22 Ekim 2007 Pazartesi

terör

herkes üzüntülü, herkes terörü kınıyor, teröre lanetler yağdırıp hatta kimi yerlerde dtp'lilerin ofislerini basıyorlar, şehit anaları, babaları çıkıp konuşmalar yapıyor, mitingler düzenleniyor, ama bir allahın kulu da çıkıp devlete bunun hesabını sormuyor!

sen git en stratejik bölgelere, eli ancak bir iki aydır silah tutmuş askercilik oyanayan tecrübesiz çocukları hedef tahtası gibi yerleştir, sonra saldırı gerçekleşince de tezkere çıkarmalara yönel! ee tabii ya, daha çok günahsız genç insan ölsün, ölenler yetmezmiş gibi...

sabah bir yorum programında bölgenin fotoğraflarını gösteriyorlardı, engebeli zorlu araziler, gerilla orada yetişmiş, keçi gibi seyirtebiliyor, bizim çocuklar açık hedef gibi ortadalar!

bir de savunmaya bu kadar para harcanır sürekli, bunun birazını eğitimli, paralı askere ayırmak o kadar mı zor ki eğitimleriyle ya da verimli olabilecekleri başka alanlarda ülkeye çok daha fayda getirebilecek o gencecik insanları orada harcıyorlar?

ve en önemlisi dolduruşa gelmeden, bilinçle hesap sorabilecek, ama doğru mercihe hesap sorabilecek yurdum insanı ne zaman olacak????

20 Ekim 2007 Cumartesi

yarın için karar

bir haber programcısı kadıköy meydanı'nda rastgele yurdum insanlarına yarının önemini ve ne oyu vereceklerini soruyor, işte dumurluk cevaplardan bazıları:

- 21 ekim mi? bilmem, ne olacakmış? bilmem ama oy kullanacam.... evet oyu verecem.

programcının, konuyu bilmeden nasıl oy vereceksin sorusu üzerine de şu muhteşem cevabı veriyor:
- olsun, hükümet istediyse vermek lazım

- haa oy verecez o gün. tabii verecem. evet diyecem, anayasayı değiştirecez, onun için değil mi?


- evet diyecem, başbakanı halkın seçmesi lazım.


çoğunluğu yarından bihaber, ama azimle de oy vermeye gidecek. programı seyrederken gözlerim yaşardı, öyle duygulandım ki...

daha evvel kararsızlık çekiyordum ama şimdi anladım ki biz değil sadece cumhurbaşkanımızı seçmeye, doğrudan demokrasiye bile hazırız. yarın göreceksiniz, iscviçre dahi yanımızda halt etmiş olacak, en demokratik ve bilinçli halk biziz! heyt beee!

haa tabii cevapların hepsi bunlardan ibaret değildi, arada haddini bilmez, aynı bilince erişememiş yurdum insanı da cevap verdi, bazıları hayır diyecekmiş ama çoğu da oy kullanmayacakmış. aferin size! kullanmayın tabii, siz ne anlarsınız doğrudan demokrasiden, cahil insanlar! hem kullanmayın ki biz evetçiler çoğunlukta kalalım.

hem belki yedi yıl sonra o kadar özgür bir ülke oluruz ki türbanlı bir cumhurbaşkanı bile seçme şansımız olur. ne dersiniz, güzel olmaz mı?

not: bu arada programcı rodi'ye de yöneltti mikrofonu, o da veryansın etti. eminim en esaslı cevabı da o vermiştir, ama maalesef bizim dilimize çevirmeyi akıl edemediklerinden ne dediğini anlayamadım.

15 Ekim 2007 Pazartesi

şu araba reklamı

hani adam bebeğiyle zıplayıp hopluyor sokaklarda mutlu mesut, sonra aniden arabanın içinde bitiyor, işte bu reklam ne anlatıyor, anlayabilen beri çıksın!

şarkıyı dinliyorsun, "bir adam sana yaklaşmak için ne yapsın" diyor, bundan da anlaşılmıyor, herifin zaten kucağında bebe, daha ne kadar yaklaşmayı umuyorsa?
ki tam tersine, bebeği arabanın arkasına atarak aslında uzaklaşmış oluyor!

bazen diyorum ki, bu reklamcılar çok ulu insanlar da benim gibi fanilerin kafası basmıyor bu işlere...

not: farkındayım, biriktirmişim biriktirmişim bugün içimdekileri döküyorum birer birer....

gülmek herkesin hakkı...

... da şu reklamda gülenlerin hepsinin ümüğünü sıkasım geliyor...

siz hiç bu kadar kötü gülme taklidi yapan insanlar gördünüz mü? görmediyseniz buyrun, gülmek nasılmış, manayla öğrenmiş olursunuz...


ama kabahat o kadar yapay gülen arkadaşlarda değil, onları filme alıp bize eziyet eden reklam ajansı ve yayınlanmasını okeyleyen firma temsilcisinde!!

barajlarda su yükselmiş

ankara'da aylardır baraj seviyesi %1lerde sürünüyordu aklımın almadığı bir şekilde... yani ankara'lılar su kullanmayı mı kesmişti ki bu suyun yüzdesi bitmiyordu??!!

derken yeni bir bilmece daha verdi bana medya, yağan azıcık yağmurlarla ankara'nın (ve diğer büyük illerin de!) baraj seviyesi bir anda yükselmiş. ankara'nınki gerçi sadece % 0,5 oranında ama yine de ilahi bir durum dedirtecek kadar karmaşık bir durum....

konuyla ilgili bilgisi olan varsa bizi de aydınlatırsa sevinirim doğrusu...

millet kızını evlendiriyor...

ama nedense evlendirmek için ülkenin en tepesine gelmeyi bekliyor....

eee dışişleri bakanı'nı kızı evlendi haberi o kadar mühim bir haber olmayacaktı galiba... mı yoksa?

ya da nikah şekerleri ve düğün salonu beleşe gelmiştir belki!
eğer öyle ise, ben de çocuğumu evlendirmek için ülkenin en tepesine gelmeyi bekleyeyim madem....

14 Ekim 2007 Pazar

zibirixia tam bir yaşında

bugün tam bir yaşına girdik. ilk yazımın nedeni tepkimi nereye bildireceğimi bilemeyişimle erkek arkadaşımın, "ee sana blog açalım, oraya yazarsın" demesiyle başladı.

sonra derken ben o ciddi üsluptan ayrılıp biraz daha mizahi açıdan yaklaşmayı yeğledim. üslubumu sevenler oldu, galiba bir iki daimi okuyucu bile edindim, bazıları hiç sevmedi, hatta, rahatsız etme kardeşim bizi blogunla diyenler oldu, ya da kitap formatına getirmem gerektiğinden yakındılar (basacağız dediler de ben mi yayınevine gitmedim? tatlıses gibi dedim valla!). ama iyi kötü bugüne geldik.

ne diyeyim, hep birlikte sitenin takma diş takacağı günleri de görürüz umarım.

11 Ekim 2007 Perşembe

bugün, tam 78 yıl önce...

... karadeniz'in bir dağ köyünde bir erkek çocuğu gelmişti dünyaya.
ebesi, ki babaannesiymiş, (ve o yörelerde babaanneye ebe dermiş torunları), incelemiş hemen çocuğu, her şeyi yerli yerinde mi diye, ufacık elleri, ufacık ayakları her şeyi tamamdı da, bir bacağı öbüründen biraz kısaydı. olsundu, sağlıklı bir bebeydi. bir kız, dört oğlandan sonra dünyaya gözünü açan beşinci çocuktu ve ardından bir kardeşi daha doğacaktı.

zordu dağ köyünde yaşamak, inekleri güdecek, engebeli toprağı işleyecek insan lazımdı, ne kadar çok olursa çocuk o kadar iyidi.

en küçük oğlunun da doğumunu beklemeden ortadan kaybolan bir babanın ardında kalan bebeler oldular birden. ama köyde fark etmezdi bu. nasılsa hep birlikte altta ahırı olan üstte yaşadıkları koca bir evleri vardı.

düşe kalka, ite kaka büyüyorlardı. o kadar çocuk içinde geçirdiği çocuk felcini kimsenin, hatta kendisinin bile fark etmeyeceği kadar harala gürele içinde. öyle ki bu gerçek ancak 50 yıl sonra geçireceği kemik erimesi teşhisinin konulabilmesi için yapılan detaylı tetkikte ortaya çıkacaktı.

o yüzden çocukluğundan beri topallamaya başlamıştı. lakapları seven köy halkı da adının önüne topal eklemişti hemen. normal bir şey sanmış bunu. topal aşağı topal yukarı.

dağ köyünde yaşamak güzeldi, ama zordu işte. bir savaşın ağır yıkımlarını yaşamış bir ülkenin yeni bir savaşın arifesinde yaşadığı yoklukların içindeki mücadeleyle geçiyordu yaşam.
yine de durumları fena değilmiş. "tahılımız vardı, hayvanlarımız vardı, ama yine de yokluk içindeydik" diye anlatırdı topal. "çuvallar dolusu dururdu her şey ambarda, ama elimizi süremezdik."

dedesi sert adammış, "karşısında titrerdik, tek kelime edemezdik korkudan".

çuvallardaki zenginliği midesinde hayal edermiş, ama alabildikleri en büyük ödül sert bir ekmek dilimine serpilmiş azıcık toz şeker.
"bazen, kardeşim nöbet bekler, ben beyaz ekmeği keser, dilimin üzerine reçel sürer, sonra kardeşimle bir güzel yerdik" ama bir gün kardeşi uyuya kalmış nöbet beklediği yerde. ebesi de yakalamış topalı. "koca koca odunlarla dövmüştü beni, günlerce yürüyememiştim, ama yine de duacısıyım, dedeme söylese, bir daha o köye ayak basamazdım."

köylerinde okul olmadığı için komşu köye gitmek zorunda kalırlarmış. ne araç ne de binek hayvanı. beş saatlik yürüme yolunda yayan, ayaklarında parçalanmış çarıklar kar kış demeden giderlermiş.
bir gün tek başına dönmek zorunda kalmış, kar diz boyu, ormandan geçerken koca bir kurt sürüsünün ortasına düşüvermiş.
"korkudan dilim tutuldu, kaç saat kaldım o soğukta bilmem. kurtlar dolaştı çevremde, ama ilişmediler bana." diye anlatırdı hayretler içinde hep, sonra eklerdi gülerek "herhalde karınları toktu, yoksa benim gibi körpe eti hiç yemeden bırakır mıydı bunlar. köydekiler beni öyle konuşamaz halde bulmuşlar. eve götürüp yatırmışlar". ne olup bittiğini de anlatamadığı için de günlerce merak konusu olmuş, ne oldu bu çocuğa diye.

12 yaşında kaçmış köy hayatından, koca kent ankara’ya . 12 yaşındaki bir çocuk ne yapar tek başına, nasıl geçinir, ne yer ne içer? ailesi nasıl olur da onu bulmak için yollara dökülmez?
"inşaatlarda yatıp kalkıyordum, gündüzleri aynı inşaatta çalışıp, geceleri de çimento çuvalları arasında yatardım. ama iyi bir inşaat ustası oldum böylece."

ankara'nın büyüklüğü yetmez olmuş zamanla, istanbul'un kaldırımları altından lafına kanıp gelmiş bu diyarlara. ama artık aranan bir inşaat ustası olmuş, fena değildir geliri. minicik bir ev tutacak kadar iyi, hatta nişanlanacak kadar...

nişanlısını pek anlatmayı sevmezdi.
niye terk ettin diye sorduğumda susardı. sonra evlenmiş olduğu eşinden duymuştum. hamile kalmış nişanlısı ama çocuğu düşürmüş, o da buna dayanamamış... biraz karışık bir mesele...

ikinci dünya savaşı sonrasındaki ilk on yıllarda avrupa'daki büyük işçi kıtlığında japonya hayalleriyle başvuruyor topal. çalışkan bir işçi ya, umutları da o oranda büyükmüş. ama bir türlü japonya olmaz, o da o hayal kırıklığı ile almanya için başvurmuş. orası kabul ediyor başvurusunu.
davul zurnayla karşılamışlar almanya'da. ne de olsa bu türk işçiler ülkeyi kalkındıracaktır, sağlam iş gücü olarak bakılmış onlara.

çalışkan bir işçiydi ya, kısa sürede sevilmiş topal. bir kaç yıl içinde usta konumuna bile yükselmiş hatta. ama bir şeyler eksikti hayatında, arkadaşlarına bahsetmiş bundan. ağabey dediği bir büyüğü komşu şehirde onun gibi çalışkan bir türk kızınıyla tanıştırır.

türk kızı güzel de bir şeymiş ama pek beğenmemiş topalı. ama saygı duyduğu ağabeyin ısrarları üzerine bir şans vermek zorunda kalmış, yemeğe çıkmışlar, tanışmışlar. tanıştıkça kaynaşmışlar.

"yine buluşmuştuk bir gün, ama dönüşte trene yetişemedim. en yakın tren ertesi sabah. kız da yurtta yaşıyor, gidemezdim oraya, kıvrıldım istasyondaki bir bankta geceledim o soğukta. sabah kaskatı her yanım." gözlerinde muzipçe bir ışık olurdu bunu söylerken.
bir otel odası için parası da yokmuş demek ki...

sonra evlenirler, önce bir erkek çocuk, derken hep beklediği kız çocuğu gelir dünyaya.
"dünyalar benim oldu, o sevinçle 20 mark bahşiş veriyorum diye 100 mark vermiştim hemşireye. ama değdi galiba"

kız bir yaşına gelince eşinin babasını da getirmişler bu soğuk ülkeye. ne de olsa kayınpeder yalnızmış orada ve onların iki çocuğa bakacak birisine ihtiyaçları varmış.
böylece karısı da tekrar çalışmaya başlamış. beş kişilik güzel mi güzel bir ailesi olmuşlar. çalıştığı araba tamir ve lastik şirketinin kocaman avlusundaki müstakil iki katlı binada kocaman bir evleri de evleri olmuş. daha ne istesin bizim mülayim topal?


çalışkan bir işçiydi ya, defalarca gazetelere haber olmuş. övünerek, ama övüncünden biraz utanarak anlatırdı.işverenlerinden ödül maaş çekleri kazanmış, ama mülayimliğinden kullanamamış bunu yükselmek için. daha gayretli çalışır olmuş gitgide. "dört kişinin yaptığı işi tek başıma yapardım." usta olarak kalmış tüm hayatı boyunca.

hiç de yüksünmezdi bundan. “okuyamadık ki, başka ne olabilirdim daha” diyerek hırslı olamayışı için özür diler gibiydi.


kocaman kamyon tekerlerini yüklenirmiş bir başına. yine dört kişinin yükünü çektiği bir an, o koca tekerleklerden biri patlamış ve o altında kalmış, beli orada zedelenmiş. taktığı korseye işaret ederdi bunu ne zaman anlatsa. yine de yüzü gülerdi “buna da şükür” dercesine…

yetmişli yılların ortasında olmuş bu kaza. dokuz ay alçı üzerinde yatmak zorunda kalmış.

karısı güler yüzle gelmiş hep ziyaretine, katlanmış ister istemez bu dokuz aya. iki küçük çocuk ve bir baba bakılmak istiyordu, bir de her pazar bana gelirdi. uzaktaydı hastane, nasıl gelsin her gün.”

Paraya sıkışmışlar ister istemez, kadıncağız da iki işte birden çalışmaya başlamış.

dokuz ay sonra hastaneden taburcu olmuş topal ama yüzde yüz iş kaybıyla malulen emekliymiş artık.

emekli olmak için aslında genç sayılabilecek bir yaşta bambaşka bir açıdan bakmak zorunda kalmış hayata artık.
tekrar yürümeye başlamış ama topal lakabına iyice yaraşır bir şekilde topallamaktaymış.

neyse ki o zaman için iyi sayılabilecek bir malul maaşı bağlanmışlar, eşi de çalışıyordu, hatta kayınpederi de türk kültür merkezinin kahvesini işletmeye başlamıştı, geçim dertleri olmamış pek. o da evde yapabileceği işlere vermiş kendini, ev işlerini de devralmış zamanla. Elinden her iş gelirdi. hatta tamircinin yapamadığı çamaşır makinesini dahi tamir etmişliği vardı.

bir gece ansızın bir telgraf gelmiş. annesi ölmüş. ilk bulabildiği uçağa atlamış, bir başına gitmiş türkiye'ye. “babamı zaten bilmedim, ama annemdi yoktu artık” gözleri yaşarırdı hemen.

bir hafta sonra dönmüştü tekrar. yapacak ne vardı ki? hayat devam ediyordu işte.

oğlu okulda sorunlar çıkartır olmuş. “nasıl deli bir çocuk, söz dinlemez. büyükbabasının cep saatini çalıp satmıştı hatta.” baş edemez oğluyla. çocuk okuldan kaçar olmuş, hırsızlıkların boyutunu da büyütmüş.

karısı da evden atmış oğlanı. çaresiz kalmış topal. “ne yapabilirdim ki, bir yanda oğlum, bir yanda hanım”. serttir almanya’nın yasaları, sorunlu çocuğu hemen alıkoyarlar ve yarı kapalı bir ıslahevine gönderilir oğlan. “bu çocuk niye böyle oldu, hiç anlayamadık. Kime çektiğini de. benim ailemde yoktu böylesi” diye itiraf ederdi sıkılgan bir halde.

ama ıslahevi de adam etmez oğlanı, onbeşine gelmeden adam yaralamaya kadar vardırır, sınır dışı eder almanya çocuğu.

“dayısının yanına vermiştik, ama baktık orada iyice bozuluyor. diskolarda çalışıp eve hiç gelmez olmuş. hanım da mızmızlanıyordu, tası tarağı topladık geldik.”

alışamamış tekrar yurduna, ama mülayim insandı, ses etmezdi hiç. almanya'nın yürünebilecek yollarını, sağlık hizmetlerini, yaşam kolaylığını, orada aldığı maaşı özlerdi hep. “maaşım da yarıya inmişti.” yine de az da olsa bir parça birikimleri varmış o zamanlar.
geri dönünce oğlanı yanlarına almışlar tekrar, “ama iş işten geçmişti galiba, çocuk iyice kötü yola gidiyordu.”

memlekete gittiği haftanın içinde evden haber alır, kayınpederi ağır hasta diye. apar topar geri döner ama vefatına yetişemez.

onca yıldır ne kadar iyi arkadaş olduklarını, hiç görmediği babası yerine koymuş olduğunu yaşadığı acının büyüklüğünden iyicene anlamış.

oğlu ise onu tam anlamıyla hayal kırıklığına uğratmış. uyuşturucu müptelalığı, yasadışı işler derken mafyaya bile karışmış, dayanamamış gitmiş, oğlunu o pislikten çekip getirmiş eve. doktorlara, hastanelere taşımış, belki iyileşir, uyuşturucuyu bırakır da doğru yola döner diye umut etmiş, nafile.

yıllar geçtikçe daha da içine oturmuştu oğlunun bir baltaya sap olamayışı.

kızından yana derdi olmamış pek. sadece üniversiteye gitmek istemesi canını sıkmış başlarda. “kız başına, bizden uzakta… ama inatçıydı, okuyacağm dedi okudu” diye anlatıyordu biraz da gururlanarak.

“okulu bitince evlendi. damat fena çocuk değildi de, pek çalışmıyordu ama. kız çalışıyor buna bakıyordu. fotoğrafçı mıydı neydi çocuk. anlaşamadılar tabii, boşandılar."

üzülmedi değil bu duruma, “kız başına yine yapayalnız o koca şehirde”

ama oğlanın üzüntüsü ağır basıyordu. kız ne de olsa kurtarmıştı kendini, işi vardı, ayaklarının üzerinde duruyordu ne de olsa.

ama ya bu oğlan? “hıyarağası kapanıyor odasına, ne yapıyor bilmem, yine uyuşturucu mu kullanıyor ne” diye söylenirdi zaman zaman.

akıllanmak şöyle dursun, oğlan adamcağızın elinde kalan az bir parça parasını da heba etmiş.

türkiye'ye döndüğüne pişman olmuştu ya, dönmek için de çok geçti artık.

sağlığı bozulmuş gitgide, prostat ameliyatları, kalp rahatsızlıkları derken kıt kanaat maaşından biriktirdiği birazcık parasını da oğlanın yaptığı borçlara vermek zorunda kalınca iyice yıkılmış.
”ben büyük bir günah işledim ki, bu çocuğu layık gördü allah bana. cezamı dünyada çekmeye başladım” diye üzülerek yakınırdı.

yaşlılık mıydı bilmem, ama o mülayim, o sessiz sedasız adam gitmiş, yerine sürekli söylenen, oğlundan dert yanan bir baba gelmişti. yine güler yüzlüydü, tam söylenirken gülümserdi de bazen, hele ki kızı gelince ziyaretine, yüzünde güller açardı.

yetmişli yaşlarının ortasına gelmişti artık. hayattan ne beklentisi vardı ki? bir tek şu oğlan adam olaydı…

bir gün aniden beyin kanaması teşhisiyle acile kaldırdılar. kızı gelip onu apar topar istanbul'a götürdü. iyi de etmiş, burada teşhisi yanlış koymuşlar meğer.

guillian barre miymiş neymiş tüm organları felç eden bir hastalıkmış. doktorlar yaşayıp yaşamayacağını bile söyleyemez haldelermiş.

10 gün sonra kendine geldiğinde kimseyi hatırlamamış. bir tek kızını zaman zaman anımsamış. ne elini oynatabilecek ne de kafasını kaldırabilecek durumdaymış.

"bırakın da öleyim" diye yalvarmış. ama doktorlar umut vermişler. "hayati tehlikeyi atlattın amca" diyorlarmış da ailesi az da olsa sevinebiliyormuş.
hastalığı ne kadar ağır olursa olsun sesi çıkmayan, asla yakınmayan adam ölmek istiyordu. tüm ailesi endişeyle bakmış durmuş ona.

o işsiz güçsüz oğlan var ya bir ayı bile doldurmadan bırakıp kaçmıştı babanın yanından, hastane koridorlarından. hanımı da zaten yaşlıydı, kıyamıyordu bir yandan da ona. neyse ki kız vardı, öyle bir el koymuştu ki her şeye, bir parça yüreği ferahlıyordu.

kendi başına yemek bile yiyememek, bebek gibi günde üç defa altının bezlenmesi, hele ki o korkunç ağrılar onu az zaman yıldırmamıştı. üstelik
hafızası da gidiyordu zaman zaman, günü anımsamıyor, yanında olan insanları tanımıyordu, ama kızı gelince akan sular dururyordu.
"sen olmasan ben çoktan ölürdüm" diyerek gözleri yaşlı sarılırdı hep kızına.

artık kollarını oynatabilir hale de gelmişti, zamanla yemek yemeyi bile öğrenir olmuştu. kızı da yetişemeyince bir bakıcı tutmuştu. ne yapsın kız, hem çalışıp hem babaya yetişmeye çalışıyordu. hanımı çoktan dönmüştü yaşadıkları şehre, oğlanın aradığı sorduğu bile yoktu. yapayalnız kaldığını hissediyordu, kızı her gün iş dönüşü uğrayıp bir kaç saat kalıyordu kalmasına ama hastaneydi işte burası.

kim dayanır ki onca zaman?

tam tamına altı ay yatmak zorunda kalmıştı.

ama umutluydu artık. başlarda, oturabileceğinden bile şüphe duyan doktorlara rağmen yürümeyi bile yeniden öğrenmeye başlamıştı. sonunda taburcu da edilmişti.

kız bakıcısını iki ay daha tuttu. “hanım kaldırıp edemezdi, oğlandan zaten hayır yok, e kız zaten istanbul’da. ama ona da yazıktı, bakıcı dahil, herşeyin masrafını o karşıladı”

bakıcının da büyük gayretleriyle yürümeyi bir yürüteçle tek başına yürüyebilecek kadar ilerletmişti. hatta sokağa bile çıkar olmuştu.

bir sene geçmemişti henüz ama herşey iyiye gidiyordu ki,
nisan ayının ortalarıydı ağırlaştı birden, hep uyur olmuştu. eşi apar topar kızını çağırdı, “kızım gel, baban kötü" diye.

ve kızı gelince, öyle bir sevinmişti ki, kalkıp yürümüştü.

kızı durumu annesinin evhamına verip, "babamı özel doktora bir gösterin" diyerek, muayene ücretini bırakıp dönmüştü ertesi sabah.

kızı gider gitmez tekrar salmıştı kendini topal. aynı gün hastaneye kaldırmışlar, ama nedense doktorlar geri göndermiş, acil hasta değil diyerek.
yoksa anlamışlar mıydı?

eve getirmişler, yatak odasında yatırıp sarmalamışlar. değil ayağa kalkmak, oturacak gücü bile kalmamış.

hanımı üzerine titremiş, diğer odadayken sürekli yanına gitmiş, bakmış.

ertesi akşam üzere, bir ara yine yanına gitmiş, topal mışıl mışıl uyuyor, ses etmeden çıkmış odadan.

namaza durmuş ama tam ortasında içi sıkılmış birden. yarıda kesmiş, kocasının yanına gitmiş tekrar. "şeytan dürttü sanki" diye ağlayarak anlatacaktır bu anı sonra.

topal nefes almıyormuş artık. nabzını yoklamış, nabzı atmıyormuş.
kırk yıllık yoldaşının sakalını öpmüş, bir tülbentle çenesini bağlamış elleri titreyerek.


iyi ki doğdun babacığım...

7 Ekim 2007 Pazar

yılın bıcırı

okulun bahçesinde avladığım bu görüntünün konu mankenine ayrı bir yazı yazmasaydım ölürdüm.

tam da insan trafiğinin yoğun olduğu bir bahçe
bölgesinde durmuş, gelene geçene şirinliğini satıyor gibiydi. kedi sevmese bile durup biblo gibi duruşunu seyredesi geliyordu insanların.
üstelik sevildiğinde de o biblo duruşunu hiç
bozmuyor, ben zaten sevilmek için geldim bu dünyaya dercesine hanım hanımcık gözlerini bir mutlulukla kısıyor, sonra da kocaman yapıp karşısındakine bakıyordu.

boyu, cup'u bulduğumdan az bir parça halliceydi, ama eminim kaldırıp avucuma sığdırabileceğim bir miniklikteydi hanımefendi hazretlerinin. yani değil sadece avucuma, içime sığdırasım geldi desem konuyu daha ifade edecek.

ilk ders günümde tekrar bulurum umarım bu ufaklığı, ziyafeti hazır zira, kedi bebelerine özel mamasını aldım bile!

6 Ekim 2007 Cumartesi

güneşli bir güne kaçış

ara sıra yaparım, yine aldım başımı çıktım anadolu yakasını ipini koparmışlar gibi gezmeye. hem sonbaharın son güneşli günlerinden birinin keyfine varayım, hem hiç arşınlamadığım sokaklarını biraz göreyim ve gönlümce fotoğraf çekeyim istedim.

henüz kadıköy'ün çarşısından çıkmadan karşılaştım bu şirin sürprizle: bir tabure dolusu bıcır! doluşmuşlar
bir avuç yere, bir de güzel güzel poz vermişler üstü üste alt alta, marilyn teyzeleri ile charlie amcaları önünde, hani sanki en az marilyn kadar güzel, charlie kadar da komiğiz der gibi.

sonra sokaklara daldım, nereye gittiğime aldırış etmeden yürüdüm.
bir ağacın altından geçiyordum tam, aniden bir şey düştü, araba alarmı ötmeye başladı, neler oluyor diye etrafıma bakınadurayım, durumu çözdüm: ee tabii kestane ağacının altından geçmeye çalışırsan olacağı budur! tam mevsimi, sapır sapır dökülüyor kestaneler, ama asıl kestane ağacı altına park eden araç sahibini kutlamak lazım!
vallahi arabayı dürten ben değilim tadında ağaca doğru bakınarak hızla uzaklaştım oradan.

elbette suçluuyu fotoğraflamayı ihmal etmedim, hani beni suçlayacak olurlarsa kanıt olarak sunabileyim diye.

sonra sahile indim ki, içimdeki velet uyanıverdi. nasıl uyanmasın şu renklere baksanıza! hani yanımda bir büyüğüm olsa, yapışacağım, eteğine paçasına, n'olur al bana diye (eveeet, cep delik cepken delik, alamadım işte kendime bir tane!) ama aklımda da kalmadılar değil. hani soracak olsanız, ne işe yarar bunlar, cevap veremem, ama sanırım yapılış amaçları da işlevsellikten ziyade bebeleri sevindirmek olsa gerek.

fenerbahçe'ye giderken kurbağalı dereyi geçiyordum ki güzelce bir ev dikkatimi çekti. aslında evin kendisinden ziyade bahçesiydi ilgimin sebebi.
kurumuş ekmek festivali yapılacağına dair bir afiş bulurum umuduyla bir hayli bakındım durdum ama göremedim. hani böyle bir festival yapılacak olsa ne amaçla yapılır, kime faidesi dokunur diye az kafa kaşımadım değil, lakin mantıklı bir yanıt bulamadım.
hayvanlarını besleyecektir manasında bir
yaklaşım da getiremedim, ortada görünen bir kümes de yoktu zira.

hala kafamı kaşıyarak ilerliyordum ki, barakamsı bir evin önündeki bahçe bozması bir yerde bu ufaklığı gördüm, tasmasının ipini yavru enciklere has o yetenekle bacağının birine bir dolamış ki, dört ayağının üzerinde duramaz hale gelmiş, ama hala inatla zıplıyor hayta!
eğildim zıpırı ipinden kurtardım ama ellerim çizik, pantolonum da toz ve pati iz
i içinde kaldı, salyası da cabası.
ama doğrusu bu şirin bakışı yakalamaya da değerdi onca çaba.
sahibinin, ev içinden gelen çekiç seslerinden, köpeği çalsalar ruhu duymayacak kadar yoğun bir işe gömüldüğü anlaşılıyordu.


sonra köprü altında gece yatısı için konuğunu bekleyen bu yorganları görünce kıvrılıp yatasım geldi. güneş de tatlı tatlı ısıtıyordu, daha ne ister insan evladı, şırıl şırıl dere kenarı sefa eyle! oh yarasın!


dönüş yolunda ise yazacağım yazıyı bir kez daha
şenlendireyim istedim (evet ya, daha gezerken yazacağım yazıyı tasarlıyordum. ben zaten sizler için yaşıyorum değerli okuyucularım benim, muah, şapur şupur):
"ver güzel bir poz, sen meşhur edeyim amca" diyerek seslendim
baloncuya. o da inandı garibim, hemen fiyakalı bir şekilde durdu, hadi çek yeğenim minvalinde clark gable bakışı fırlattı.

eve geldiğimde epey bir yorgundum, ama doğrusu fotoğraf avım epey bir verimli geçmişti. meyvelerini yavaş yavaş karış karış dünya albümüme eklemeyi ihmal etmiyorum. siz de bir göz atmayı ihmal etmeyin sevgili hayranlarım :))