27 Kasım 2007 Salı

santral istanbul

cumartesi günü erkek arkadaşımın sosyal manyaklığı (her hafta bilumum sergi gezilir, konser, tiyatro, sinema gibi kültürel etkinliklerin hiç biri de ihmal edilmez kendisi tarafından) sayesinde silahtarağa'daki bu muhteşem binayla tanışma şansına eriştim.
tarihini vs'ni merak edenler şuraya bakabilir,
beni cezbeden osmanlı döneminde kurulan ilk enerji tesisi olması ya da bir dönem istanbul'un tüm enerji yükünü tek başına üstlenmiş olmasından ziyade binanın kendisiydi.
ve itiraf ediyorum, hemen yanına yapılmış olan modern binadaki -ki dört koca kattaki(!)- sergileri unutup santral binasına vuruldum.

binanın dışını gördüğünüzde çok büyük bir farklılık dikkatinizi çekmiyor, alelade bir fabrika binası sevimsizliğinde karşınızda dikiliyor.
içeri ilk girdiğinz anda da öyle aman aman bir şey dikkatinizi
çekmiyor.
ancak o koca kazanların olduğu bölüme ayak bastığınız anda sanki zaman duruyor. ya da zamanda yolculuk etmişsiniz de başka bir yüzyıla gözünüzü açmış gibi hissediyorsunuz!

binanın içerisi o yüksek tavanıyla bir noir filmsetinin orta yerine düşmüşçesine kasvetli, gotik bir atmosferle sarmalıyor, içerisine alıveriyor bir anda ziyaretçisini.

o kocaman kazanların oflaya puflaya çalışacaklarını bekler gibi ayak ucunda dolaşmaya başlıyorsunuz bir anda. hani sanki uykuya dalmışlar da sizin ayak seslerinizden uyanacaklarmış gibi.

pasın kahverengi devasa dünyasında
yitmiş gibiyken kendimi jean jeunet'nin fantastik filmlerinden birinde, mesela "kayıp şehrin çocukları"nda cirit atıyormuşçasına şaşkın hissettim kendimi. her an karanlık bir köşeden dominique pinon'un canlandırdığı o cücelerden biri fırlayacakmış gibi etrafımı kollayarak yürür olmuştum.

eğer böyle bir atmosferden hoşlanıyorsanız, santral
istanbul kesinlikle kaçırılmaması gereken bir mekan. hem sergi de gezmek istiyorsanız tek taşla iki kuşu da halletmiş olursunuz. üçüncü kuşu da, santral binası içinde sergilenen ve ziyaretçilerin kurcalamasına açık olan bilimsel ve de deneysel aygıtların sergisine giderek de vurabilirsiniz. hele de çocuğunuz da varsa, o orada bu cihazları kurcalasın, siz yandaki sergi bölümünü gezerek sanat aşkınızı doyurabilirsiniz.
bilemiyorum artık kaş kuş vurmuş oluyorsunuz böylece...

hatta size bir de kıyak geçerek, saat başları ve yarımlarda akm önünden direkt silahtarağa'ya giden servislerin de olduğunu da belirteyim, hizmetimiz tam olsun.

18 Kasım 2007 Pazar

sigara yasağı

oh oh, şiştiniz mi diyerek tüm sigara tiryakilerinin karşısına geçip üç tur göbecik atasım gelirdi hayal perest olaydım. ama biliyorum ki bu habere içimden geldiğince sevinemeyeceğim. yasa çıksa bile, adamlar pofur pofur karşıma geçip nanik çeker gibi sigaralarından bir nefes çekecekler ve suratıma doğru üfleyecekler!

benim en büyük derdim vapur, çok severim vapur yolculuğunu, yaz oldu mu da bir iştahla geçiyorum dışarıya, kuruluyorum mis gibi, sıcak güneşin altında esecek rüzgarın düşüyle, hooooop yanımda bitiveriyor bir tiryaki, fosur fosur dumanıyla birlikte.
sağa dönsen duman, sola duman, eyvallah be, siz keyif yapasanız diye, biz mahrum mu kalacağız hep?! nafile, tüm yaz boyuca vapurun havasız iç bölümlerine mahkum oluyorum, ama orada bile kurtuluş yok, çünkü hemen kapı eşiğinde içenler sayesinde o duman kapalı mekanı bile boydan boya arşınlıyor, benim gibi hassas burunlu insanların hayatını cehennem ediyor.
ama sanırım kimsenin sesi çıkmadığına göre
benim dışımda rahatsız olan pek yok!

bu sene ilk defa alt güvertede, giriş kısmında yasaklamışlar, kocaman yasak levhaları konmuş. gariban gariban sevindim duruma, ohh bari şurada dikilebilir, dışarıda yolculuk etmenin keyfini, ayakta da olsa bari çıkarırırm diye, ama yooook o bile reva görülmüyor! hani neredeyse levhanın altına geçip istanbul hatırası resmi çektirir gibi aldırış etmeden paketini çıkarıyor, kardeş dumana hasret kalmışsındır diyerek suratıma doğru üfüyor yine pis dumanını!
"ama ama" diyecek oluyorsunuz, "ama herkes içiyor burada" cevabı geliyor. ve herzamanki gibi yalnız kaldığım için, tek başına arıza yapan şahıs kıvamında susmak düşüyor payıma!


geçenlerde amcanın teki içeride içiyor, bir yandan da telefonuyla konuşuyordu. içeride içmek yasak diye uyardım amcayı, telefonla konuşuyorum diyerek savdı beni başından. ben de, ulen dışarısını zehir ettiniz bize, bari içersini de etmeyin tadında inat ettim bu sefer, yalnız oluşuma da hiç aldırış etmeden bastırdım,
"dışarıda içer misiniz lütfen sigaranızı"

"tamam, telefonum bitsin çıkacağım" diyor amca ters ters, ama konuşması da uzadıkça uzuyor, bir yandan da telefondaki kişiye, "bir karı rahatsız edip duruyor" diye de haddimi bildiriyor kendince.
baktım bununla baş edilecek gibi değil, gittim hiç üşenmeden görevliyi buldum. amca da sağolsun, ben gelene kadar hiç yerinden kıpırdamamış, hem cigarasını tüttürüyor hem de muhabbetine devam ediyor. neyse ki görevliyi görünce, homurdana homurdana çıktı çok fazla olay çıkarmadan.

elbette yine tek başınaydım şikayetçi olan, ama bu haberi okuyunca, meğerse yalnız değilmişim diyesim geliyor, halbuki uygulamada öyle hissediyorum.

bir de tabii burada kapalı mekanlara has yasak bahis konusu, yani sigara içmeyenler yine kapalı mekanlara hapis olmaya devam edecekler....

ah ah bir tiryaki olamadım gitti....

not: bu filmi de seyredin, iştahınız açılsın, sonrasında bir keyif sigarası içersiniz artık :))))

17 Kasım 2007 Cumartesi

aklıma geldikçe sen

ansızın, bir filmin ortasında, bir ödev okurken, yağmur yağarken düşüyorsun aklıma. önce aldırmıyorum, savuştuyorum varlığını, ama öyle bir yer ederek geliyorsun ki istemsiz resmine gidiyor gözüm ve gidiyor yüreğim, acıyor bıraktığın boşluk.
öyle sızlıyor ki o boşluk bütün gece sızan yağmur dolduramıyor, gece dolduramıyor, kalıyorum öylecene, resmine sarılmış bir halde.

kediler bile meraklanıyor, dolanıyorlar etrafımda, biri burnuyla itiyor yüzümü, diğeri patisyle dokunuyor, anlar gibi seni andığımı. eşlik edeceklermiş gibi ağıtıma.

biliyorum daha çok sızlayacak yokluğun, hep o acaba kalacak dilimde. kalsaydım o gece, götürseydim ertesi gün kendim seni doktora, değişen bir şey olur muydu diye.

biliyorum daha çok sarılıp resmine ağıtlar düzeceğim, tontonum diye sızlanacağım.

ve hiç geçmeyecek gibi bıraktığın o boşluk, hiç dolmayacak gibi...

ben seni hep özleyeceğim be tontonum...

ölülerinizi anmayın!

hele ki zamanında bir suça karıştıysa, aman aman, sakın ha anmayın, çünkü siz de böyle yaparak suç işlemiş olabilrsiniz gayet tabii! oğlunuz, kızınız, en yakınınız bile olsa anmayın!
yoksa başınıza gelecek olan 73'lük tezyenin başına gelenlerden farksız olmayabilir!

ama tabii burada benim merakımı celp eden bir sene boyunca bu davayı sürdüren mahkeme değil de, işi gücü olmayıp, bu tür olayların peşine düşüp, suç duyurusunda bulunan kişilerin psikolojisi!
yani yaşlı bir kadının acıyla sarf ettiği bir cümlede dahi bölücülük arayan bir kişinin paranoyak olma ihtimali üzerine olasılık hesapları yapsak, sonuç ne çıkar sizce?

11 Kasım 2007 Pazar

haluk şahin ve facebook

Yazının bütünüden ziyade girişi beni düşündürdü, aynen alıyorum buraya "Lenin, Hitler, Mao, Roosevelt, Churchill, Nasır, Nkrumah... 20. yüzyıla damgasını vuran tarihsel kişilerden çoğu geride kaldı. Bir dönem çok parlak yanan ışıkları şimdi yanmıyor. Onlara, artık cereyan verilmeyen ampuller gözüyle bakabiliriz."

Haluk Şahin etnosantrik davranmayı bırakıp o ülkelerin içinden bakabilseydi, bu yazının anlamı bambaşka olurdu, ama maalesef yapmamış!

Almanya'da Hitler hala gündemde, en son Eva Herman'ın yazdığı Hitler döneminin aile kavramını öven kitabıyla bomba gibi düştü konu tekrar gündeme ki, aslında radikal sağcı gençlik yüzünden hiç inmemişti.

Mao deseniz, Çin'in dört bi yanında resimlerini ve heykellerini görmek mümkün ve çinli bir öğrencimden duyduğum kadarıyla, gündemden de inmiş değil!

Amerikalılar zaten o iki isme toz kondurmaz, haaa her sabah ilk okul çocukları ulusal marşlarını okuyup soz konusu kişilerin heykellerini selamlamıyorlar elbette. Ama eğer buysa kriter, kesinlikle gündemde değil bu kişiler.

Ne yani Haluk Şahin gerçekten de Hitler'e her sabah selam verilmesini mi bekliyordu?!

8 Kasım 2007 Perşembe

cilveli saat sorarsa öldürün, indirimden faydalanın!

aşk konulu insanın yüreğine bahar duyguları serpiştiren bir yazıdan sonra, gel de şimdi bu hadise üzerine yaz çiziktir... deli olmamak elde değil, zaten 8 akerimizin sağ salim dönmesine sevinememiş bir halde Doğu Perinçek'le ağlaşırken... (o konu öyle bir nutkumun tutulmasına neden oldu ki, olur da çözülürse girişirim belki)

sen şimdi kalk çocuklarının anasını "bana inat kot giydi, cilveli bir şekilde saati sordu başka adama" diyerek çocuklarının önünde öldür, sonra da cezan müebbetten 24 yıla, pişmanlıktan da bir 4 yıllık indirim daha alsın, yirmi yılcık ceza al otur!

oh beee, daha ne olsun! hani insanın, keşke merhume bir de yol tarifi alsaydı diyesi geliyor, eminim bu da en az 10 yıllık indirimi sağlardı, bir de yol tarifini haritada göstertseymiş, al en azından 15 yıl! ne de olsa ağır tahrik var! ne demek yahu, ne yol tarifi, nereye giden bir yol bu? doğru yol olmadığı kesin!
kadın kesin çalışacağı pavyonun adresini soacaktı, zaten kot pantolon giymesinden belli değil mi kötü kadın olduğu!

neyse içim rahat, çok şükür ki namusumuzu koruyacak birileri var!

4 Kasım 2007 Pazar

ilk aşk

tam 20 küsür yıl sonra karşınıza çıkarsa....?

eh biraz dengeniz kayar elbet, amanın hala yaşıyormuş, ne güzel diye şaşırır, çokça sevinir ama bolca da tuhaf olursunuz! ee boru değil, adı üzerinde: ilk aşk bu!

16 yaşında yaşamışsınız bunu. daha vücudunuzdaki değişimlere idrak olamamışken bir de aşk başınızı sarar. verdiği o ilk heyecan, belki çocukcadır, ama bugün baktığınız yerden bir o kadar da masum görünür gözünüze. elbette yaşın neden olduğu ve de hormonların da epey depreştirdiği kaşif merakı o masumiyete miniğinden bir parmak atsa da günümüzün 16'lık veletlerinin yaşadığıyla karşılaştırıldığında melek-şeytan, siyah-beyaz zıtlığında ortaya çıkacak bir masumiyet ihtiva ederdi (tamam birazcık abartmış olabilirim). üstüne üstlük bir de buruk bitmiş, tam yaşanamamış bir aşksa bu sizin için...

internetin nimetleri nelere
kadir!
ama durun hemen oraya geçmeyeyim: henüz internetin olmadığı zamanlarda ara sıra aklınıza geldikçe, bir de "ilk aşk"ınızı anlattığınız bir defteriniz varsa karıştırır, nerededir, ne yapıyordur, ben hiç aklına geliyor muyum diye düşünürsünüz, hatta yeniden karşılaşsanız neler olurdu diye hayallere dalarsınız elinizde olmadan.
ama pek de umudunuz yoktur o karşılaşmaya dair, çünkü çoktan yitip gitmiştir, başka diyarlardadır, onca senedir bir defa olsun haber almamışsınızdır.

sonra bir gün, akadaşlarınızın ısrarıyla
girdiğiniz bir sitede (hahaha, anladınız değil mi hangi site?! yok ben reklam yapmayacağım!) ilk aşkınız sizi buluverir!

ve bakarsınız ki kişilikleriniz neredeyse birbirine zıt bir gelişim göstermiş, ayrı ülkelerde yetişmiş olmanın izlerini görürsünüz; içinizden, ıyy ben bununla mı birlikte olmuştum, tam zamanında bitmiş diyerek bir parça hayal kırıklığına uğrayıp, hatta tam bulmuşken yeniden kaybettiğinizi düşünürsünüz.

sonra 'şimdiyi' bırakıp geçmişi konuşmaya başlarsınız ve bunca farklılığa rağmen yılların sizden o kadar da çok şey götürmediğini fark edersiniz.
eskileri andıkça da o zaman yazılmış olanları karıştırır, resimleri ortaya çıkarır konuştukça da kaynaşıverdiğinizi ayrımsarsınız. hatta duygusallaşır, ilk aşkın anıları derinlerde birşeyleri kıpraştırır, bir iki damla gözyaşı bile dökülür!


ve yığınla işiniz dururken, kendinizi saatlerce muhabbete kaptırdığınızı sonradan homurdanmak suretiyle idrak edersiniz!

bak bak, bulmuş da bunuyor, biz bulsak öpüp başımıza koyarız diyenlere, umarım size de nasip olur homurdanmak :)

3 Kasım 2007 Cumartesi

erdal inönü

perşembe günü sabahı açık gazete dinlerken aldım kara haberi, kahroldum. hemen bir gazete aldım yoldayken. 81 yaşındaymış, kansermiş... ama yine de erken bir ölüm işte!

abartıyorum gibi gelebilir kimilerine ama sanki babamı ikinci kez yitirmişim gibi oldum, tüm gün ağlamaklı dolaştım.


herkes bir şeyler söylemiş hakkında ve çoğunluk da hemfikir, olağanüstü bir insan, hoşgörülü, ilkeli, alçak gönüllü ve mizah duygusu güçlü ama siyaset adamı değildi deniliyor. anılarını anlatmışlar, hayatı çarşaf çarşaf anlatılımş, okurken, hele ki siyaset alanında etkin olduğu döneme şahit olmuş ve salt onun yüzünden shp'ye oy vermiş biri olarak anlatılanların bazılarını anımsadım, anımsadıkça hüzün içinde gülümsedim.

türkiye'de ender bulunacak bir insandı ve eşine çok zor rastlanacak bir siyasetçi. dürüsttü çünkü, saldırgan değildi ve yeri geldiğinde, hem de en tepedeyken koltuğu bırakmayı bildi.
kim ne derse desin, ondan bir kaç kişi daha olsaydı bambaşka bir siyaset görünümüne sahip olurduk.

bilimadamlığına söyleyecek hiç bir şey yok, fizik alanında geliştirdiği çalışmayla adını tarihe yazdırmış ve fizikte nobel'den sonra gelen en büyük ödülü de almıştı: Wigner madalyasını. ve galiba gönlü hep oradaydı. ama yine de ona zoraki siyasetçi dense de, ben öyle düşünmüyorum. Ve Radikal'den Murat Yetkin'in sözleriyle bitirmek istiyorum:
Bu özellikleriyle ne yazık ki Türk siyasetine iki numara büyük geliyordu, fazla geliyordu. Belki o nedenle ayak oyunları karşısında tutunamadı. Ama halkın kalbinde yer tuttu. Belki de bu her şeyden önemliydi.

benim gönlümde hala önemli bir yere sahip olduğu kesin.
yarın teşvikiye'ye gitsem mi diye de düşünüyorum zaten...

başımız sağolsun. :(

nazi dönemini mi hortlatıyoruz?

nereye gidiyoruz? aklım almıyor bu olan biteni!

bir nasyonalizm histerisi sarmış durumda ülkeyi ve olanları gördükçe boğulur gibi oluyorum. facebook'da linç girişimleri ve kürtlere karşı yapılanları tartıştığım bir arkadaşım, oklavısını kapıp sokağa çıkan bir ev kadını da katılsa bu linç mi olacakmış yani diyerek ben onları anlıyorum diye belirtmişti. bunu söyleyen az eğitimli biri değil, aksine felsefeyle ilgilenen ve o güne kadar aydın sandığım biriydi
gerçekten de şehit acısıyla sokağa mı dökülmek gerekiyor? sokaklarda şoven sloganlar atıp dtp'lilere salıdrmakla başlayan olaylar akıl almaz bir hal alır oldu, ne yani bu acıyla kalkan'daki mhp'li kişiler gibi bayrağı öpmeyeni, ayırt etmeksizin tekme tokat dövmek mi gerekiyor? ya da bursa'da sadece kürt diye 82 yıllık marketi yağmalamak ve kürt olduğunu bildikleri kişilerin evlerine çarpı işareti koymak mıdır, intikam çığlıklarıyla masum insanlardan bunu acısını çıkarmak mıdır? sanki nazi dönemindeyiz de, yahudilerin evleri işaretleniyor! herşey korkunç bir geççmişin yeniden oluşturulma çabasına benziyor!

linklere üç ayrı haberi aldım sadece ve korkunç olanı bunlardan ibaret olmadığı yaşananların...
belki de çoğu gazetelere bile yansımayacak kadar önemsiz haberler olarak geçiştiriliyor!

ve bir savaşa çığırtkanlığı aldı başını gidiyor! gerçekten de anlamıyorum, ne olur biri bana anlatsın, savaşa girmek o kadar kolay mı? yaşanabilecek daha büyük acıları hiç mi görmüyor bu insanlar? nasıl olur da bu kadar kan, nefret ve intikam bürür insanların gözünü?

ne için öldüğünü bilmediğim genç insanların erken ölümü yetmiyor, kardeşiniz, oğlunuz, ve hatta babanızın da bu uğurda ölmesi mi gerekiyor acınızın dinmesi için? o zaman mı anlayacaksınız savaşın yürek kaldırmaz acılarını?

ne için öldüğünü bilyor musunuz bu gençlerin? gerçekten vatan için mi öldü? yoksa daha önceki yazımda da belirttiğim gibi, başka bir sebep uğruna/yüzünden mi öldüler yoksa?

peki ama savaş çıkarsa kimin işine yarayacak bu? pek çok köşe yazarı haftalardır bunu irdeliyor, ama nedense perihan mağden'in o hiç hoşlanmadığım üslubuyla yazdığı yazıyı alıntılayasım geldi ve okudukça daha da içim daraldı.

savaş dışında da çözümler olması gerekiyor, o yüzden siyaset var, o yüzden siyasetçilerin ara bulucu olması gerekiyor, öyle olmasaydı dikta rejimle yönetilmemiz gerekirdi. ve anlayın şunu artık: SAVAŞ BİR ÇÖZÜM DEĞİL!!!

ne olur,
her yere bayrak asarak belki farkında bile olmadan şoven çığlıklara zemin hazırlayan o herşeyden bihaber insanlar! uyanın artık!

blogçuluk

az evvel cnn'i izliyordum, "inside the middle east" adlı bir programda sırasıyla buradaki ülkeleri geziyorlar. bir ara mısır'a da uğradılar ve oradan cesur bir blogçuyu tanıttılar, konu ilgimi çektikten sonra pür dikkat izledim ama adresini belirtmediler, yoksa hemen reklamnını yapacaktım.
neden bu kadar ilgimi çekti dediyseniz, medyadaki sansürün izin vermediği tüm siyasi haberleri bloguna aktarmaya çalışması ve bunları fotoğraflarla belgelemesi, polisin yaptığı işkence onun bloguna kayıt ettiği video görüntüleri ile ilk kez alenen tartışılır olmuş. buna benzer pek çok cesaret gerektiren alanlarda gördüklerini ve topladığı kanıtları koymuş bloguna 34 yaşındaki acar blogçu, tek yakındığı konu ise, yaptığı işin gazetecilik düzeyinde bir iş olmasına rağmen gazetecilik olarak görülmemesi. aldığı tehdit telefonlarını bile dert etmeyecek kadar da cesur.

izlerken, işte blogçuluk bu dedim.
şimdi diyeceksiniz ki e zaten blogçuluk da buradan çıkmadı mı, elbette ilk oluşum sebebi buydu, ama bugün kaçımız ciddi anlamda bu kadar cesur bir blogçuluk yapabiliyor?
sadece beni tekrar düşündürdü, blogçuluğu aslında kim için yapıyoruz diye. kendi minik dünyasını bir yerlere aktarıp küçük çaplı bir doyum yaşamak çoğunluğun sebebi. belki böylesi de gerekli, ama işte yukarıda anlattığım türdeki blogçular yaşamın aslında bundan ibaret olmadığını fısıldıyor ve blogçunun asıl sorumluluklarınden bu denli uzaklaşmış olmasının iyi bir şey olup olmadığını sorgulatıyor bana yeniden.


yok yok, bu aralar ülkenin karışık durumu beni umutsuzluğa düşürdü, buraya da böyle yansıyor bu. endişelenmenize gerek yok...