sevtap'ı görüyorum, elinde afişlerden biri, canhıraş derdini anlatıyor dağılmaya başlamış gazeteci ordusuna.
dalıyorum coşkusuna, çırpınışına. çırpınmak zorunda, kaç baş o küçük evde yaşıyorlar, yıkılırsa gidecek yerleri yok. ondan ötesi, orada bir tarih var, türkler istanbul'u fethetmeden bile var olan, yok olup gidecek olan. o neşeli roman havasının, yüzyıllardır mevcut bir kültürün yok olabileceğini düşünmek istemiyorum, hem de ne için! "mutenalaştırmak" adına, zenginlere mesken sağlamak uğruna. içim bir kez daha cız ediyor.

saat ilerliyor, ayrılmak zorundayım, kendi dünyamın mecburiyetleri çağırıyor.
boşuna mıydı gidişim? bilmiyorum. en azından sevtap ve türkan'a verdiğim sözümü tutayım diye yazımı yazıyorum, ama bir yerlere ulaşır mı bilmem...

9 Mart 2008 Pazar

çocuk yap ey kadın! en az üç tane...

üç tane de olmaz, dört olsun, dört de yetmez beş olsun...
ortalık bıcır bıcır, kıçı açık, yalın ayak, tarlaya işçi olabilecek çocukla dolsun ortalık!
kadınlarımız başka ne işe yarar ki zaten?
bence kadınlar gününde söylenebilecek en anlamlı tebrik mesajı buydu! hatta çocuk bayramında da yinelenmeli, ki unutulmasın hemen. dün talimatla hemen üretime girişen çiftler 23 nisan'a kadar yorulacaktır, yeni bir emirle taze enerji dolarlar, yeniden üretime girişirler bence.


hem neymiş o öyle, yok eşitlik, yok pozitif ayrımcılık, kadınlar çalışacakmış... tövbe tövbe! bak sen! çocuk doğuracaksın sen kadın! haddini bil!

doğurganlıklarını heba eden, hiç doğurmayanları da direkt kafese kapatıp damızlık yapmalı!

ikinci dünya savaşı'nın ünlü simalarından bıyıklı bir zat da bu yüce bilginin ayırdındaydı, ve ulusunun erkeklerine emretti: her sağlıklı kadın hamile bırakılmalıdır!

eee haklılar sonuçta, her ikisi de. ne de olsa
ortalığa kıçı açık bebe, tarlaya işçi, ve en mühimi, cephede ön saflara sürülebilecek gariban vatan evladı lazım!

8 Mart 2008 Cumartesi

dayak

pek severek okuduğum bir gazetenin online versiyonunun sağ tarafında "özlü sözler" bölümü olur ve akıllara durgunluk verici veciz sözleri yayınlarlar orada. genellikle sarkastiktir, sözü söyleyenle de sözün kendisiyle de "başak" geçer ve sizi epey güldürürken de düşüncelere gark eder.
ancak tesadüfidir, yani aynı sayfayı açsanız bile sağ yanda aynı veciz sözle karşılaşma ihtimaliniz düşüktür, lakin başka bir sayfada tekrar karşısına çıkabilir sürpriz yaparak.
hani kutlanan günleri sevmem, ama yine de güne uygun bir söze denk gelince, bu sabah gazeteyi okurken, sizlerle paylaşmadan kendimi alamadım:
ÖZLÜ SÖZ #235
"Öyle dövüyordu ki, her defasında doktora gidiyordum. Birkaç kez burnum kırıldı. Ağlıyordum. Darbelerinden çok, kurduğu cümleler kalbimi kırıyordu. Ben ona kötü bir şey söylemeye bile kıyamazken, o bana 'Yakında ölürsün,' diyordu."
Karısı Gisele S.'den her gün dayak yediği için canından bezen Alman Manfred S. yakınıyor.
genellikle takdir ederim o köşenin hazırlayıcsını, onikiden şak diye tutturan cümleler seçer, ancak bunu anlayamadım. evet, günün anlamına pek uyar gibi görünüyordu, ama dayak yiyen bir erkek, dayağı atansa o adamın karısı.
eee?
dayağı erkeğin yemesi ve bunu şikayet etmesinde sarkazmı oluşturabilecek bir sebep göremedim ben, bilemiyorum belki de günün anlam ve ehemmiyetine yaraşırcasına ailedeki işe yaramaz bir erkeğin neden olduğu borçları ödemek zorunda olduğumdan mı göremiyorum sarkastik yönünü nedir...
sahi ben bu yazıyı şimdi niye yazdım?

neyse, meraklısına birde böyle haberler var!

1 Mart 2008 Cumartesi

bir kale daha yıkıldı


geçenlerde bomba gibi bir düşen bir haber vardı, bilinen bir kaç ünlü sakinleştiricinin placebodan başka bir şey olmadığına dair.
peki dedik, ne yapalım, yola başka sakinleştiricilerle devam ederiz. ne bileyim, arada bir dostlarla buluşur demlenir, psikolojik tedavinin alâsını alırız diye düşünüyordum ki, bu sabah gazeteyi açınca kahroldum!
meğerse alkol de işe yaramıyormuş! üstelik işe yaramadığın da yetmiyor, kötü anıları unutturmuyor, bellekte daha uzun süreli kalmasına sebep oluyormuş.yahu tevekkeli değil, içtikçe sarılıp ağlaşıyorduk karşılıklı "öpüjem" nidaları eşliğinde. demek ki tüm kötü anılar canlanıyor, biz o halet-i ruhiye içinde ne edeceğimizi şaşırıyormuşuz...
yok yok, artık hiç bir sarhoşa kızmayacağım, gülmeyeceğim, n'apsın gariban!

ama bu araştırmayı yapan japonların da işi gücü yok galiba, gitsinler fotoğraf filan çeksinler, bizi böyle hüzünlü haberlere gark eyleyeceklerine...

28 Şubat 2008 Perşembe

çok tanıdık geldi

bu karikatürü görünce bana pek bir tanıdık geldi, ama epey düşünmeme rağmen bulamadım bana kimi hatırlattığını...
size de mi öyle geldi? anımsadınız mı? kimdi yahu?
bana da söylesenize!

20 Şubat 2008 Çarşamba

süper diş hekimlerimiz var

izmir diş hekimleri odası perfomansa göre ücret uygulamasının niteliği düşüreceğini ileri sürmüş ve bunun kanıtlayacak bir araştırma yaptırtmış, üç ayrı hekimin işlerini değerlendirmiş.
ortaya çıkan sonuç, iki hekimin beş günde normal bir hekimin iki katı iş çıkardıkları, hatta üçüncüsü uçmuş, beş katı iş çıkarıyor!
daha ne istiyorlar anlamıyorum, süpermen ayarında süper dişhekimlerimiz var, bunuyorlar! her devlet hastanesine bu türden bir kaç doktor, speedy gonzales tadında ariba ariba diye çığlık atarak diş oysunlar, dolgu yapsınlar işte, bakın hasta kuyruğu muyruğu kalıyor mu! hatta her birine kırmızı paçalı mavi donlar alalım, üzerinde de diş resmi olsun, daha bir havaya girerler, lazer dolguyu direkt gözleriyle yaparlar!

mizah anlayışı ya da anlayışsızlığı

başbakanımız dördüncü davasını kovalamaya hazırlanıyor. kimi mi dava edecek? ne siz sorun ne ben söyleyeyim, dava etmeyi düşündüğü kişiler ağır suçlu, ülkemizde barındırılmaması gereken tipteki insanlar bunlar, evet anladınız, azılı karikatürist grubundan, mizahçılardan bahsediyorum. her başbakanın korkulu rüyası, saygısız bir güruh bu, utanmadan eleştirirler, hiç bir şeye karşı da saygıları yoktur. sevgili başbakanımızı olmadık şekillerde resmederler, itibarını zedeleyip dururlar. anlamıyorum, ne istiyorlar ki? gül gibi bir başbakanımız var, ne alıp veremezler kendisiyle?

leman dergisi biricik başbakanımızı ne hallerde resmetmiş! güya bu fotoğraf photoshop değilmiş de, internette bir hayli zamandır dolaşıyormuş! bak sen! iftiraya bak! yahu bir başbakanın orta parmağı mı olurmuş? kim görmüş onu? hele böyle ayıpçı şekiller yapabilecek bir orta parmak?! sümmü haşa! şaşmış bunlar, münafık hepsi!

bunlar sanıyor ki, biz avrupa ülkelerinden birindeyiz, verip veriştireceğiz, oradaki saygısız mizahçılar gibi davranacağız... mesela en son erstes deutsches zwangsensemble'in skeçlerini izledim, amanın, merkel hakkında demedikleri yok! kadıncağıza sokak kadını bile demişler! ve hala serbest geziyorlar, olacak şey mi? hemen tıkmalı bunları, içeri tıkmalı, hatta idam etmeli böyle saygısızları. ama onlar başka millet, şeyleri geniş (yahu bakınız ne kadar sinirlendim, deyimi bile unuttum, neleri geniş oluyordu rahat insanların, birşeyleri geniş oluyordu, ama orta parmak olmadığı kesin, yoksa o muydu?)

almanca bilen buyursun izlesin!

cık cık cık, biz velinimetize kışt demeyiz, ama bunu mizahçılarımıza da anlatmak lazım!
lakin hukuk sistemimizde de bir tuhaflık olsa gerek, baksanıza önceki 3 davasını reddetmiş!

19 Şubat 2008 Salı

inanç, türban, özgürlük vs

inanç meselelerinde konuşmayı sevmem, herkesin inancı kendine neticede. neye inanırsanız da, o gerçektir sizin için.
kimisi reenkarne olacağına inaır ve ancak nirvana ilke sonsuzluğa erişeceğine, beriki cehennemde yanacağına veya direkt hurilerin cirit attığı cennete ulaşacağına. buyrun kardeşim inanç sizin, umut sizin, umutsuzluk da... dilediğinize inanın, yeter ki karşınızdakinin inancına da saygı gösterin.
benim derdim, kendi inançları dışında kalanları ötekileştirenler: öteki de daima yanlıştır, kötüdür, yok edilmelidir. (fanatizm burada mı başlar tartışmasına da girmek istemiyorum.)
son günlerdeki bu lüzumsuz türban tartışması pek güzel de gına getirdi.
ülke gündeminde başka mühim husus kalmamış gibi herkes oraya odaklanımş durumda. bir yerlerde birilerinin konuştuğunu duyar gibiyim:
- ne güzel kıvırdık, gündemi doldurduk
- he ya, artık kaç ay rahatız, banka mı hortumlasak, kimin malını kime peşkeş çeksek, kimsenin ruhu duymaz...
bravo!

bence türban da serbest olmalı, lambda da var olmalı ama, türbanlının rahatça yürüyebildiği yollarda travestiler de yürüyebilmeli, taciz edilmeden, saldırıya uğramadan... ne alakası var demeyin, hedef özgür olmak değil mi?
ama işte bazıları, bir tek kendine müslüman...

son günlerde bir bildiri konuşuluyor pek, konuşuluyor dediysem yanlış oldu, ben sadece açık radyo'nun haber yorum programında ömer madra'nın devamlı methinden dinliyorum demek daha doğru olacak. üç türbanlı hanım kızımız kaleme almış bu bildiriyi ve sadece türban değil, özgürlük adına diğer haksızlıklara da değiniyorlar; kürt sorununa, 301'e vb, üstelik hepsi çözülmedikçe özgürleşmeyeceklerine de bildiriyorlar.

bir anlamda, farklı bir cepheden, daha geniş bir perspektife sahip kişilerin de sesini çıkarması güzel, ama işte eşitlikçi anlayışın zırt dediği bir nokta var ki, en başında değindiğim husus o. pek güzel, herbirine değinmişler, ama hani lambda'nın durumu? hukuka ve ahlaka aykırı olduğu ileri sürülerek kapatılma kararı çıkan gay ve lezbiyenlerin derneğinden bahsediyorum.
ve lambda'nın çok güzel özetlediği basın açıklamasının başlığıyla bitiriyorum bu yazıyı: "eşitlik ve özgürlük herkes için, eşcinseller hariç..."

15 Şubat 2008 Cuma

başka şehir halleri

bu blogun düzenli okuyucusu kaç kişidir bilmem, ama iki vefalısından eminim, bu durumda o ikisi biliyordur (kalan sağlar bizimdir diyeyim mi?) ben pek severim yollarda gözüme ilişen insan evladının komik hallerini blogumda rezil etmeye (çok dedikoducuyum çoook)...
nitekim her hayırlı vatan evladı gibi ödevlerimi teslim ettikten sonra (aah evet ya, 13 yıl aradan sonra yeniden öğrenci oldum, sağır sultan duymadıysa henüz, işte fırsat!-ben böyle yaparak yaşımı da ifşa ediyorum değil mi?) kalan bir kaç günlük boşlukta başkent yankent demeden gezdim bir parça.
efendim ilk resmimize göz attığınızda koyun sucuk ibaresinin sol üst yanında bir adet ok ve üzerinde kapı sözcüğünü göreceksiniz, anlamayanlara açıklama: bu her koyunun kendi bacağından asıldığı ve sucuk sucuk terledği (bu bir deyim mi diye sormaları peşin peşin kınıyorum) yere giden kapıyı işaret etmektedir. yani "önünde durduğunuz kapı benzeri bölme, kapı değil vitrin, toslamayın!" uyarsını da ihtiva ediyor ve bence bize çaktırmadan devam ediyor: ama biz kapıya benzettik ki, bazı saflar açmaya uğraşsın, bize de gülecek malzeme çıksın).

bir de şu yalova'lılar bir tuhaf canım, küresel ısınma, çevre kirliği vs yok sayıp
tavşanlar gibi üremek istiyorlar, korkarım. dünya nüfusunun köküne kibrit suyu döküldü ya, üremek oldu tek problemimiz: "neden bebek yapamıyoruz"muş, bak sen... işin etik yanını geçtim, işte size bir kaç cevap:
- o kadar belgesel seyrettik ama bu işin nasıl yapıldığını hala çözemedik abi
- şu prezervatifleri deliyorum deliyorum, yine de bir şey olmuyor, acaba anlayıp sağlamlarıyla mı değiştiriyor alçak adam
- yahu ben doğuştan kısırım, hanıma söylesem mi acaba artık..?

sıradaki fotoğraf üzerindeki yazıyı anlayamadım, yardımcı olacak okuruma teşekkürü borç bilirim, ama ben yine de yorumumu esirgemeyeceğim: diyor ki "bu resmin alınmadığı yer şubemiz değildir" şimdiiiii, resim neye alındı? alıngan resimlerin olmadığı yerler nasıl şubeleri olmuyor? yoksa bu ticari kuruluş alıngan resimler mi satıyor? peki resim denilen cansız nesne nasıl alıngan oluyor? abartma, ikincil hatta üçüncül, mecazi anlamda kullanılmadı 'alınma' eylemi diyeceksiniz şimdi, peki bakalım tdk'ya: "alınma: alınmak işi". bravo! kutladım onları da tekrar(bilenler bilir ben hep kutlarım onları ara ara)! biz kendi naçizane bilgimiz üzerinden kodlamaya devam edelim o halde; alınmak: bir yerden alınıp götürülmesi eylemi diyelim buna, hmmm demek ki müşteriler her gelişlerinde bu resimden bir adet almaları gerekiyor, yoksa burası şube konumuna yükselemiyor! bildim mi? yine mi değil? aaa tamam bu şehre bir daha gidersem ilk iş gidip, resim alınmadığında şube olamayan bu çiğ köfteciyi alnından öpeceğim bana bu muhteşem bilmeceyi bağışladığı için!
durun, yoksa yoksa "bu resmin yer almadığı çiğ köfteciler, şubemiz değildir" demek istemiş olmasınlar? eh bravo, eğer kasttikleri gerçeken buysa, o zaman da bu muhteşem türkçeleri için ayrıca öpeceğim... (gak guk, gerçekten öpmemi beklemiyorsunuz değil mi?)

sıra geldi son güzel fotoğrafımıza ( ki onda istemeden bir de bonus foto oldu, anlatayım efendim): bu ilanı görünce hemen, yok canım, hiç istediğim saatte değil, hep istemediğim saatte sıcak simit yemek zorunda kaldım diye geçirdim içimden. yahu, istemediğim saatte niye simit yiyeyim? bunlar bizle dalga mı geçiyor? (mi soru ekinin bitişik yazılmasına hiç değinmiyorum, grrr)
ben bu fotoyu çekerken, içeriden bir görevli atladı hemen: "beni de çek beni de çek" içimden bir fesupanallah çekerek makinemi doğrulttum içerideki arkadaşa, buyrun sonuca: kendi düşen ağlamaz tadında diyerek dikkatinizi kulaklara çekiyorum sevgili okurlar!