31 Aralık 2013 Salı

13, hadi yoluna!

13 rakamını uğursuz saymazdım, ama şimdi bakıyorum da, pek uğursuz bir yıl oldu bu ikibinli yılların on üçüncüsü. 

yahu zaten hasta girmiştim yeni yıla, sonra saldırı olayı oldu malum, ardından başıma türlü davalar açıldı, ardından anacığımın rahatsızlığı ve hadi bana eyvallah dercesine vefatı...

galiba tek güzel yanı, hayatıma yeni bir insanın girmiş olması, güzel bir yüreğe sahip, insan gibi bir insan, gibisi fazla yahu, ne demek öyle gibi?! 

ve seneyi de kapatırken ihmal etmeyip yeniden hasta oldum, 38 derece ateşlere gark olarak. 
sanki kader, uğursuz yılı uğursuz bir bitiş getirmek ister gibi. başladığı gibi bitsin. 
sabahın beşinde yoksa niye uyumak yerine bilgisayar başında bir saattir geçireyim? bu uğursuz yılı uykusuz 'uğur'lamak icap eder. he mi?
önce hastalık ateşi uyandırdı, sonra karşımdaki inşaatte yakılmış olan ateşin ışığı ayağa kaldırdı. şimdi ise uykusuzluğun ateşi sardı. 

karşımdaki inşaat da zaten ayrı bir hikaye. yedi yıl evvel buraya taşındığımda evsizlerin kaldığı virane bir yapıydı. sonra belediye geldi, metal bir duvar ördü etrafına, son altı yıldır o metal duvarı seyrettim kös kös. tarihi bir yapıymış da, koruma altındaymış(!) -nasıl bir koruma anlayışıdır çürümeye bırakmak?!-sahipleri orijinaline uygun yaptırmak için yeterince ayakkabı kutusuna (yıllar sonra bu göndermeyi anlayacak mıyız acep?) sahip değilmiş de miş miş. neyse efenim, sonunda on gün evvel yıkmaya başladılar. bir hafta evvel de mimarına denk geldim. pek kibar bir bey, hemen projeyi gösterdi. bir avukat bey eşine hediye olarak almış da hanfendi henüz karar vermemiş, kendi mi oturur, yoksa apart otele mi çevirir diye. projedeki çizime bakınca insanın içi gidiyor tabii. hani mimar beye, hanfendi bizi de evlâtlık olarak alır mı acep diyesi geliyor. beton hiç olmayacakmış, girişinde tuğla kullanılacakmış, geri kalanı komple ahşap olacakmış, dört girişi olacakmış. hani bööööle "saray yavrusu konak, için gitsin sen de bak" tadında bir yer. 
yok yok, kıskanmıyorum, nereden çıkardın aziz okuyucum? yılbaşına çeyrek biletim var, bak çıksın, benim de bir konağın pencere tozunu alacak kadar param olacak elbette. 

bir senenin çetelesini tutmak için başladığım yazı da zenginin malının züğürdün dilini ve bu durumda elini de yorduğu bir mevzuya dönüştü sanki. 

neyse, birisi polisi çağırmış, o da itfaiyeyi, ateş söndürüldü. merak eyleme aziz okuyucum, o ateş bizim bacaya sıçramadı. eh ama ben de gün ağarmadan, uyusam mı gayrı?


17 Aralık 2013 Salı

olmak ya da olmamak - aslında mesele bu da değil

var olmak
bazı an geliyor, varoluş olağanca ağırlığı ile çörekleniyor omuzuna. omuzuma. 
niye olayı sana giydirmeye çalışıyorsam sevgili okurum. hani olası değil ya, ama belki sen polyanna'nın daniskasısın (ah pek bir moda oldu laf "daniska"), değil mi ya?!

ömrünü gerçeği bulmaya adamış ve başka bir şey dilememiş biri olarak tıkandığımı hissediyorum spritüel manada. bilmiyorum, belki bu kâmil insan olma yolundaki proseslerden biri ve bu durağan anlar da sadece yaşananları sindirme sürecidir. olabilir. 

ama zaten tevekkülü yeni öğrenen biri olarak, buna da tevekkül göstermem gerekiyor. ama yine de, sanki yaşamayı bırakmışım ve hayat önümde akıp gidiyor, tv seyreder gibiyim. ben gibi görünen biri yaşıyor, yemek yiyor, işe gidiyor, annesinin yasını tutuyor... evet evet, herbirini görüyorum. ama ben değilim o. 

ben bir kenarda durmuş bekliyorum. zaman durmuş. nefes almıyorum. bilincim açık. 
godot'yu bekliyorum mübarek!
ama var olmamak da değil bu. varım işte! bilincim her şeyi algılıyor. beden olarak da varım maalesef. o ekranda hareket eden ben değilim zaten. bir yanılsama. yaşadığını sanan bir kopyam. doppelgängerim. 
benden habersiz. nasıl olsun? o benim yarattığım imgelemim. mağara duvarına yansıyan gölgem. 

bir şeylerin değişmesi lazım, biliyorum. harekete geçmeliyim, tekrar kopyamla bir olmam lazım. 
hadi artık! 

4 Aralık 2013 Çarşamba

saldırı, haldırı, affedi...

bugün, canıma kast etmiş bir insanı resmi olarak affettim. 
daha evvel bahsetmiştim, dava açtım, açıldı diye. hani veteriner bey'in bana saldırısına dair olan dava. 
bugün üçüncü duruşma yapılacaktı, ki ilk duruşmada olduğu gibi yine uzlaşma teklifiyle geldiler. 

tasavvufla ilgilendiğimi söylemişimdir. bu düşünce doğrultusunda, zaten ben çoktan affetmiştim.islam inanışında yaratıcı güç en azılı suçluyu dahi affederken, ben kim oluyorum da kendimi bu gücün üzerinde görerek affetmeyeyim?! 
tek düşüncem, yardımıma koşmuş olan bey hakkında açtıkları tehdit davasıydı, kamu davasına dönüştüğü için düşmeyebilirmiş. telefon ettim, uzlaşmayalım dedi. 
şimdi bir tek ona karşı mahçubum. rızası yoktu, yine de uzlaştım. 

sufi olma derdim yok, benim derdim gerçeği arayış, bunun için gidilebilecek tüm yolları arşınlamaya gayret ediyorum, düşünmeyi öğrendiğimden bu yana. bu ister sufizmle olur, ister zen ile olur, ister brahmanizmle, isterse de ışık yoluyla, hatta gerekirse ortaya karışık bir yol -ki tasavvuf çalıştığım bir arkadaşımın da tespitine göre, zaten öyle olmakta- hiç fark etmez, nasıl ulaştığımızın ne önemi var? netice itibariyle hepsi aynı yöne gitmeyi çabalamıyor mu? 
ah lennon'un ruhu şad olsun, just imagine!
galiba bugünkü uzlaşma da bu yolda attığım mühim bir adım oldu, olacak. 

biliyorum, bu veteriner beyi sevmeyen, o gün bana saldırısına şahit olmuş olanlar, ceza almasını istiyordu. alacaktı belki de. muhtemelen bütün bu insanlar bana çok kızacak. ya da hayal kırıklığına uğrayacak. 
ama elimde değildi. yaptığında ne kadar haksız da olsa, kadına saldırının cezalandırılması en uygun yol olsa da, benim aracılığımla olmasın bu. çünkü ceza alarak bir insanın vicdan sahibi olması mümkün değil. cezanın bir eğitim aracı olduğuna hiç inanmadım. on üç yıllık eğitmenlik hayatım bunu bana daha kesin bir şekilde öğretti. 
öyle olsaydı zaten, benzer bir olaydan daha evvel ceza almış biri, tekrar saldırmazdı. 
sadece diliyorum, bugün özür dilerken samimi olması, ve bir daha kendisinden güçsüz birine saldırmaması. 
ama samimi değilse, yine kendi bileceği. hiç kimsenin vicdanıyla kendisi arasına girilmez. tanrısıyla arasına girilemeyeceği gibi. 

benim sorunum şimdi yardımıma koşmuş olan beye karşı mahçubiyetim. 
ama o da, telefon edip haberi verdiğimde, hayırlısı olsun demekle yetindi. 

yaşamın başlı başına tesadüfe dayandığını düşünenler bu dediğime gülüp geçeceklerdir. geçsinler. 
ama akşam dönerken, doğru mu yaptım diye kendimi sorgularken, ve kendi tanrıma acabalarla seslenirken, bir tekne geçti kıyıdan, üzerinde "my angel" yazıyordu. 

varsın, tesadüf olsun bu da. evrene, tanrıma bu tesadüf için teşekkür ederim. 

büyüyor muyum neyim acep...

18 Ekim 2013 Cuma

elveda diyemedim daha

nasıl da yanılmışm. 
hastanede seni son kez gördüğümde vedalaştım. 
bir damlacık kalmıştın, üç haftadır süren yoğun bakım maratonundan sonra. çoğu zaman bilincinin kapalı oluşu, ağzındaki hortumlar, seni hayatta tutmaya zorlayan yığınla cihaz... 
seni son kez gördüğüm cuma günü, içim yanmıştı. abim zırıl zırıl ağlamıştı da, ben tutmuştum kendimi. 
bilincin açık demişti doktor, ama o kadar güçsüz düşmüşsün ki, bizi algılamaya bile yetmiyordu gücün. 
o gün veda ettim sana,
eğer sevgim seni bağlıyorsa, ben sana izin veriyorum, git canım annem, git demiştim. benim sevgim seni burada kalmaya zorlamasın. hadi git demiştim. 
vedalaştım sanmıştım. 

yanılmışım be güzel anam. 
hiç, hem de hiç hazır değilmişim. 
zaten anne olmadın, olmayı beceremedin ki bana, özlemem demiştim.  
nasıl da yanılgıdaymışım.  
ve şimdi nasıl da özlüyorum seni. 
tam bir hafta oldu aramızdan gideli sen, ama bana bir ömür gibi geldi. 

evet, ana-kız olmayı beceremedik. hiç bir zaman memnun edemedim seni. 
farkındayım, sen, ilk üç çocuğunu bebek yaşta kaybetmiş o onbeşlik çocuk-anne kaldın hep. istedin ki, yaşamayı becermiş iki çocuğun da o bebekler gibi kalalım: istediğin gibi giydir, dizinin dibinde oturt, sözünden hiç çıkmasınlar. o yüzden abimle ben ağzımızla kuş tutsak, asla istediğin evlatlar olamayacaktık. 
keşke bebek kalabileydik, evcilik oynamaya devam edebileydin be canım anam. 

annem ol istedim sadece, beni sürekli yargılamayan, bir defa olsun, yaptığım bir şeyi takdir eden, kusur bulmayan anne. hani hastalandığımda ballı süt getiren o melek annem ol istedim.  
ama ne sen benim istediğim anneydin, ne de ben senin istediğin evlat olabildim. 
beceremedik be tatlı anacığım. ikimiz de var olanla yetinemedik. 

ama babamın hastalığından bu yana, son sekiz yıldır çok iyi arkadaş olmuştuk değil mi anne? telefonda en yakın arkadaşlarımla saatlerce konuşurum böyle, bir de senle.  amma çok şey konuşurduk! laf lafı açar, konuşur da konuşurduk. babamla asla konuşmadığım kadar konuşurduk. 
şimdi kimle konuşacağım be anacığım!?

onca şey konuştuk, ama şimdi anladım ki, söylenmedik çok şey kalmış meğer aramızda. 

babamı kaybettiğimizde, hiç olmazsa, memnun edebildim diyordum. bir evladın duyabileceği en güzel iltifatı aldım babamdan diyordum. küçük de olsa, bir tesellim vardı. 
ama senle?! küslük olmasa bile artık aramızda, hep kırgındın bana sanki. şimdi kırgın gittiğin duygusu kaldı geride. 
ne yana baksam, teselli bulamıyorum anne! 

ailenin kadınları sekseninden evvel gitmez, ben de en az on yıl kalırsın diye umuyordum be tatlım. 
söylesene, acelen neydi? neden böyle vakitsiz gittin?
yalanmış işte, kandırmışım kendimi: 
hazır değilmişim vedaya! 

biliyorum, babamda olduğu gibi alışacağım senin yokluğuna. ama dolacak mı yerin sanıyorsun?
altı buçuk yıl oldu babam gideli, acı hafifledi, ama hep bir sızı kaldı. her babalar günü geldiğinde, o günü bilincimi kapayarak geçirmek istiyorum. bir babam bile yok diye bağırmak istiyorum. 

bu koca yara ne zaman sızıya dönüşür bilmiyorum, ama hiç bir zaman teselli olmayacak. hep, memnun edemedim pişmanlığı kalacak, keşkeler canımı acıtacak. 

dedemi yitireli 26 sene oldu, ama hep bir keşke kaldı içimde. onsekiz yaşın baharında deli dolu zamanlarımdı. beni bir yaşımdan beri büyütmüş insana gençlik bilgisizliğiyle öfke gösterdiğim yıllardı. hala, keşke ona minettarlığım gösterebileceğim bir yaşa geldiğimde gideydi bizden, diye hayıflanırım. 
kısmet değilmiş. 
senle de ana kız olmak kısmet değilmiş be anacığım. 
olsun, elinden bu kadarı gelmiş. helâli hoş olsun be tatlı anam. 

ama ah, ah o keşkeler yüreğimi dağlamasa...

yok be anacım, yanılmışım, vedaya hiç hazır değilmişim daha. 


4 Ekim 2013 Cuma

anne

gitmeye hazır değilsin anne, kandırma beni. ölüme hazır oluşundan ne kadar dem vursan da, yaşama ne kadar bağlı olduğunun senin kadar ben de farkındayım be güzelim. 

iki haftayı geçti yoğun bakıma girdin gireli. şimdi bilincin yerine gelse, sana ilk söyleyeceklerimi düşünüyorum, aklıma hiç bir şey gelmiyor. söylenecek söz kaldı mı aramızda? 
sanki çoktan vedalaşmış gibiyim. 
ama yine de...

içindeki anneyi bulman daha önemli demişti psikoloğum. dışarıdaki annenin nasıl bir şey olduğunu hiç bilemedim ki, anne kavramı koca bir kara delik anlayacağın, sayende be tatlım. asla çocuk istemeyişim de bu sebepten. iyi bir anne olamam korkusu. 
önce içimdeki anneyi bulmam lazım. nasıl bir şey o?

ama kızgın da değilim artık sana. son bir senedir, her ne kadar sana hissettiremediysem de, kendi içimde seninle barışmanın aşamalarını yaşıyorum. 
ama sana bunu anlatmanın bir yolu yoktu. nasıl olsun? anlamayacaktın, kalbin kırılacaktı, lanetleyecektin, küsecektin haftalarca, belki yıllarca. 

sen kendin anne nedir bilmemişin, bilmediğin bir şeyi nasıl yaşatasın başkasına? 
acı olan, annelik edemediğini hiç bir zaman fark etmemendi. 
olsun be tatlım, kısmet değilmiş işte. 
hem mümkün mü bu aşamadan sonra kızgın olmak? nasıl kızgın olunabilir ki bilinci kapalı bir avuç kalmış bu ihtiyarcığa?!   

arafta mısın anne? neresi o şu an olduğun yer? duyuyor musun beni?
duyuyorsan, bil tatlım. ben seni affettim. kimim ki, affetmek, affetmemek üzerine ahkam kesebileyim!
ne olur, sen de beni affet!

yarın yine gelirim hastaneye. beş saat yol, hastanede yoğun bakım görüşün başlamasını bekleme, hepsi beş dakikacık seni görmek için. beni bilmeyeceğin o beş dakika için. ama gelirim. 
biliyorum, henüz hazır değilsin gitmeye. 

hoşçakal

26 Ağustos 2013 Pazartesi

saint

son yazımda bu çocuğu anlatmıştım. hırçın serseri velet. başıma açmadığı sorun kalmadı. 
şimdi okuyucum da diyecek ki, yahu, hayatında bundan daha önemli mevzu yok mu da bunu anlatıyorsun! yok valla, sabah saint'in haşarılığı ile yatıyorum, sabah salondan gelen tıkırtılarıyla uyanıyorum. şimdi haksızlık da etmeyeyim; evde bildiğin melek bu minik şeytan danası. ama ya dışarıda!!!

efendim, anlatayım: köpek eğitimcileri ile yazışa yazışa, ortaya çıktı ki, bunca zaman sokakta yaşamış bir haytayı benim adam edip ev köpeği kıvamına getirmem mümkün değil. adamın saldırganlığa varan tüm hırçınlığı,  hapis hayatına mahkum edilişinden kaynaklanıyormuş! düşünsene, sokaklarda berduşluk yaparken, biri seni altın kafese koymuş... ille de neresi dersin? 
altın kafes de sayılmazdı, sabah akşam uzun uzun yürüyüşlere çıkıyorduk, ama iyice saldırgan hale geldiği için, onu hiç serbest bırakamaz hale gelmiştim. o da iyice saldırganlaşmaya. 
hatta bir akşam, psikopat bir rotweiler sahibi, serbest bıraktım diye bana saldırmaya kalktı. neredeyse ikinci saldırıyı yaşayacaktım, ama neyse ki bir arkadaşım adamın üzerine yürüdü, kolunu tuttu da, o kalkmış yumruk bir yanıma inmedi. -erkeklere neler oluyor? son yıllarda neden kadına karşı bu kadar saldırgan hale geldiler?- 

öylesine bunalmıştım ki, yakın bir kaç köpek sahibi arkadaşımın "bırak onu!" önerisiyle de, yine çok bunaldığım bir yürüyüş esnasında tasmasını çıkardım ve sahilde bırakıp geldim. hemen bir kaç "hayvansever" telefon açıp, nasıl bırakırsın diye ver yansın etti. tabii bu hayvanseverlerin benim son iki üç haftadır "yardım edin!" çığlıklarıma kulağını tıkamış "hayvan" seven kişiler. çıldırma noktasına geldiğimde ise, insan mefhumunu hiçe sayıp, sadece sonucu yargılayan yardım sever dostlar! 
neyse, onları anlatmanın bir manası yok, bizim konumuz Saint. o gece, zaten onu bırakmanın verdiği rahatsızlıkla, iki saat sonra kös kös gidip sahilden aldım. paşa paşa eve döndük.  
yani anlayacağınız, satsam satılmıyor -satmayı bırak, ona aldığım bütün ekipmanla hediye edeceğim çocuğu-, alsam alınmıyor. başımın biberli belası oldu. köpek yüzünden ilk tırlatan kişi olarak haberlere geçmem an meselesi...

ama sonra, gelip de patisini elime koyması var ki, ah ulan ah diye bakakalıyorum sıpaya.  

24 Ağustos 2013 Cumartesi

sokak köpeği

yaklaşık bir aydır bir sokak köpeği evime kapak attı. 
kapa atmak ne demek, adam dağdan geldi, bağdakine musallat konumuna geldi. 

moda sahiline benim bıdığı gezdirmeye çıktığım bir sabah rastladık ona. benimki buna feci tutuldu hemencecik. ya evet, benno biseksüel bir seksüel, sormayın: dişi erkek, ne varsa asılıyor. işte bu güzel çocuğa da asıldı.  bir iki gün böyle oynuyorlar, eğleşiyorlar derken, yahu bu çocuğu niye geçici olarak barındırmıyorum, yuvalandırır, sokak hayatından kurtarırım diyerek ulvi duygular içinde eve getirdim. 
başlarda da herşey günlük gülistanlıktı. sizinki -geçici de olsa- "ev"lenmiş olmanın mesutluğu içinde pek bir cici, pek bir tatlı!

henüz bir yaşını doldurmamış, sibirya-golden-labrador kırması yakışıklı bir velet. fotoğrafından da anlayacağınız gibi, bir göreni kendine bir daha hayran bırakıyor. yollarda "ayyyy gözlerine baaaak!" figan feryatlarını her işittiğimde bir lira alsam, çocuğun mama masrafı çıkardı. maması da masraf hani! benim oğlanın üç ayda yediğini iki haftada tüketiyor obur herif. 
lakin iki hafta geçer geçmez, bunun huyu suyu ortaya çıkmaya başladı. acaba, özgürlüğünden verdiği ödün müdür bu huysuzluk diye düşünürken, veterinerimiz, kendine güveni geldi diye açıkladı durumu. vay! küçük beyimiz bir güvenir oldu ki kendine sormayın! 
kedi kovalamaya benno'yla hemen başladı. hadi masum bir kovalamaca diyordum buna. ama ara sıra yatıya gelen, ve sokakların azılısı bonbon efendi'den (ki bu çocuk ayrıca uzun uzun anlatılmayı hakedecek kadar evlere şenlik bir sokak haytası!) bütün kötü huyları hiç vakit kaybetmeden kaptı: bisikletli, motorsikletli ve araba kovalama! bir de güçlü bir hayvan! tutabilene aşk olsun! mecburen. şu lanet boğma tasmalardan aldım, ama ona bile gücü yetiyor. 
son marifeti de onu başkalarına havlarken tuttuğum için bana diş atması! 
evet evet, tam bir dominantlık savaşı başladı. 

her yere ilan vermeme rağmen de, henüz hiç bir yerden evlat edinmek isteyen çıkmadı. zaten bu huysuzlukla kim alır bunu, onu da bilmiyorum. 
eşek sıpasına kızıyorum, bağırıyorum ama eve gidince de bağrıma basıyorum. evde tam bir melek domuz kafalı danacık! 

onu nasıl eğitebilirim diye bulduğum bütün köpek eğitim sitelerini hatmettim. bu gidişle bu çocuk yüzünden ya çok iyi bir köpek eğitimcisi olup çıkacağım, ya da gazetelere, köpeği tarafından yenilen kadın olarak haber olacağım. 

bu mevzuda altı ayrı yerli eğitimciye mail attım, cevap vermeye tenezzül eden iki tanesi ancak para kazanma derdinde. anlaşıldı, bizim yabancı bir eğitimciye danışmamız lazım. 

hadi bana şans dileyin; bütün zorluklarına rağmen bu çocuğu sokağa geri göndermek istemiyorum.  

17 Ağustos 2013 Cumartesi

çok zaman oldu.

unuttum yazmayı. unuttum kendi içime dönüp bakmayı.  
aylar var ki, ben ben değilim. ya da ben olmayan yolculuktayım. 

son aylar öyle yoğun, hızlı ve şaşırtıcydı ki, nefes almadan yaşadım. başıma gelenler, birbirini takip eden sevimsizlikler silsilesiydi. anlatırım zamanla. ama öğreniyorum, ya da belki de bildiklerimi unutmaya başladım. belki de olması gereken bu! çünkü hayat ve insan hakkında bildikerlimi tersine çıkaran şeyler yaşadım, yaşıyorum, yaşayacağım.  yaşım kırk dörde yaklaşıyor, yeni doğmuş bir bebek gibi şaşkınım. ama değilim de bir yandan. anlayışla karşılıyorum acımasızlığı, tüylerim ürperirken bir yandan. 
nereden başlasam, nasıl anlatsam...
bir şarkıya sığmayacak gaddarlıktayıdı hayat. ama hayat bu, olması gerekeni oldurur. ben de payıma düşeni yaşıyorum, herkes kadar, herkes gibi. 

yazacağım. az sabır. 

30 Nisan 2013 Salı

gelin kardeşler bir olalım!

tam bir mayıs'a özgü bir başlık olurdu bu. ama orada birlikten ziyade farklı fraksiyonların çatışması tezahür eder. buyrun geçen yılki yazıma.
yok, benim bu yazımın bir mayıs ile uzaktan yakından bir akrbalığı yok. hadi inat etmeyeyim, belki uzağından vardır: o da bir mayıs kutlamasının özünde olması gereken "bir olma" ruhu olabilir.

herkesin bir inancı vardır ve kendinedir. inanç derken de aslında dinden bahsetmiyorum. din inanç kavramının kollektifleşmiş hali bana göre. bireyselliği içinde barındırıyorsa da, kuralların ortak bir payda üzerinde birleşilmiş halidir. günde beş kez camilerde toplu namaz kılınması, hacca gidilmesi, pazar ayinleri gibi. kuralları da ortaktır. oysa inanç genel bir kavramdır. belki dini eylemin de başı olarak görmek lazım. ama gelin önce sözlüklerin inancı kavram olarak nasıl tanımladığına bakalım.
şu üç mana çıkıyor karşımıza:
1. Bir düşünceye gönülden bağlı bulunma; inanılan şey, görüş, öğreti.
2. Tanrı' ya, bir dine inanma, iman, itikat.
3. Birine duyulan güven, inanma duygusu
üçü de en nihayetinde aynı şeyi ifade ediyor: inanma halini!

amacım dini ve kurallarını da irdelemek değil. sadece inanç din ile daha çok bağ kurulduğu için din mevzusuna daldım. oysa ben inancın kendisinden dem vurma gayretindeyim. inanç ille de başkaları tarafından dayatıldığı biçimiyle var olmak zorunda değil. inancımızı kendimize göre belirlemekte ve geliştirmekte özgürüz. elbette başka canlıların canını yakmamak suretiyle. pek çok dinde yenilsin yenilmesin, hayvanların hatta insanların kurban olarak verilmesini anlamakta güçlük çekiyorum.

ama asıl gelmek istediğim konuya bir türlü gelmediğim gibi, daha da uzaklaştığımın farkındayım. din, benim anlatmaya çalıştığım birlik olma halinin binlerce kanadından sadece biri.
bana göre din, bilim, doğa, gece gündüz, iyilik ve kötülük, aklınıza gelebilecek her şey, bir olma halinin sadece bir parçası. diğeri öbürünü yadsıyamaz. hepsi aslında kendince bir olanı anlatmaktadır. ve hepsi mevcut olduğu sürece birliğin gerçekleşme olasılığı vardır. birini inkar ettiğiniz anda, birliğe erişme olanağını da tepmiş olursunuz. çok mu karışık anlattım? kesinlikle! kafamda çok net olan bu mevzuyu kelimeye dökmeye çalıştığım anda kelimelerin kıfayetsiz kaldığını görüyorum. hani aristo'ya sormuşlar ya, "zaman nedir?" diye, o da "ne olduğunu çok iyi biliyorum, ama sözcüklere dökmeye gelince, yanıt bulamıyorum." demiş, işte o hesap benimkisi.

durun şöyle anlatmayı deneyeyim: mesela, dindarla darwinciler pek bir atışır ya! ne gereksiz bir atışmadır bu! darwin mevzuyu bilim ışığında anlatmış, din ise aynı hadiseyi inanç ışığında. ama her ikisi de var olma mucizesi deyin, ışık deyin, enerji deyin, nirvana deyin, ne isterseniz deyin, tanrı'nın sizde tezahürü ne ise, onun ismini söyleyin. darwin evrim demiş, dinler yaratılış, einstein relativite teorisine sığdırmış, freud bilinçaltında aramış, faust uğruna ruhunu satmış.

beğenmediniz mi? o halde başka bir alegoriden gireyim:
hani körlere fili elletmişler, biri hortumuna dokunmuş, diğeri kulağına, öbürü bacağına, vs vs. sonra sormuşlar fil nasıl bir şeydir diye. ilki kulağı tarif etmiş, diğeri bacağı, beriki hortumu, yani her biri sadece dokunduğu, hissedebildiği uzvu tarif edebilmiş. başlamışlar tartışmaya, yok benimki doğru, yok seninki diye. aslında hepsi doğru tarif ediyordu. ama sadece dokundukları bölümü.

işte bu bütünü görmekten aciz, kör olan bizler, ancak algılayabildiğimiz kadarıyla var oluş resmimizi betimleyebiliyoruz. ve aslında hepimiz haklı bir resim çiziyoruz. hiç birimizinki yanlış değil. ama işte bütünü oluşturmuyor.

ibnü-l arabî demiş ya,
"halk, ilah hakkında çeşitli inançlar edindiler
ben ise, onların inandıklarının hepsine inandım"* 
diye. her birimizin tanrısı bizim var oluşumuzu nedenliyor. yukarıda bahsettiğim tezahür meselesi.

ya da milyonlarca, milyarlarca parçalık bir puzzle resmini düşünün. her birimizin gerçeklik, var oluş algısı bir puzzle parçacığına denk gelsin.
ancak bir araya geldiğimizde bir bütün oluşturacağız. voltran misali. -seksenlerin efsane çizgi filmini anımsayın!-
ama biz naçizane fanilerin bu bütünü oluşturabilmek nerede, hele ki görebilmek kim bilir nerede!
oysa kâmil olanlar resmin bütününü, bir araya gelmese de görmeye vakıf olduğu anlatılmakta.
naçizane bizler, bundan yoksun olduğumuz için de devam edeceğiz dır dır edip birbirimizi ötekileştirmeye, düşmanlığa ve savaşlara! çünkü en doru bizimki! hep beriki yanlış!

oysa beriki diye bir şey yok! ah bunu bir anlasak...


* ebu'l-alâ afifi, fusûsu'l-hikem okumaları için anahtar, iz yayıncılık, istanbul: 2002, s.185

17 Nisan 2013 Çarşamba

konuşmak - dinlemek ya da anlaşamamanın anatomisi

başıma, daha doğrusu çok sevdiğim bir varlığın başına gelen haksızlığı yazdığım yazı dava konusu oldu.
burada beni en çok inciten mesele, dava edilmem değil, gerçeği söylemediğimin iddia edilmesi. yazının kendisini burada tekrar belirtmeyeceğim, belki dava sonrası da kaldırmam da gerekecek, ama şu var ki, olan biten aynen o yazıda anlattığım gibi oldu. hem haksızlığa uğruyor, üstelik haksızlığa uğradığıma dair gerçekleri yazdığım için ikinci kez haksızlığa uğramış oluyorum.
karma nerede diye düşünmeye başlıyor insan.
ya da öğrenmem gereken nedir ki, bunu böyle bir yoldan öğrenmem gerekiyor?
geçen gün, karşı tarafla belki orta bir yol buluruz düşüncesiyle görüşmeye gittim. doğru düzgün konuşturmadılar bile, kovulmaktan beter oldum. iyi de olayın vuku bulduğu zaman da dinlememişlerdi ne zaman dinleyecekler peki? herkesle iletişim kurulamıyor. kurulsa, dünyadaki tüm anlaşmazlıkların önüne geçilirdi pek tabii.
neden mi yazdım bu yazıyı? neden olacak, her zamanki gibi içimi döktüm.

2 Nisan 2013 Salı

ipini koparan güzel havaya ve adaya. ya da kalpazankaya artık "out"!

uzun, soğuk haftadan sonra, yeniden adalardan birine kaçıp, hava almanın iyi bir fikir olacağını düşündüm. saatler ileri alındığından mıdır bilmem, vapur pek öyle kalabalık değildi. aman iyi hadi, gidişimiz en azından rahat olacak dedim. ki öyle de oldu. benno'yla tam istediğim yerde oturarak yer de bulduk. ada'ya varır varmaz da benno en neşeli halleriyle hoplayıp zıplayıp atların peşine düştü. aheste bir yürüyüşle de aldık kalpazankaya'nın yolunu. -kesin daha evvel bahsetmişimdir: en sevdiğim ada burgaz, onun da en çok kalpazankaya'sını severim. pek turistin uğramadığı, ancak bilenlerin gittiği derme çatma bir restoran. "restorandı"demem lazım galiba artık. anlatayım efem, neden 'di'-li geçmiş zaman kullanmak gerektiğini: yani neredeyse "sevmez olaydım" dedirtti bu sefer! yahu, neydi oranın hali öyle? bir gittik ki, masaların neredeyse hepsi rezerve! "belki yukarılara doğru boş masa vardır, diyerek belirsizliğe yollayacak garsonlar. rezervasyonu yaptıranların geleceği saat de belli değil üstelik. ama rezerve mi, rezerve. hani utanmasalar, neredeyse kapıdan kovacaklar. "ancak içecek ikram edebiliriz" dediler. eh onca yolu gitmişiz, bari birer acı kahve içelim, biraz dinlenelim, öyle döneriz dedik. iğreti iliştik bir masaya. ama kahve resmen boğazımızda kaldı. bir pahalanmış bu eski köhne yer! küçük su, bakkaldakinin beş katı fiyatına! eh artık kahvelerin parasını varın siz hesab edin! neymiş efendim, meşhur olmuşmuş burası artık! başlarına çalsınlar madem, bir daha da gitmem!
kahveleri içer içmez kaçtık elbette. zaten garsonlar gözümüzün içine bakıyorlar, rezervasyon sahipleri gelecek endişesiyle. ama karnımız aç! biz balık hayaliyle gelmiştik buraya! hadi dönüp bari merkezdeki restoranlardan birinde ada-temiz hava-balık üçlemesini yapalım dedik, ama o da nafile! orası da kalpazankaya gibi: telefona sarılan rezervasyon yaptırmış. eee, ne yapacağız? aç bitap geri mi dönecektik? neyse, sonunda bir fastfuğdçuda yer bulabildik. menüdeki en az zararlı olanını seçtik: çek usta, iki pilav üstü kuru!
baktık, ada doldukça doluyor, her gelen vapurla bir sürü insan iniyor; hadi yolcu yoluna gerek diyerek öğle sonrası ilk vapurla dönüş yolunu tuttuk. iyi ki de yapmışız, bir sonraki vapurla değil oturacak yer bulmak, ayakta bile zor duracak yer bulurduk galiba...
anlaşıldı, bir daha "hafta sonu ada keyfi" dendi mi, üç kez düşüneceğim, beş kez yutkunacağım ve büyük olasılıkla ancak hafta içi ayak basacağım.




20 Mart 2013 Çarşamba

benno'nun ilk kavgası

sahilde sürekli karşılaştığımız iki jack russel cinsi köpek var, einstein ve sheila. einstein biraz sinirli bir köpek, hep benno'ya posta koyuyordu. ama benno'nun mülaimliğinden pek bir şey olduğu yoktu. bu sabaha kadar. ilkin yine havlayıp geçecek sandım, zaten benno da hafiften yanıma sığınır bir halde ürkekçe uzaklaşma gayretindeydi. tam o esnada einstein son bir hamle ile tekrar çullandı benno'nun üzerine. benim çocuk da, "ulen, yetti gari, sabrımı taşırdın" diyerek bir girişti ki, evlere şenlik! şaştım kaldım. nasıl dişlerini çıkardı ortaya!!! kısa sürede einstein'ın tepesine çıktı. o anda davrandım, tasmasına yapışır yapışmaz çektim öbürünün üzerinden.
şok olmam normal; benno'yu ilk kez saldırgan bir halde görüyorum. hemen orada kontrol ettim. kulağının üzerinde bir diş izi var, hepsi bu. benno'nun kalbi nasıl da yerinden çıkacakmış gibi güm güm atıyordu...
tuhaf bir duygu oluştu içimde. bir yandan, hep sakin olduğunu düşündüğüm köpeğimin diğerleri kadar saldırganlaşabileceğini görmüş olmamın şoku, diğer yandan da saldırıya uğradığında, anası gibi elleri armut toplarmışçasına savunmasız kalmadığını görmenin gururu. evet ya! benim gibi yediği dayakla kalmadı, saldırgana ağzının payını verebildi küçük oğlum.
ama eve gelince boynunun etrafındaki kanı görünce bayağı bir paniğe kapıldığımı söylemeliyim. üstelik bütün tetkiklerden sonra, kanın benno'ya ait olmadığını görünce daha da panikledim. minik saldırgan einstein acaba ne durumda? umarım ciddi bir yaralanma yoktur.

not: resimde benno'yu paşa ile tepişirken görüyorsunuz. tabii bu son derece arkadaşça bir tepişme. ama miniğimin korkusuzca nasıl büyük köpeklerle de oynayabildiğini görün istedim.

incinen inciler

iki saat sonra kalkacağım aslında. çoktan uyumuş olmam gerekirdi. nedense bu "gereklerle" hayatımızı kısıtlıyoruz. ne olmuş? bir gece de uykusuz kalayım. 

kısa zamanda çok sevdiğim bir arkadaşımı incittim iki gün önce. psikoloğuma bakarsak, ben incitmedim. o incindi. 
ne zaman inciniriz? 
beklentiler oluşturup da gerçekleşmediğini gördüğümüz zaman, çoğunlukla. 
yeni bir ilişki başladığında, bu ister aşk olsun, ister arkadaşlık, isterse mesleki olsun, taraflardan biri, kötü bir ihtimalde her ikisi, "şunu da yaparız, bunu da yaparız" minvalinde başlar planlar yapmaya. bunun nesi kötü diyeceksiniz belki şimdi. dile getirilmesi sorun. henüz daha yeni tanışmışsınız o insanla ya da yeni başlamışsınız o işe, durun hele! belki sevmeyeceksiniz uzun vadede, belki de hiç o bahsini ettiğiniz etkinliği yapmak istemeyeceksiniz!? tamam, yapmayız olur biter! yooook, o kadar kolay değil bu iş. işte karşı tarafta beklenti yaratmaya böyle başlıyorsunuz. sadece karşı tarafta değil, kendinizi de bir çeşit cendereye sokuyorsunuz da farkında değilsiniz. daha kısa vadede yapılası planlar olsa, can kurban. ama durum o değil ki. 
elbette beklentiyi sadece olmayacak işlere âmin diyerek oluşturmuyoruz. geçmiş yaşantılarımızdan edindiğimiz tecrübeler de zehirliyebiliyor zihnimizi. tecrübe ve zehir kavramını pek yan yana getiremeyenler için: kötü bir tecrübenin bir sonraki güzel şeyi deneyimlememizi engellemesine izin verebiliyoruz. burada verebileceğim en güzel örnek de "kedim öldü, çok üzüldüm, bir daha da eve başka bir hayvan almam!" yaklaşımı. ee o zaman yaşamasana güzel kardeşim, daha kolay! bu, "çikolata yedim, ama bitti. üzüntümden başka çikolata yiyemeceğim" demek kadar abes. ne dediniz? çikolata ile duygusal bir bağ kurmuyor musunuz? hadi oradan! bir hafta çukuları indirmeyin mideye de göreyim, nasıl bir bağ varmış. sinirli sinirli birilerine mi saldırırsınız yoksa mızmızlık mı edersiniz,  artık kim bilir. 
bu yazıyı niye yazdım? aslında iletişimi kesen arkadaşıma bir umut, buradan ulaşmaktı amaç. yani bir nevi açık mektup.  ama daha mı kızar yoksa tam tersine kırgınlığı geçer de dostluğa bir fırsat daha mı verir, bilmem. ben ikincisinden yana umudumu besliyorum. 







19 Mart 2013 Salı

üvey evlat

bu blogumun okuyucuları kendilerini üvey evlat gibi hissediyor olmalılar. varsa yoksa edebi mecmua'ya yazıyorum. 
aslında neden buraya yazmadığımın farkındayım. saldırıya uğradığımdan beri, sanki burası da suç mahalli oldu. adam bana blogumun içinde saldırmadı ya! ama işte zihin bu, tuhaf işliyor zaman zaman.  
halbuki aklımda bir sürü konu var. bir tanesine fotoğraf bile çektim. 
neyse efenim, ben minikten minikten barışma faslına gireyim blogumla. yazılar bilahare akacak. 

30 Ocak 2013 Çarşamba

gerçeği inkar etmemek mi? o da nedir?

on gün geçti. 
şu an migrenim başlamış bir şekilde yazıyorum. yazmazsam boğulacağımı hissediyorum. ağlamamak için kendimi kastığımdan mütevellit bu ağrı, farkındayım. 
sosyal medya tam bir cadı kazanı. veteriner beyin yoldaşları yaşadığım olayı öyle bir anlatıyorlar ki, kendimi engizisyon mahkemesinde hissediyorum. "dünya dönüyor!" 
"yakın bu cadıyı!" çığlıkları yükseliyor her yanımda. 
karşıt grubun bana yansıyan bir yazısını tüm imla yanlışlarına dokunmadan aynen paylaşıyorum:




"Arkadaşlar, olayları uzatmak istemem ama, üye olduğum ESKİ MODALILAR isimli grupta zibirix hanımın olayından beri sürekli bir yazışmadır gidiyor ve çoğu da "Güven çok terbiyelidir, öyle şey yapmaz" diyor. Biraz önce grup üyelerinden biri olayın diğer taraftan görünüşü diye uzunca bir yazı yazmış. Ben de bizden kimlerin o gruba üye olduğunu bilmediğimden kopyala-yapiştır yöntemi ile yazıyı bu sayfaya taşıyorum, izninizle:
Oncel Koca Jem SB :Shindi bulamadım eski posting i ama kısaca Modalı veteriner hikayesinin bambaşka bir yüzü olduğu anlaşıldı... Veteriner emmi değil, ona zincirli tasma ile saldıran haatun kişi ve kendi deyimiyle "çetesi" hatalı... Melis Pekun chimmm, sana hikay...See More
18 hours ago · Like · 2
Jem SB Domani....
17 hours ago via mobile · Like · 1Jem SB Dun Veteriner Klinigine yakin sayilabilecek bir dukkana ugradigimda sordum. Kendileri Guven Beyi 85 ten beri tanidiklarini, kesinlikle hayvanlara veya insanlara saldiracak bir yapida olmayan bir insan oldugunu vurguladilar. Olay sheuyle olmush:

Guven Bey ve esi sahilde kucuk kopeklerini tasmasi takili olarak gezdirirlerken 4-5 tane sahiple fakat tasmasi olmayan kopek kendi kopeklerine saldirmis. Bir taraftan kendi kopeklerini cekistirip korumaya calisirken, diger taraftan da saldiran kopekleri uzaklastirmaya calishirken Guven Bey ayagi ile bunlardan bir tanesini itelemis. Tekmelemis bile olsa can havliyle bu normal bir davranis, bence...
Bu kopegin sahibi olan maalum haatun elinde zincirli tasma ile Guven beye saldirip metal kismiyla ensesine vurmus ve Guven Bey yere yikilmis. Kendisine gecen sene kalp problemleri yuzunden stent takildigi icin ve sagligi bu yuzden pek yerinde olmadigi icin onu yerde goren esi diger haatun kishinin uzerine yurumus ve birbirlerine girmisler. Maalum haatun kishi onun girtlagini sikmis, boynunu morartip parmak izlerini birakmis, falan, filan ve o hengamede de haatun dusmus ve kafasini tasa vurmus.
Bu arada da maalum haatun kisinin beraber oldugu diger tasmasiz dolasan kopeklerin sahipleri de etraflarini sarmishlar ve bir arbede, tartisma olmus. Bu kargasalik sirasinda da bu insanlar kendilerinin "Soysuzlar Grubu" olduklarini ve kimlerle muhatab olduklarini bilmediklerini, vs, vs, soylemisler... (!!???) Hangi akli basinda Modali "Soysuzlar" adli bir grup kurup uyesi olur????!!!
Guven bey ve esi hemen polisi cagirmislar, karakola giderek sikayetci olmuslar. Bu arada Karakolda iken "Soysuzlarin" elebasi oldugunu anladiklari bir adamdan da bizzat sikayetci olmak istediklerini ancak kimligini ve adresini bilmediklerini soylerken bu sahis kendiliginden cikagelmis ve sahitlik yapmak isterken, onu da iceri alivermisler...
Sahsi gorusumu burada beyan etmeden duramiyacagim her zamanki gibi...Insan sevgisi olmayan, cevreye, komsularina, mahalle sakinlerine, vatandaslarina saygiyi birakin, anlayisi olmayan bir takim insanlar zavalli hayvanlari "satin alip" bulamadiklari, gosteremedikleri sevgiyi onlara dogrultmaya calisiyorlar. Gene o zavalli hayvanlari da kendileri, kendi cocuklari gibi de simarik, terbiyesiz yetistirip cevrelerine de zarar veriyorlar.Bu kopekleri sokak kopekleri ile karsilastirin aradaki farki anlarsiniz... Sokaktakiler ne kadar asil, terbiyeli, sakin hayvanlardir...Sahiplerine gelince... Bence once onlarin terbiye gormeleri ve bu tur karmasalara karishanlarin hayvanlari ellerinden alinmalidir... Kisacasi ehliyeti olmayanin hayvan bakma yetkisi de olmamalidir bu durumda... Cunku daha o medeniyete erisemedik...
Etrafinizda tasmasiz gezdirilen kopek gordugunuzde, arkasindan pisligini toplamiyan sahipler gordugunuzde, hatta cocuk parklari, piknik alanlari gibi pislememesi gereken yerlerde buna izin veren sahipler gordugunuzde uyarin, gerekiyorsa da sikayet edin... Susmayalim...Dedikodu kismina gelince de... Her iki tarafi dinlemeden katran ve tuye saldirmak 19. yuzyil uzakbatisinda kalmali artik..."

meğer ne cengâver kişiymişim... zincirlerle kocaman adamları yere yıkabilen bir herkülmüşüm oysa. 
zaten kayalıklara doğru düşüyordum, güven bey'in bir eli de yanlışlıkla benim boğazımı sıktı, öbür eli de kazara başıma yumruklar atıp, kayalıklara vurdu!!!!

bütün gerçeği nasıl da değiştirip kendini mağdur olarak görür olmuş. nasıl bir patolojidir bu?

bu olayı anlattığımda "nasıl bu kadar rahat gerçeği değiştirebilir?" diye hayıflandım.  genç bir avukat arkadaş "insanlar dünyasına hoşgeldin!" dedi gülerek. hayır, bu insanlar dünyası olamaz! kabul etmiyorum! insanların haksız olmalarına rağmen karşısındakini ezmeye çalıştığı bir dünyada olmaktan utanıyorum. ! 
kırküç yaşıma kadar çok şanslıymışım meğer. bugüne değin bu denli sınırlarımı zorlayan ve hatta zalimce gelen bir hadise geçmemişti başımdan. demek ki bu manada henüz öğrenmediğim bir şeyler var. 
canım yansa da dayanmaya çalışacağım. 
ne olur bana biraz cesaret verin!?

23 Ocak 2013 Çarşamba

hayvanlara kötü muamele edebilen veteriner

bu saldırıya bir de başka bir canlının açısından bakmak gerekiyor. ne de olsa olay, aslında bir köpeğe yapılan saldırı sonucunda vuku buldu. mesleği veterinerlik olan bir kişinin hayvanlara çok daha bilgili ve soğuk kanlı, ama en önemlisi de sevecen yaklaşması gerekmez miydi? hadi diğer köpeği kendi köpeğini korumak için tekmeledi. ama benno'ya tekme atmasının hiç bir gerekçesi yok.

ha peki hayvanları sevmiyor diyelim. o halde neden bu mesleği icra ediyor? ya da ettiğini sanıyor?!
zaten daha evvel ona hasta götürmüş olan hayvan sahiplerinden hep benzer yakınma duydum: ya pek ilgilenmiyor ya da parası olmayan hayvan sahibinin vay hastasının haline! ya yanlış tanı ya da sakatlıkla sonuçlanmış vakalarla dolu bir sicili var, hatta ölüme sebebiyet bile verdiği söylenmekte. 
bunları duydukça insan iyice çileden çıkıyor. 

veterinerlerin hipokrat yemini gibi hastalarının sağlığını her şeyden üstün tutacaklarına dair ettiği bir yeminleri yok mudur? hoş, hekimlerin var da ne işe yarıyor? insana kötü muamele eden doktor gani!
iyi de ama hayvanlara kötü muamele ettiğini bildiğiniz bir veterineri nereye şikayet edebilirsiniz?
konunun biraz üzerine gidebilmek için veteriner bir arkadaşıma danıştım. veteriner hekimler odası var, ama oraya şikayet etmenin pek bir getirisi olmaz dendi. sonuç itibariyle lisansını iptal edebilmek için yeterli değilmiş hayvanlara kötü muamele edilmesi. en iyisi hayvan hakları derneklerine başvurmakmış.

benno'cuğa bakıyorum. ayak dibimde, başını ayağıma yaslanmış mışıldıyor. benden daha dayanıklı bu çocuk. uçan tekmeyi sanki o yememiş. hayat devam ediyor onun için.
bir de benim için edebilse. 


post saldırı sendromu ya da kadına şiddettin meşruluğu

olayın üzerinden üç gün geçti ve sanırım daha yeni idrak etmeye başladım başıma geleni.
hani sıcağı sıcağına açılan derin bir yarayı hissetmezsiniz, içinizden oluk oluk akan kana şaşırırsınız ya (bunu sanki benim ve okuyucularımın her gün başına geliyormuş gibi anlatıyorum! benim hiç başıma öyle ciddi bir yaralanma gelmedi, ama hep duyarız ya bunu. hadi uğraştırmayın beni, ne demek istediğimi anladınız). aynen o yaranın soğuduktan sonra acıması gibi yeni yeni canım yanmaya başladı. aradan geçen bir kaç günün ardından, geriye dönüp daha detaylı düşününce dehşetle bakar oldum bu pazar gününe.

sürekli kafamda sorular dolaşıyor sinsice: o adamın omzuna dokunmak yerine yardım m çağırsaydım önce? ya da başka arkadaşların yapacağını söylediği gibi, önce ben mi saldırsaydım? bu gün olsa yine adamın omzuna yapışır mıydım?

ama nereden bilebilirdim ki?

içim acıyor o anı düşündükçe...

bir kere, normal bir tepki değildi karşıdan gelen. omzunuza sertçe bile olsa -ki benim iki katım büyüklükteki adama ne kadar sertçe dokunmuş olabilirim ki?-, biri dokunuyorsa, ben olsam önce silkinir, sonra en kötü ihtimalle karşımdakini iterdim. yani karşılık vereceğim en uç reaksiyon bu olurdu. kaldı ki, karşımdakinin benim yarım boyutumda eşit güce sahip olmadığını gördüğüm bir insan var, o iteklemeyi bile yapmazdım, değil onu bilmem kaç metre ötedeki kayalıklara sürükleyip döveceğim!!!! nasıl bir durumdur bu?
nasılını bilmem, ama normal olmadığı kesin. çünkü ilk darp vakası değilmiş bu beyin. anlatılanlara bakılırsa, daha evvel de üç kişiye saldırmış. ama öncekilerin hepsi erkekmiş.

bu sefer nasıl oldu da bir kadına el kadırabildi? şiddet ekseninde bir gelişme mi kaydetti?
tanımadığı yabancı bir kadına bu kadar rahat el klaldırabiliyorsa bu ilk olabilir mi?
bana saldırdığına şahit olan birisinin bu adamın karısına "ben sana vursam, sen tepki göstermeyecek misin?" yönelttiği soruya, bu pek saygı değer hanımın verdiği cevap düşündürücü: "o da beyimi kızdırmasaydı!" bunu duyduğumda ikinci bir şok yaşadım!
şimdi merak ediyorum, acaba günde kaç posta dayak yiyor ki bu hanım eşinden, dayağı bu kadar meşru görebiliyor? ama bence yemiyordur; yese, empati kurabilirdi. ve asıl o zaman meşru göremezdi.

ben kendimi o hanımın yerine koyuyorum; benim eşim bir kadına saldıracak; kadın isterse haksız olsun, eşimi yine ayırmaya ve dövmesine mani olmaya çalışırdım. bunu da karşı tarafı düşündüğümden değil, eşime olan sevgimden ama öncelikle de kendime olan saygımdan yapardım! onun sağlıklı düşünemediği bir anda, benim görevim değil midir, mantığı ele alıp onun yerine düşünmek? bir kadını dövmesinin incitici tarafını bir yana bıraktım, bir kadını dövebilecek bir adamla beraber olmayı kendime yakıştıramayacağım için başta engel olmaya gayret ederdim. ama sanırım böyle bir şeye teşebbüs edebilen adamı da kısa sürede terk ederdim.
ama bu hanım, bırakın eşine engel olmayı, ortalığı daha da karıştıracak şekilde etrafa hakaretler ve tehditler yağdırdı.

ve sonrasına özür dileyeceklerine, "en iyi savunma karşı saldırı"dır mantığıyla, onlar da benden davacı şimdi. hem de göz göre göre gerçek dışı beyanatlarla.

yine de çok şanslıydım, sağlam bir taş kafaya sahipmişim. o kadar darbeye rağmen sağlığım iyi durumda. sanki ilahi bir güç beni korumuş.
bilmiyorum, karma, tanrı, ilahi güç ya da adını ne koyarsanız koyun, beni acaba sıkı bir testten mi geçiriyor nedir?


21 Ocak 2013 Pazartesi

nasıl saldırıya uğranılır

dün nasıl da keyifli bir pazardı. benno ile sahilde yürüyoruz. köpek sahibi başka tanıdıklar da var. sohbet, güzel hava, mutlu köpekler. derken bir çift geçiyor kırış kırış köpeğiyle. tanıdığın labrador cinsi köpeği bunun üzerine yürüyor, hafif bir hırlaşma oluyor. şapşal benno da etraflarında koşturuyor, işte köpeklerin normalde yaptığını yapıyor. benno'yu alayım o karışıklıktan diye olayın olduğu yere intikal etmek üzereyim ki, o kırış köpeğin sahibi önce goldene bir tekme sallıyor, sonra benim bıdık benno'ya! benno havada uçuyor. bunu görmemle, hey ne yapıyorsun diye adamın omzuna yapışıyorum. adam bir anda dönüyor, boğazımdan tuttuğu gibi kayalıkların üzerine fırlatıyor, ben kayalıkların üzerinde yatarken, bir eliyle boğazıma abanmış, öbür eliyle kafama vuruyor. kafam kayalıklara çarpıyor. yıldızların uçuştuğunu görüyorum. o süreç kaç saniyelik bilmiyorum, ama bana saatler kadar uzun geliyor. aklımda sadece tek bir düşünce, niye kimse kurtamıyor?! sanki bu içsel çığlığımı duymuşçasına birileri çekip alıyor adamı üzerimden. 
olay karakola varıyor elbette. tüm sahil, beni de şahit yaz diyor.  
saldırgan bilindik bir veteriner moda'da. moda caddesi'nde 24 saat açık duran friends adlı veteriner kliniğinin ortaklarından güven selbes adında biri.
karakola ilk geldiğimizde pişman oluyor. "nasıl oldu, anlayamadım."
tam yumuşar gibi oluyorum, tutup, "ama önce siz saldırdınız" diyor. nevrim donüyor! adam benim iki katım büyüklükte. hadi diyelim ki saldırmış olayım, yapabileceği en normal tepki beni kenara itmek olurdu. ama aldı, basbayağı darp etti. 
bağırıyorum "siz bir kadına saldırdınız!" 
karakol, hastane, tekrar karakol derken altı yedi saat geçiyor. sürekli bir baş ağrısı ve mide bulantısı bende. neyse ki çekilen tomografi temiz çıkıyor. kanamanız olursa ya da mideniz bulanırsa geri gelin diyorlar. ölür kalırsam da geri geleyim mi diyecek oluyorum, demiyorum. gülümseyip teşekkür etmekle yetiniyorum.  
şimdi karşılıklı birbirimizden davacıyız. güya önce ben saldırmışım, o da kendini korumuş sadece! en eğlencelisi de, karısı da hakaret ettim diye şikayet etmiş. kadınla bari konuşmuş olsam, gam yemeyeceğim. zaten şahit olarak gelen başka bir köpek sahibi bir beyden de, tehdit etti diye şikayetçi oldu bu kadın. adamcağız şahitliğe geldi, davalı oldu! galiba en çok da ona üzüldüm. 

bölük pörçük bir kaç saatlik uykuyla olayı anlamaya çalışıyorum. 

halbuki gün nasıl da keyifli bir pazar olarak başlamıştı...


15 Ocak 2013 Salı

benno ile taksim'i fethet(me)mek...

geçen cuma, hem de o yağmurlu gün, aldım haytayı, doldurdum çantaya nevalesini suyunu, atladık vapura, maceraya atıldık! 
vapura biner binmez benno'da bir heyecan! üst arka dış bölümde gittim ki, insanlardan bunalmasın diye. bir o yana koşturdu, bir bu yana. vapurun her yanını keşfetmeye çalışır gibiydi. karaköy'den ver elini hani şu malum yokuş, yüksek kaldırımdan tünel'e. yağmur'a biraz uyuz bir vaziyette her tarafı koklaya koklaya çıktık. yol boyunca da tek karşılaştığımız sokak köpişi de buradaki bir büfenin önünde mama dileniyordu. tabii bendeki kuru mamaya pek ilgi göstermedi. tünel tarafında ilk durağımız türk-alman kitabevi. bir eğitim kitapları temsilcisi var, o da köpek sahibi, benno'yu da fb üzerinden tanıyor, açtı hemen kucağını, tüm kitabevi'nden dolaştılar, ben kitaplara bakarken. sonra ver elini istiklal. neyse ki henüz öğle üzeri o korkunç kalabalığa ulaşmamıştı, yine de benno bir sağa bir sola bakıp olan biteni algılamaya çalışırken başı döndü. galatasaray'dan boğazkesen'e döndüm. ikinci durağımız olan alman kültür'e gelmiştik. önce sekretarya'ya uğradım. eee onca yol geldik, eski iş arkadaşlarımla benno'yu tanıştırmadan gidilir mi başka yere. tabii herkes bayıldı minik zıpırıma. sonra kütüphanesine uğradım, zaten bu yolculuğun nedeni orasıydı. sizinki anlaşılan şimdiden yorulmuştu, sıcağı da görünce mayıştı. yayıldı masalardan birinin altına. ben işimi bitirdim, ama benno'dan tık yok. anca, hadi gidiyoruz deyince ayaklandı. 
dönüşü de boğazkesen'den aşağı, tophane, oradan da karaköy'e geri dönmek amacım. ama başladı mı fotoğraf serüveni, o kısacık yol uzadı bir saate. yolun sonlarına doğru hissedilir biçimde benno'yu sürükler olmuştum. vapura varana kadar da tam çamurda oynamış veletler kadar kirloz bir vaziyetteydi. üşümesin diye bu sefer vapurun içinde oturalım dedim. zaten o da hemencecik koydu başını ayağımın dibine, kapadı gözlerini. ama ben rahat duramadım ki, hababam fotoğraf çekmek için dışarı çıkınca, çocuk da onu bırakıp gidiyorum endişesiyle duramadı yerinde. vapurdan indiğimizde yorgunluğu iyice ortaya çıkmıştı. o son on dakikalık yolu, "hadi bennocuk, az kaldı tatlım"larla zor bela geldik. eve girer girmez, patiler de silindikten sonra bir koydu başını, akşamın erken saatine rağmen uyudu, ta ki, ben yatana kadar da kaldırmadı. uff, onca yeni koku, yeni insan, yeni mekanlar... haklı çocuk.  

10 Ocak 2013 Perşembe

paşa ya da başımın tatlı belası...

bundan bir kaç ay evvel sahilde bir köpecik bulundu. kocaman beyaz bir labrador. moda sahiline sıkça gidenler bilir, orada köpek kulübeleri vardır, işte bu garibim de orada bakılıyor. ama sabahları yemek veren kişiler gelene kadar bizim çocuk sıkıntıdan patlıyor, hav hav da hav hav. insanın içi acıyor onu orada bağlı ve sıkılmış gördükçe. ben de adet edindim, benno'yu sahile indirdiğimde bu koca oğlanı da alıyorum yanıma. ama tasmada gezdirmek mümkün mü bu minik devi?! alabildiğine çekiştirip uçuruyor adamı. bir de nereden buludularsa bir gövde tasması bağlanmış, hani kızak bağlasan asfaltın üzerinden bile çeker herkül çocuk. 
tamam çekiştiriyor filan da, onca iriliğine ve güçlü oluşuna rağmen dünyanın en uysal ve sakin köpeği.  hani şöyle evlat edinse bunu biri, çok kolay yola gelir azıcık bir eğitimle. sabahları yanımda gezdirdiğim o kısa sürede "otur" komutunu öğrendi bile.
 
bu çocuk uysal olmasına uysal da gel gör ki, başka erkek köpekler buna feci kıl. diğer kulübelerde ikamet eden en azılı köpeklerle bile arkadaş olmayı becermiş bu tatlı çocuk, sahipli köpeklerin  boyna saldırısına maruz kalıyor. eee o da o kadar cüssesiyle armut toplayacak değil ya, kendini savunmak adına geri atağa geçiyor. ama saldırıya meraklı olan köpek bağlı olursa, ne kadar hırlayıp, istediği kadar havlarsa havlasın, bizim paşa bir defa olsun dönüp bakmıyor, kâle bile almadan geçip gidiyor.  
buna başka sahiplere gayet kolay anlatabildim, onlar da yavaş yavaş anladılar ki "haaa huyduzluğu bizim köpek yapıyor"
ama maalesef, bir kadın var ki, paşa'ya, dolayısıyla da bana feci takık. adını anmaya gerekli bulmadığım bu hanım abla, kendi gibi ufak ve huysuzun önde gideni olan bir köpeği var. köpek nerede görse, kendi bıdık boyuna bakmadan paşa'ya hücum ediyor. ilk karşılaşmamzda, ki paşa da üstelik bağlıyıdı. yine adı lazım olmayan bu yerden bitme bir saldırdı ki! ben paşa'yı tutuyorum, ama beriki bırakmıyor ki. paşa da tabii kendini savunuyor. bir yandan kavgayı bitirmeye çalışıyor, bir yandan da sahibine köpeğini tut diye bağırıyorum. ama hanfendi köpeğini tutmaya korktuğu gibi, zaten bağlı olan paşa'yı tut diye o bana histerik bir şekilde bağırıyor. "yahu kör müsün bu köpek bağlı, nereye gideyim? uçayım mı? senin köpeğin peşimizden geliyor!" diye anlatmaya çalışıyorum, ama nafile. yahu madem korkuyorsun köpek tutmaya, ne diye beslersin onu a kadın!!? hayır, sakince bir kenarda dursa, yine başım üstüne diyeceğim, küfürleri de dahil ettiği histerik bağrışları olmasa, zaten köpekler de biri iki uyarı ısırdığından sonra muhtemelen yatışacak. baktım ki çözüm yok sonunda içim acıyarak küçük saldırgana mecburen itekledim de, nihayet kaçtı. bu kaçmasına kaçtı da, sahibi olan muhterem kadın avaz avaz söylenmelerine devam etti. duymazlıktan geldim. evime döndüm. 

olay elbette burada kalmadı. başka bir gün, bekçi kulübelerine bakan yaşlı bir bey var, salık olan köpekleri aramaya gidiyordu ki, bağlı olmayan paşa'ya göz kulak olmamı rica etti. benim de niyetim köpeklerin olduğu alandan çok uzaklaşmamak. üç köpeğiyle gezen bir arkadaşım geldi beş on dakika sonra, hadi yürüyelim biraz diye. "yok paşa salık, gelmeyeyim, şu saldırgan bıdık geziyordur." dedim, ama "o yok ortada, gel sen, bir şey olmaz" dedi. sen öyle san. daha park yolunun ortasına gelmemiştik ki, sizinki bir anda peydah olmasın mı! hadi bizim sevgili sahibesi yine başladı çığlıklarına! arkadaşımla ben atladık hemen paşa'nın üzerine, yakalamaya çalışıyoruz. bu hanım abla ise yine kendi köpeğini tutmaktan aciz, ben paşa peşinde koştururken arkama geçmiş, sırtımı yumurklayarak "niye paşa'yı serbest gezdiriyorsun" diye çığlıklar atıyor. kafam tamamen paşa'yı tutmaya odaklanmış,  yumrukları anlamakta güçlük çektim her nedense. tamam yahu, itiraf ediyorum işte, paşa kadar bile olamadım. o bile kendini savunuyor!! ama benim ellerim armut, pardon paşa topluyordu! ne yapayım?!
sonunda paşa'yı yakalamayı başardım, ama bu sefer arkadaşım ve zat-ı muhteremin ağız dalaşı başladı. çünkü hatunun çenesi durmuyor ki! ben benno'yu da zaptedeceğim diye geri gitmek zorunda kaldım. meğer o esnada arkadaşımla ve diğer hatunun kavgası iyice büyü, itiş kakış, ve aslında ufak tefek görüp karamürsel speti sandığım arkadaşımın tekme atmalarına kadar vardı. neredeyse polise yansıyormuş olay. 

bu olaydan sonra uzunca bir süre bu hanfendiye rastlamadım. ta ki, bu sabaha kadar. bu sefer uzaktan sordu, "paşa mı o?" "evet paşa, seninkini tut sen" neyse yakınındaydı köpeği, hemen kucakladı. oh, tamam sorun çıkmayacak diye sevinirken, bu kadının çenesi durmuyor ki! çığlık çığlığa yine niye paşa'yı serbest gezdiriyorum diye söyleniyor. "yahu yürü git işte, paşa saldırmıyor ki, niye bağlayayım, bak şimdi sakin sakin önünden yürüyüp gidecek, yanına bile sokulmayacak, sen köpeğini o sürede tut, yeter!" ama gel de bunu bu kadına anlat! hadi vıdı bıdı söyleniyor. küfür etmeye başlayınca, "yürü git, bak paşa geliyor, kaç" diye dalga geçtim. hiiiih, sen misin dalga geçen, küfürün bini bir para! yok süründürecekmiş beni, yok or...puymuşum (buradaki bağlantıyı inanın ben de anlamadım) da bıdı bıdı. üstelik kendi başına da bir şey yapamıyor, hemen birlikte yaşadığı arkadaşını arayıp, "polisi ara, bu or...pu yine paşayı serbest gezdiriyor" destek almaya çalışıyor. offf, traji komik bir durum anlayacağınız...

burada dahaçok benno'yla maceralarımı anlatacağım sanıyordum.  ama görülen o ki paşa'yla maceralarım çok daha tehlike ve renk içeriyor. bu seri devam edeceğe benziyor.