28 Haziran 2018 Perşembe

faşizm

yaşadığım mahalle insanları facebook'de yer alan kendi yerel grupları içinde çok aktif. hoşuma giden bir özellik. mahallede olup biteni öğrenmek adına çok severek izlediğim gruplar.
ama bu gruplarda asıl sevdiğim yan şudur: 15 yıldır oturduğum ve daha evvel anonim kaldığım, köpek oğluşlarım geldikten sonra bir parça kaynaştığım mahalleliyle, gerçek manada tanıştığım platform oldu hepsi. 
 
bunlardan birinde, başkanlık seçimlerinin 1.turunun döndüğü günü akşamı bir grupta yapılan itiraz üzerine yaptığım itirazı buraya alıntılama ihtiyacım doğdu. bir "moda"lı, akp taraftarlarının allah-u-ekbar nidaları ve konvoy seslerini biraz sert ve bana göre ötekileştirici bir üslupla yeriyor.   
 
verdiğim cevabı aynen alıyorum buraya. belki peşin sıra ilave bir şeyler yazarım.
 
"aynı zamanda hep birlikte bir arada yaşamak çok güç bu ülkede (sadece bu ülkede değil elbette, şu an dünya üzerinde artan bir ötekileştirme süre gidiyor, ama bu ülkede sanki kat be kat fazla), biliyorum. ve türkiye kadıköy moda'dan ibaret değil.
kaldı ki yığınla akp'li yaşıyor burada da. "modalı"nın tek tip düşüncede olduğunu düşünecek kadar kimsenin naif olduğunu sanmıyorum.
azınlık olmanın ne demek olduğunu, daha küçücük bir çocukken damarlarınıza işlemediyse, faşizmin sınırlarının ne kadar ince olduğunu anlamak çok zor.
 
ben almanya doğumluyum, "kendi dilimi" (ne demekse o?), sadece annemin ısrarıyla evde duyuyordum. yani bizimkisi tam entegre olmuş bir aileydi. komşularımız almandı, benim yaşımdaki çocuklarıyla büyüdüm, en yakın arkadaşım almandı, dahası dedem bile almanca öğrenmişti çat pat, o yaşında.
uzun dalgalı koyu kahverengi saçlarım vardı ilk okula gitmeden evvel. evimizin hemen yanında araçların geçemediği dar bir yoldan hemen o yolun sonunda oturan arkadaşıma giderdim. adı elke idi. tipik alman, sarışın, maviş gözlü.
bir gün onun evinden dönüş yolundayım, köpeğiyle bir alman geçiyordu yanımdan.
düşünün daha ilk okul çağında bile değilim. tam yanından geçiyordum ki, adam birden döndü, saldır şu türk kızına diye köpeğine komut verdi. bugünmüş gibi gözlerimin önünden gitmiyor.
köpek koluma yapıştı, neyse ki mevsim parka giyilen bir mevsimdi, son bahar gibi. köpeğin dişi koluma tam girmiyor, ama beni yere düşürüyor, köpekten az büyük bir boydayım, ya da aynı boyda, cinsini anımsamıyorum, sade koyu renkli, kısa tüylü bir şeydi.
bir müddet yerde debelendiğimi, ağladığımı hatırlıyorum. ama kimse koşmuyor yardıma. ya da duymuyor beni. belki de çığlık bile atamıyorum.
neyse ki, adamın amacı sadece korkutmakmış, çekiyor köpeğini üzerimden.
ağlayarak eve koşuyorum.
anneme anlatamıyorum, konuşamıyorum bile, sadece ağlıyorum. annem de paltom yırtıldı diye ağladığımı sanıyor, teselli etmeye çalışıyor.
ilk okula başlamadan, dedemin bütün yalvarmalarına rağmen o güzel koyu kahverengi dalgalı saçlarımı zorla kestirtiyorum, kısacık. dedem küsüyor bana.
 
bugün iki köpeğim ve yığınla alman arkadaşım var...
 
uzun anlattım, kurusa bakmayın... faşizm üzerine 120 sayfalık tez yazdım, o zaman anladım, ötekileştirmeyle başlıyor faşizm. "bizden olmayan"lar listesi yapmaya başlamakla başlıyor.

kimseyi suçlamıyorum, sadece bunun bilincine varmanın bir süreç olduğunu anlatmaya çalışıyorum. lütfen yanlış anlaşılmasın, bu yorumun altında da kimseyi hedef almadım.
 
keşke "onlar / bizler" zıtlığını dile getirmeden evvel, bir arada yaşamanın çözümlerini konuşabiliyor olsak.
 
şimdi chp adayı kazanıyor olsaydı, sizce ona oy vermiş bir çekmeköy'lü sokağı inletebiliyor olur muydu kendi semtinde? bilmiyorum, çekmeköy'de yaşamıyorum.
ve polemik yaratmak da değil amacım.
 
sevgiler"
 
ama ötekileştirmeyi biz başlatmadık, akp tayfasını okumamış zır cahil minvalinde itirazlar geliyor. işi abartıp kendini hayallere fazla kaptıranlar da oluyor. bıyık altında gülümsüyorum. buruk. 
 
türkiye'nin sayılı üniversitelerinden birinde hocalık yapma şerefine ermiş biri olarak, ülkenin bir nevi birebir tezahürünü görebiliyorum orada.  
özellikle özel üniversitelerin çoğalmasıyla, şu "créme de la créme" diye tabir ettiğimiz üst zümre çocukları bu çok iyi ve özel üniversitelere kayınca bir boşluk oluştu. bu boşluğu da coğrafi olarak ege, akdeniz ve itibaren ve bir hayli de doğuda yaşayan ailelerin çocukları doldurdu. hem de öyle ekonomik anlamda orta-üst düzeylerde değiller. orta ve hatta orta-alt seviyelerinden gelen çocuklar bunlar; ailelerinin bağ / tarla satmak suretiyle okutabildiği, çoğunlukla çiftçi, ya da işçi sınıfının çocukları.
ve nasıl zehir gibiler. zaten zehir gibi olmayanların sizin okulda ne işi var diyeceksiniz. o da doğru.
ancak geldiği yer ve içinde bulunduğu fırsatın değerini bilme açısından öğrencinin tutumunda epey bir değişim söz konusu. elbette bu ayrı bir yazının konusu, benim üzerinde durmak istediğim kısmı farklı: köken ve içine doğduğu sosyal algı ve dünyaya bakış açısı olarak öğrencilerimin politik görüşlerin zenginliğinin dikey bir çizgi oluşturacak oranda gelişme gösterdiğini düşünüyorum.
okulu iyi tanıyanların hep böyle olduğunu söyleyecektir, ve okulumuzun bununla gurur duyduğunu da. muhakkak. ama bana göre bir değişim mevcut. içinde bulunduğumuz çağın gereği bir değişim bu. 
bunda elbette baş örtü yasağının kalkması da bir hayli etkili bu zenginliğin oluşmasında. baş örtüsü simge olarak algılansa da, aslında hayata bakış açısını ifade eden bir görüngedir aynı zamanda. inancını açık açık da ifade ettiğinden, o öğrencimle başlarken elimde hazır bir done olur, ve neyi referans almam gerektiğini baştan bilirim.
herkes inancını farklı bir şekilde ifade edebilir, ki kaldı ki konuşma özgürlüğü temel insan haklarımızdan biridir. ülkemizde son yıllarda mantra gibi tekrarlayarak kendimizi inandırmamız gereken bir mefhum oldu. yapılan haksızlıkla şahit oldukça.
 
isterse baş örtüsü taksın, iste kippa, isterse "hare krishna" diyerek turuncu turuncu sokaklarda dolansın. kimi ne ilgilendirir bu? ne güzel işte. kültür zenginliği bu demek değil mi?
hiç kimse bir tek kendi inancının, görüşünün, fikrinin ya da zevkinin en yücesi, en doğrusu, ya da en güzeli olduğunu başkasına dayatmasın. tek beklentim bu.
sahi savaşlara gerek kalır mıydı hal böyle olsa?
 
derslerimde çevre temaları dışında kendi inancıma, politik görüşüme hiç değinmem.
gerek yok. çevre / doğa ise, eğer yarınları düşünüyorsak; bu dünyayı çocuklarımızdan emanet aldığımızın ayırdına varabiliyorsak, olmazsa olmazlardan. ama zorunlu da değil. kitabın içinse geçtiği halde, öffleyen yüzlerin çoğunluğunu gördüğüm anda, müfredat bile olsa, işlemekten vazgeçerim. 
sıkıldıklarını göre göre bir konunun üzerine gitmek, daha çok bıktırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
kendi fikrini değil empoze etmenin, açık seçik ifade etmenin bile yanlış olduğunu savunurum.
 
öğrencilerim her ne kadar genç yetişkin olsalar da, türkiye'deki ebeveynlerin tutumu nedeniyle gerçek manadaki yetişkinliğe geç geçiş yapıyorlar. yani "gençlerin" benim fikirlerimden etkilenmelerini istemem.
sosyal medya nedeniyle geçmişe oranla bu sayı çok azaldıysa da etkilenen muhakkak çıkar, çıkacaktır. 
hocayı hep bir kaç basamak üstte gören öğrenciler her daim olmuştur, olacaktır. dolayısıyla derse yön veren kişi olarak öğretmen, kendini her türlü görüşten muaf tutmalıdır sınıf içinde. herkese tarafsız yaklaşabilmek adına. öbür türlü sadece kendi görüşümden öğrencilerime ulaşmış, onları eğitmiş olur. ki, bu diğer öğrencilere sadece haksızlık olmaz, işini yapamayan bir öğretmen olarak kişinin vicdanını fazlasıyla rahatsız etmelidir. 
 
ama bu ülkede, bunu en baştaki lider bile yapamazken, rast gele sivil bir insanın nasıl yapmasını bekleriz? tarafsız kalabilmektn geçtim, kendi fikrini zorla kabul ettirmek şu an mübah görülüyor. üstelik bunu,  "önce onlar başlattı" türevinde vicdan aklamasıyla yapıyorlar. 
sadece kendi zümresinin görüşünü tek doğru kabul eden insanların çoğunluğu karşısında dehşete düşüyorum. diyeceksiniz ki, tarih mükerrerden ibarettir, bu hep böyle süregelmiştir. ama nedense sözüm ona aydın kesimin biraz daha farklı yaklaşacağını ister istemez düşünüyor insan. 
oysa orada da, bizimi görüşümüzden olmayanı sevmeyiz şeklinde, görünürde görece daha yumuşak bir üslubun altında aynı faşizan tutum yatmaktadır. sizin görüşünüzü paylaşmayan zümreye karşı olan duygularınızı hangi kavramla ifade ederseniz edin. ötekileştirmenin çizgisi çok ince bir yerdedir. 
 
ne yani, aynı görüşte olmadığım insanları sevmek zorunda mıyım diye itiraz edeceklere hemen bir çift sözüm de var: mesele sevip sevmeme temelinde bir duygu değil, zira sevmemenin bir sonraki düzeyi nefrettir. ve nefret söylemi sözsel faşizmin başladığı nokta olarak da kalmıyor, artık eyleme geçilebildiği tehlikeli sınır olarak da görülebiliyor. 
mesele sevip sevmeme değil aslında, hoşgörüyle yaklaşabilmek, gerçek manada hoşgörüden, tolerans göstermekten bahsediyorum, yoksa tahammül etmekten değil.
 
dün o gruptan bir kaç hanımı kahve içmeye davet ettim bahçeme. başta sohbet konusunu duyurmuş olmama rağmen, konu faşizme bir türlü gelemedi. bir iki girişimde bulunduysam da yeterli rezonans gelmedi. bambaşka konulara girildi, ve tam konu ele alınmaya başlamışken, asıl konuşmak istediğim kişi, programını ileri sürerek kalktı. 
hiç beklediğim gibi gitmedi. ama asıl olan umduğunu değil, bulduğunu analiz dip değerlendirebilmek.
 
sezgisel olarak görüşünü yoga hocası olmasından mütevellit bilmememe de çok gerek olduğunu düşünmediğim genç kadını çocuklarıyla birlikte davet ettim. çocuklarıyla çocuk olan değil, gerçek çocuğu içinde kaybetmemiş, özgür ruhlu kadının rolünü sonra idrak ettim.
 
ben orada toplumsal mevzuyu açmaya çalıştıkça,  başka konulara kaçışıldıkça, öfkemin büyüdüğünü ve istemediğim halde müdahaleci ve sinirli davrandığımı fark ediyor, ama dizginleyemiyordum kendimi.
bu çocuk kadın gerektiği her yerde öyle tatlı ele aldı ki sazı, sadece gerilen partiler değil, diğer kadınları da bir huzur sardı.  
 
sonunda diğer parti kalktı, gerginlik de uçuştu gitti. geriye kalanlar sadece aşkı konuştu.
 
netice itibariyle anladım ki, değil faşizme engel olmak, daha mevzunun kendisini teorik bazda bile konuşmaya hazır değiliz. ama galiba çok da kötü bir şey değil bu. aşk konuşmak varken, faşizmi niye konuşalım? 
 

26 Haziran 2018 Salı

içinizdeki anne ya da ataerkil toplumun ölümü

canım annem diye başlık atmak isterdim. ama aslında hitap ettiğim kişinin beni doğuran biyolojik annem olduğundan emin değilim. hayır yanlış bir ifade oldu bu. hitap ettiğim kişi beni doğuran değildir ve bundan kesin, hatta kesinkes eminim.
artık!

beni doğuran güzel kadına veda ettiğim bu yazıda bunu 5 yıl evvel öngörmüş, ama daha tam adlandıramamıştım. ne de olsa bilmediğin bir şeyi adlandırman mümkün değil.
aaah yine ludwig abim gelir aklıma burada, "dilimin sınırları, dünyamın sınırları" dediğini duyar gibiyim.

ama mevzuya derinlemesine girmeden evvel, yukarıya linkini attığım yazıya kısa bir iki cümle bir şeyler söylemek isterim. "anneme" veda ettiğim yazıdan tam 9 gün sonra, ayın 13'ü gibi güzel anam, ruhunu teslim eder. her ne kadar veda ettiğimi yazmış olsam da, gerçek manada vedayı, gerçek annemin kim olduğunu anladığımdan beri, yani şu bir kaç gündür yaptım, yapıyorum.

sizi doğurmuş olana veda etmek, öyle kolay bir şey değil. defalarca veda eder, başa dönersiniz. sizi doğurandır o, varlığınızın temel sebebi.
anneniz gerçek manada siz ölünce ölür.

sizi etiyle kanıyla minik bir hücreden, dünya güzeli bir bebeğe dönüştüren o yüce gücün ürünü, özüne aşk katıp biçimi mükemmel, kokusu doyumsuz, masumiyet simgesi bir şekle sokup dünyaya fırlatıyor!
hahahahaha, Heidegger, kulakların çınlasın emi! niye kendi dediğini kendin yapamadın acaba?
hani biraz hannah'ya kulak vereydin, seni aşkla bekleyen o masum hannah'yı, gerçek manada var oluşçuluğu idrak edecektin belki.

neyse, felsefenin ucsuz diyarlarına bir uçuş değil, masumane bir anne ya "niye ataerkil düzen artık yetti"  teması işlemek niyetindeyim. biz felsefeyi şu eril insancıklara emanet edelim, oyalansınlar. savaş baltalarını çıkarıp fikirlerini havada çarpıştırsınlar. o vandal halleriyle de sonra o fikirleri somutlaştırıp birbirlerini yok etsinler. nasıl isterlerse.
zevk meselesi.
neydi o klişe laf, "zevklere ve renklere karışılmaz".
ah, şu emrivaki haller, tavırlar, öldürüyorsunuz beni!
eril dünyasının gereği ve ereği sanırım emretmekle var olmuş. içi boş emirler!

"konuşamayacağımız hakkında susmalıyız" derken de kullanılan aynı emir kipidir bu. alıntıladığım bu aforizma dilbilim felsefesinde baş yapıt sayılan eserin içinde en can alıcı cümlelerden biridir.
yahu, demezler mi adama,"sen de kim oluyorsun da, bize yeni bir kural dayatıyorsun? niye konuşmayalım? ne zararı var konuşsak? konuşmayı bildikten sonra, savaş baltalarına hemen meyil etmeden, içine sevgi, şefkat katarak… unuttunuz mu? tatlı dil, yılanı deliğinden çıkarırmış. atasözümüze girmiş bu şahane canlı, tam da yığınla kitaba musallat olan o kadim yılanın bizzat kendisi değil midir?
  
oysa başka bir eril abimiz "hayat felsefede başlar, felsefede biter" demiş. geri kalan teferruattır demeye getirmiş. bakın, bu da sınır koymuş, başlar biter? kime göre? hangi zamansal algıdır bu? dikey mi, lineer mi, göreceli mi? halbuki zamansız olan ne başlamıştır ne biter. ohhh gelsin doyumsuz sohbetler…

ah, eril dünyanın eril abilerine kulak verirsek yandık, konuyu bir yere bağlayamayacağız. eril dünya sınırlar içine hapsolmuştur, eril dünya savaş tanrılarının cirit attığı bir arena. büyük abi heraklit dememiş mi tatlı tatlı "savaş her şeyin babasıdır" diye. ondan iyi bilecek değiliz ya.
erkek adam dediğin emreder, yıkar, yok eder… ama bu erilcikler daha oğlan hallerinden başlıyor bu savaş nidalarına. anlayamadığı bir şeyi yıkma ihtiyacındadır. kolay olanı budur onun için zira.

geçen gün çöp konteyner önünde taş çatlasın 12 yaşında olsun, bir oğlan çocuğunun teki, çok da güzel ev maketlerinin üzerinde tepiniyor. ben de arkadaşımla köpek-çocuklarımı yürüyüşe çıkarmışım. uzaktan gördüğümüz bu manzarayı kendi aramızda, kötü proje notu olarak tahmin etmeye çalışıyorduk. ben dayanamayıp muzırca sataştım çocuğa.
- hayırdır, kötü not mu aldın?
çocuk anlamadı.     
- niye tepiniyorsun maketin üzerinde, çok da güzel yapmışsın? kötü not verdi öğretmenin projene galiba?
diye açıkladım. çocuk itiraz etti hemen.
- haa bu benim değil ki!
- haydaaa, o zaman niye parçalıyorsun? çok da güzel yapmış, yapan. yazık değil mi?
- değil.
diyerek bizimki tepinmesini sürdürüyor.
- niye parçalıyorsun peki?
belli ki o ana kadar bunu düşünmemiş, küçük vandalımız, bir an affalar gibi oldu. ama sonra daha da sert tepinmeye başladı.
- çok saçma!
- nesi saçma?
- bilmiyorum, saçma işte.
diye cevap vererek, utandığından mı, işine karışılmış olunmasının rahatsızlığından mıdır bilmem, yanımızdan kaçtı gitti.
eril dünyanın algısına güzel bir örnek…

oysa aynı yaşlarda bir kız çocuğu olsa, o maketi eve götürür, dantel perdeler örer, çiçeklerle bezer, ve barbi bebeklerine ev bile yapmıştı onu.
gerçi günümüz tüketim toplumu kız çocuklarının bu yaşlarda ne yaptığından çok emin değilim. belki önünde selfi çeker, her hangi sosyal paylaşım ağına resim atarlardı muhtemel ki.

öyle ya da böyle, eril dünyası artık vaktini doldurmuştur.

en dibe düşmelisin, gerçek manada en dibe. oradan sadece tek yol vardır: yukarı.

kadınlar için o nokta gerçekleşti gerçekleşecek gibi, toplumsal manada. kadınlara ve en değerli varlıkları olan çocuklara karşı şiddet artmış durumda, üstelik  bu şiddeti reva görenler nedeyse hiç ceza almıyorlar. bu hususlara burada detaylıca girmenin bir manasını görmüyorum. dileyen istediği gibi haberleri izleyebilir.
kadınların yükselişe geçtiği bireysel düzlemde ise çoktan işe koyulmuş. 

toplumsal olaylardan bağımsız kendi uçurumunu yaşamış kadınlar çoktan yükselişe geçmişler bile. son yıllarda çevremde daha çok görür oluyorum o güzel varlıkları. üstelik sayılarının arttığını onlar da biliyorlar.

anaerkil düzene geçiş üstelik öyle heraklit'in övündüğü o savaş nidalarıyla olmayacak. öyle yumuşak bir geçiş olacak ki, insanlar ne olduğunu anlamadan düzenin değiştiğini görecek. hani adeta, bir sabah uyandık, düzen değişmiş. ama darbe olmuş değil. elbette uzun bir süreçten bahsediyorum, elbette bir günden diğer güne olmayacak. çok emek gerektiren, ağır adımlarla gidilen bir yol bu.
erkekler de kadınlar sayesinde değişim geçirecek. düşünsenize, tabii ki zihniyeti değişmiş, erkeklerin yarattığı o prangalardan kurtulmuş her kadın, yani kendi özgür düşüncesini elde etmiş, ama en önemlisi aşkı ve dahası şefkatı yüreğinin en derininde idrak etmiş kadın, evladını da farklı yetiştirecektir. 
belki de bu yüzden isteyerek, gönüllü geçilmiş olacak yeni düzene, ama bunun farkına bile varılmayacak.
bir nevi kadınlar devrimi.

niye mi farkına varılmayacak? çok basit. kadın kan dökerek inşa etmez. yakarak, yıkarak getirmez yeniyi.

kadın, sevgiyle yapar bunu, aşkla.
kadın anne şefkatiyle yapar, yapacak bunu.
hiç merak etmeyin, er ya da geç, henüz başlamadıysa muhtemel ki bugün.
söz veriyorum.   

23 Haziran 2018 Cumartesi

- kopyacısın!

final sınavındayız, sınav tam başladı, bir kız öğrencim sınıfa geldiği gibi, en arkalara çok çalışkan bir öğrencinin arkasına geçiverdi. dönem boyunca hayli notları kötü olan bir öğrenci olduğu için elbette dikkatimi çekti bu. ama tesadüftür diye üzerinde durmadım önce.
sonra sınav süresince baktım. o çalışkan öğrenci de eğik oturuyor, kağıdı olduğu gibi görünüyor arka sıradan. hani kötü bir niyet olmayabilir, ama ister istemez dikkat çekiyordu.
ikinci vize sınavını da, küçük bir sınıfta yapmak zorunda kalmıştım, bu kızımız bu sefer yakın arkadaşıyla dip dibe oturuyordu.
biriniz yer değiştirsin, orası çok kalabalık dediğimde, bunun arkadaşı, çok kötü hissettiriyorsunuz diyerek tepki göstermişti. çok şaşırmıştım o tepkiye.
ikisi de bayağı da sevdiğim kızlardı ikisi de. neşeli, bıcır bıcır şeyler. hislerimizin de karşılıklı olduğunu düşünmüştüm.
ben de bunun üzerine, aslında çok da onların dibinde oturmayan, ama diğer kızın tepkisi yüzünden karizmayı çizdirmemek uğruna başka bir erkek öğrenciye yerini değiştirmesini rica etmek zorunda kalmıştım.

tabii şimdi tekrar tepki alacağımı öngördüğüm için, hiç uğraşmayayım dedim.
yine de dayanamadım, ve öndeki çalışkan öğrenciye yerini değiştirmesini söyledim.
itirazsız kalktı. ama bizim arkadaki zilli bayağı sesli burnundan nefes alarak homurdandı, sandalyesini oynattı. öndeki öğrenciler dönüp baktı.
içimden beş la havle çekip, ses etmeden gittim.
 
sınavın sonuna doğru geldiğimizde, öğrenciler artık birer birer kağıtları vererek çıkıyor.
aslında bir şey söylemeyi düşünmüyordum, ama tam bu kızımız çıkarken ben de kapının önüne doğru yürüyordum, fırsat bilip arkasından gittim. sınıfın hemen dışında 
- beğendiniz mi bu yaptığınızı?
diye sordum.
hiç lafını sakınmadı
- asıl siz beğendiniz mi yaptığınızı?!
- ne yapmışım ben?
- insanlara kopyacı muamelesi yapıyorsunuz.
- ne diyorsunuz size yahu? sınavda öğrencinin yerini değiştirmek en temel haklarımdan biridir
- ben haktan değil, insanlıktan bahsediyorum!
sesi titremişti. ben bir şey diyemeden de gitmişti.
 
dona kalmıştım. bak şu terbiyesize! değil kendi öğrenciliğimde, şimdi olsa, hocama böyle bir laf etmeye cesaret edeceğim? mümkün mü!
çok içerlemiştim o zaman.
 
ama çocuk haklıydı! hiç insani bir şey değildi yaptığım. bir hocam bana yapsa bunu, sessiz sedasız kalkar, elbette yer değiştirirdim.
ama içten içe de gönül koymaz mıydım? hoca bana güvenmedi diye üzülmez, sınava konsantrasyonum gitmez miydi? hem de nasıl keyfim kaçardı!
çocuğun tepkisi belli ki bundandı. ona güvenmemiştim!
aşırı hassas bir çocuk olmalı ki, bana göre son derece basit olan bu yer değiştirme hadisesi onda böyle derin bir yara açabilmişti.
açmış olmalı; yoksa niye böyle sert tepki göstersin.
 
ama öğreniyorum ben de işte. hatalar bizlere mahsus değil mi?
 
not: bu arada, her zamankinden iyi not almıştı çocuk.
not2: bu yazdığımı ona mail olarak göndereceğim. bakalım cevap gelecek mi...

22 Haziran 2018 Cuma

bebeğim, bennom ya da "affettim kendimi - en sonunda"

bilenler bilir, (hoş yazılarımı okuyan var mıdır oralarda bir yerde? bazen boşluğa yazdığımı düşünüyorum. sanki o söylencelerde adı geçen ağaç kovuğu bu blog. sırrımı saklamak için bütün acımı bağırıyorum kovuğun içine) - o yüzden giriş cümlem de havada asılı kaldı gibime geliyor.
sahi kim bu bilenler ve neyi biliyor?)

bilenler bilir mi, yoksa duymuşlar mıdır, bilmem,
ama benno başta olmak üzere, insan türünün dışındaki tüm çocuklarım (köpeklerim, kedilerim, kaplumbağım, kuşum ve çiçeklerim), dünyamın en büyük parçasını kapsıyor. insanın kendi ailesi kalmayınca, kendisine alternatif bir aile yaratıyormuş.

aslında bunu söylerken, öğrencilerime büyük haksızlık ettiğimin farkındayım. hepsi öyle özel, öyle pırıl pırıl ki. ve üstelik farkında bile değiller ne kadar dürüst, zeki ve algılarının açık olduğunu.
işte benim gibi aidiyet duygusunu doğuştan aslında hiç öğrenmemiş biri bile sonunda, çiçek-hayvan- öğrenci ekseninde, kendince bir aile oluşturabiliyormuş kendine.

bu manada benno, ilk kan bağı hissettiğim "seçilmiş" aile bireyi. resmen ben doğurmuşum bu çocuğu.

ama bunu, ve kendime ne kadar güzel bir dünya yarattığımı anlamak için, benno için ölüm endişesi duymam gerekiyormuş.

hayatım boyunca, çocukluğumdan beri hayvanların olduğu evlerde yaşadım. sadece ev mi? buluğum yaralı sokak hayvanlarını da veterinere taşırdım. ya da param yoktur, kendi imkanlarımla tedavi etmeye çalışırdım.
bir defasında hatırlıyorum, üniversite öğrencisiyim, benim gibi hayvan delisi olan erkek arkadaşımla eminönü'nde geziyorduk. adamın tekinin kartal sattığını görünce dehşete düşmüştük.  hayvancağız nasıl hırpalanmış, tüyleri yoluk yoluk haldeydi.
adam henüz evcil hayvan pazarına gidiyordu - o yıllarda envai çeşit hayvancağızın satışı mümkündü- dönemin parasıyla fena olmayacak bir ücret istedi. ikimiz de cebimizde ne var ne yok döktük, son kuruşuna kadar. adamın istediği paranın üçte biri mi neydi. adam bir paraya baktı, bir bize, zavallı durumdaki kuşu verdi. eminönün'den yedikule'ye yürüyerek dönmüştük. (kuşun akıbetini merak edene, ayrı öykü lazım.)

ancak onlarca, belki de yüzlerce (kuş, hamster, güvercin kafesini sayınca, kesin iyi yüzün üzerine çıkmıştır bu sayı) can içinde iki isim, içimde derin uçurumlar açtı.
cupcup
ve şimdi benno.

benno öncesi cupcup vardı. ruh ikizi oğluşum. 13'ünde ölüm döşeğinde, sesime tepki verip veteriner sedyesinde doğrulmaya çalışan cup'um. kolumda dövmesi duran tatlı bebeğim.
burada da öyküsünü bulmak mümkün anlatırdım, nasıl gözleri daha kapalıydı bulduğumda, nasıl ilk üç ay peşimde "anne" diye dolandığını… ama cup için hep "ruh ikizim" lafını ederdim.

sonra benno geldi. hem de hiç görmeden, emri vaki geldi.
benno'yla en başından farklı bir ilişkimiz oldu. daha ilk aylarda işe gitmeyeyim diye kendince sunabileceği en değerli hediyesi, kemiğini vermeye çalışırdı, mızıldanarak "gitme anne!" diyen o köpeğe özgü mızıldanmalarla.
gönlüm onda, iş yerinde ellerim "benno kokuyor" diye kaç kez ağladığımı anımsarım bugün gibi.

ancak dün sabah, o halsiz haliyle kucağımda kendini bıraktığında, dünkü yolculuk boyunca, o küçücük başı halsizlikten omuzuma düştüğünde, göz yaşlarına boğulduğumda tekrar tekrar NİHAYET bir şeyi anladım.
anlamak için altı yıl geçmesi gerekti, ama anladım.

hiç doğuramadığım oğlumdu benno. bir gençlik cehaletinde öldürdüğüm oğlum.

içimdeki varlığını sadece bir kaç günlüğüne bilme yüceliğine erebildiğim oğlum.
o üç haftalık "fetüs"ün oğlan olduğunu nereden bileceksin ki?
kadınsal sezgi?
biliyorum.

ve anladım ki, ruh bedene çok erken düşüyor.
doğuramadım, doğurtmadılar. karnımda bir kaç günden fazla taşımama bile izin vermediler.
bebeğin sperm vericisi adamın baskısı; ailem ne der korkusu; zorla elde ettiğim ve tek sığınağım olan üniversite eğitimi…

"bahane!",
"istesen her şeye karşı gelir, doğururdun!"
dediğinizi duyar gibiyim.

zahmet etmeyin! o cehennemi tam 25 yıldır ben kendime yaşattım. o kadar ileri gittim ki bu cezada,
kendime bir daha asla doğurma mucizesini yaşatmadım! üstelik bunu kendimce entelektüel-mantıksal bir düzleme yerleştirerek, kendimi bile ikna ederek yaptım bunu.

20li yaşların daha başında gencecik, onu doğru yönlendirecek kimseye sahip olmayan, "daha çocuk" sayılan bir insanın suçu değil o bebeğin doğmayışı.

ataerkil anlayışın bir eseri bu!
kadınlara böyle cehennemler yaşatıyor!

kadın içindeki canın idrakına vardığı an, olağanüstü bir ilişki içine giriyor bedeniyle/henüz doğmamış çocuğuyla.
yoksa niye, sadece bir kaç gün varlığından haberdar olduğum bir cana, hem de o gencecik yaşımda veda mektupları yazayım? kime veda mektubu yazılır? hiç tanımadığınız birine mi?

ve şimdi görüyorum ki, daha o yaşımda yazdığım VEDA mektubuna rağmen, aslında o doğmamış cana hiç veda edememişim.

hep bir çocuk özlemiyle yanıp tutuşmuşum.
doğacak, doğuracağım bir çocukla ancak bunun kefaretini ödeyebileceğimi,  kendimi ancak o zaman affedeceğimi sezinliyordum sanırım. ama öylesine suçluyordum kendimi, böyle bir affı bile kendime layık görmüyordum.
dolayısıyla evlenip çoluk çocuğa karışma potansiyeli olan erkekleri hayatımdan çıkarıyordum bir şekilde. kendime acı çektirmek için elimden geleni yapıyordum.
sadisti ve mazohisti tek bedende toplanmış bir sapkın!
tam 25 sene! bir çeyrek asır!

bu sırrımı kaç kişi biliyordu? bir elin beş parmağını geçmez…

yedi yıldır gittiğim terapistime bile, tam yedi yıllık terapinin neticesinde, dün sabah göz yaşları içinde söyleyebildim. çok çabaladı, çok kafamı ütüledi. ancak şimdi onun beni gördüğü gibi görebiliyorum kendimi. sevgi dolu, aşk dolu. kocaman bir yüreği olan bir anne.

ve tam da bu yüzden haykırmak istiyorum artık! sizin eril düzeniniz bebeğimi öldürdü!

şimdi bennocuğa bakıyorum, meğer o bebeği çoktaaaan doğurmuşum. belki fiilen bedenimden değil, ama o 25 yıllık cehennem azabından.

oysa ki, annelik şefkati, sevgisi, bana daha çocuk yıllarımda bahşedilmişti. ben ana olmak için doğmuşum meğer.
daha çocukluğumda bütün canlıları, cansızları, yeryüzünde karşıma çıkan her şeye büyük bir sevgiyle, aşkla yaklaşabilen, aşırı hassas bir çocuktum.
annem "ergenliğine kadar, -ağzına vur lokmasını al- boyutunda sessiz bir çocuktun der.
o öyle zannederdi.

halbuki sessizliğin sesi, dili çok daha güçlüdür. yanıltmaz sizi. sözcüklerle oluşturabilen bir yanılsama yaratamaz.

o sessizliğin dünyasında, çocuk hayal gücümle hayvanları, ağaçları, bulutları, yani insanların dışında tüm varlıkları gözlemleyerek, sezgisel bir yetiyle okumayı öğrenmeye başlamışım meğer.

az da olsa bir okurum varsa şu an düşüncelerinizi okur gibiyim.
hani daha önce olmadıysa da, şimdi kafayı yediğime kesin kanaat getirmişsinizdir. ama Wittgenstein "konuşamayacağımız mevzu üzerine, susmalıyız." derken, belki de tam bunu ifade ediyordu.
neyse, bu ayrı bir yazının konusu.

az evvel göz yaşlarından yazdıklarımı göremez oldum. hemen erkek zihnim girdi devreye,  yazdığıma yabancılaşmaya çalıştım, mantığıma bıraktım kendimi ve anında duygusallıktan o anaç tavrımdan uzaklaşıp, emir kipiyle konuşan erkek dünyasına, "entelektüel boyuta" taşıdım.
zira bebeğimi öldüren bu erkek dünyasını tanımanın en iyi yolu, erkekleşmekti. ama erkekleşip, onlar kadar güçlü olmaya çalışırken, kadınlığımızı unutmaya başladık. ah feminizm, seviyorum seni!

konudan uzaklaşıyorum.

çok şükür ki benno ölmedi, yarın ameliyat olacak.

ama dün sabah, hastalıkla geçen o son üç yılın, ama özellikle bu son 10 günün sancılı süreci sonunda, dün sabah, ben vedalaştım.
aslında tam 25 yılın sonunda vedalaştım. NİHAYET.

babam komadayken yapmıştım bunu, annemle abim dehşete düşmüştü. daha komadayken nasıl babana veda edersin diye.

komaya girmek, ya da kişiyi, bir canı bu kadar halsiz bırakacak bir hastalık, spiritüel manada, bedenin artık ruha yetişemediğini, ruhun o bedeni bırakmak istemesinin göstergesidir benim için.
o halde ben kimim ki, bencilce sevgimle, o ruhu burada tutmak için zorlayayım?

ölümün arkasından ağlamamız da aslında bunun göstergesi. ölenin nereye gittiğine hiç bir fikrimiz yok, sadece inançlarımız var.
ve inancımızı esas alırsak, sevinmemiz gerekmez mi? niye hala tırnaklarımızı geçiririz o naaşa, zorla burada tutmaya çalışırız?
yaradanına kavuştu diye bayram, dernek kutlama yapmamız gerekmez mi aslında?
niye ağlarız?

bunu altında salt bencillik yatar aslında, sevgi değil.
"beni yalnız bıraktı" bencilliği.

canım anam ne kadar derin bir şey söylediğini bilmeden güzel bir laf eder dururdu:"ölünün ardından dökülen gözyaşı günahtır!" söylediğini idrak edebilseydi, yaşama geçirir, geçmişte yaşamazdı.
ama ne yapsın kadıncağız, acıları kör etmişti onu. o da kendi cehenneminde yaşıyordu.
ah be anam, bir bileydin, idrak edebileydin o bilgeliği yüksek lafın manasını.

komaya girmeden evvel, acılara gıkını çıkarmayan derviş ayarında babamı ilk kez bu kadar yakınırken görüyordum. acı içinde kıvranırken, ilk kez "öldürün beni!" diye yalvarmıştı. gözümde hep, bir nevi derviş olarak kalacak babamın, neyi kast ettiğini şimdi anlıyorum.
o zamanlar sezgisel yaklaşmıştım.
galiba helallik almak dedikleri bu. veda etmek, gönül koymadan göndermek…

babamda yapabilmiştim.

dün sabah çocuğumda da yaptım.

öyle rahatlatıyor ki, sevdiğini bırakabilmek…
hani şu "geyik laf" vardır ya, "bırak gitsin; dönerse senindir. dönmezse; zaten hiç senin olmamıştır!" minvalinde bir şey.
ben de bıraktım.
ondan sonra çorap söküğü gibi geldi.

babamda öyle gelişti. ve içimden bir his diyor ki, benno'da öyle olacak. inşallah yanılmaz bu hissiyat. ama yanılırsa da, ben vedalaştım. gönül rahatlığıyla gidebilir.

sen de bebeğim, kucağıma almak kısmet olmadı, ama bil ki, ben seni hiç unutmadım. iyi ki, bir kaç gün o mucizeyi bana yaşatma fırsatı verdin. iyi ki seni çimde hissedebildim.
artık huzur içinde uyu bir tanem.
elveda