19 Ocak 2010 Salı

snırsızlık ya da sıyırdığımın resmi

bir tv cihazı reklamının sloganı sınırsızlık üzerine. cihazın çerçevesini kaldırmış olduğundan kendisini alacak kişiyi de sınırsızlığa ulaştıracağını iddia etmekte. doğumla başlayan sınırlarımızı aşacağız böylece. yüksek sesle helal be diyesim geliyor. felsefecilerin çözemediği meseleyi bir cihaz alarak çözeceksiniz, daha iyisi cennete yetmiş huri olsa gerek...
ama geyik bir yana, benim metafiziksel inanışıma ters düşmeyen bir şey söylemekte bu reklam. sınırların yaşamla başladığına dair. gerçi o doğumla başladığını söylemekte. bana göre ana rahmine düşmemizle başlıyor o sınırlanma, yani ruhumuzun beden almasıyla. mevcut tüm var oluşu kapsamak varken minnacık bir bedene sığdırıyor, anlamsız bir et yığını içinde hareket etmeye, onun algıladığı gerçeklikle kendimizi var etmeye mecbur kalıyoruz, ya da mecbur bırakıyoruz kendimizi.

bilincin başlama koşulu mudur beden almak? bilinç ancak etle kanla beslenen bir et yığını içinde mi aktif hale geliyor? kozmik güçün (ya da daha yaygın adıyla "tanrı", "allah", buddha -gerçi sonuncusu tam bu kavrama denk düşmüyor, ya neyse- vs) önünde düğmelerden oluşan bir panel hayal ediyorum. düğmelerden birinde "yeni bilinç yarat" yazıyor. düğmeye basıldığı anda şöyle nurtopu gibi yüz binlerce minik bilinç hoooop diye bir embriyona düşüveriyor. çok mu tüketime yönelik bir üretim biçimi oldu?

peki niye bilinç ancak bedene kavuşunca oluşmayı tercih ediyor? öncesini unutmak işine mi geliyor yoksa?
zor sorular bunlar, tez molası gibi kısa sürede daha fazla dürtemeyeceğim derinlikte sorular.

her ne ise hrant'ın yeniden o özgürlüğe ulaştığnı düşünmek istiyorum...

13 Ocak 2010 Çarşamba

3G

biraz reklam moduna girelim a dostlar!
bu 3g denen meretten ben pek bir memnun kaldım, o kadar ki o kadar olur! yolda bayırda, çayırda, ha babam elde netbook, bağlanıp bağlanıp duruyorum. anladığınız üzere blogum da bu meretten nasibini aldı, dolaysıyla siz okuyucularım da diyeceğim, ama galiba pek kimse kalmamış bu diyarda... henüz son yazdığım yazılara tek bir yorum yok. demek ki umudu kesmiş benden herkes. haksız da sayılamazlar ki, kaç zamandır burayı feci ihmal etmiştim. ama müjde işte: döndüm! hani olur da birileri okur.
üstelik hepsi 3g'nin marifeti.
kesilmiyor da. kesintisiz naklen yayın tadında, şu an yaptığım vapur yolculuğumu size anlatabilirim mesela: bir kere herkesin sırtı bana dönük (oh şahane, kimse ne yazdığımı görmüyor demektir, ama istese de göremezdi, zira en arkada oturuyorum. alttayım, hemen sağ yanımda kapı ve sigara dumanı geliyor, demek ki bu vapurda da sigara içiliyor. yani sigara yasağı hikaye! karaköy vapurunda durum daha da beter, orada kimseye laf da edemiyorsunuz, bağırıyorlar! sen kimsin, sana ne tadında veryansın ediyorlar! sıkıysa müdahale edin. maalesef, tecrübe konuşuyor, ama tabii denemesi bedava. isteyene mani olmayayım.

11 Ocak 2010 Pazartesi

100110

bugünün tarihi... 10.01.10
bugün evlenmek isteyen olmuş mudur?
hani 08.08.08 ve 09.09.09 için yığılmalar oluyormuş ya nikah dairelerinde.... sanki tarihi akılda tutulabilir olunca matah oluyor, sağlam oluyor. hani insanın diyesi geliyor, tamam yahu 10.10.10'da ben evleneceğim, bakalım ne işe yarıyormuş öyle bir tarihte evlenmek.
ama yok evlenemem o tarihte, vazgeçtim. ertesi bumpa'mın yaşgünü. zırıl zırıl ağlarım daha balayına doğru yoldayken. tabii koca adayı hazır da ben balayı ve ertesi günkü üzüntümü planladım. yok yok, akıl fikir bahşolunacağı yok bana, hiç umut yok!

konumuz tarihler mi? yooo değil. böyle enteresan bir tarihi es geçmemeyim, bir şeyler karalayayım istedim. boş olsun torba dolsun. yoksa kozmik odalardan mı bahsedeyim, yoksa çocuklar tarafından ölesiye dövülen çocuklardan mı, eşeği esrarkeş olan çiftçilerden mi?
yok yok şu tarih mevzusu gayet laylaylom...

8 Ocak 2010 Cuma

kent insanı, problem insanı

kentli olmayı hiç sevdim mi bilmiyorum, ama artık iyice hazzetmez oldum. 20 milyonluk bir kentten çok şey bekliyorum belki. metrekareye gereğinden fazla insanın düştüğü bir yerin paylaşımında şüphesiz ki sorun çıkacak... bırak hareket etmeye, nefes almaya yer kalmamış bu mekanda. sabrın unutulduğu, içinde bulunulan zamanın hep geç olduğu, nefes nefese bir yerlere yetişmemiz gereken bir mekan bu. iki dakika kırmızı ışıkta, üç dakika yürüyen merdivenlerde durma tahammülümüz yok. sürekli hareket etmeliyiz ki, şu bir türlü yetişemediğimiz zamanı belki bir yerde yakalarız.
ama sadece zamansızlık değil bizi tahammülsüz kılan, her şey! kentin kendisi belki!

trendeyim, tren de tren ama, banliyö treni ama ankara'nın banliyösini esas almış, istanbul'da bir turist vagon! bilmem o yörenin insanları biraz duyma sorunlu mu bilmem, ama tren kapı sesini ayarlayanların öyle düşündüğü kesin: basbas bağırıyor kapılar açıldıkça, kapandıkça. ben kulaklıklarımı taktım, açtım müziği sonuna kadar, durumu kurtardım.
karşımda orta yaşın sonlarında bir adamın müzik dinleme şansı yok, ama bir tek o kapılar açıldıkça kapandıkça sinirleniyor. birlikte yol aldığımız kaç durak oldu bilmem, ama on onbirin üzerinde. yani yirmi kez söylendi, ellerini ya sabır manasında kaldırdı indirdi...
yok kardeşim yok, bu kapılar bile bize karşı bu büyük kentte....
olmaz ki!