28 Eylül 2012 Cuma

eskisi bozuldu, yenisini aldık!

alacam'ı kedi cennetine göndereli sadece 5 gün oldu ki çat kapı benno basti geldi.
hani, "bu bozuldu attık, yenisini aldık" gibi oldu. ya da ben vicdan azabına gark olduğumdan böyle hissediyorum.

bu çocuk hiç hesapta yoktu, valla planlamamıştım.
tamam, itiraf ediyorum, bir kaç sabahtır, sahilde rastladığım bir hanımın rus finosuna feci şekilde abayı yaktım. boyna kadıncağızı köpeğin tüm karakterine dair sorgu suale çekip duruyor, kafamdan da yakın bir tarihte barınak ziyaretinde bulunmayı düşünüyordum. hani yakın derken, bu yine de bir kaç ayı bulurdu. ama diğer yandan da alacam gitti gideli, eve giresim yok.
öyle sessiz, öyle mezar olmuştu ki evim, girsem de uzun süre kalamaz haldeydim.
kader de ağlarını öyle bir ördü ki, sahildeki finonun resimlerini çektiğim sabah, bir kaç saat sonra pat diye bir arkadaşım gittiği yerden telefon eder. bir rus finosu görmüştür ve muhakkak almam gerektiğini söyler. üstelik bu arakdaşımın benim sahilde elin finolarıyla cilveleştiğimden haberi yok! şimdi buna kadar demezsin de ne dersin?! elbette ben de paşa paşa kaderime boyun eğdim. ama gel gör ki, köpeciğe ev bulmaya çalışan kişi, iş yerinde tutulduğunu duyunca geri almış. çok mu karışık anlattım? doğrudur, baştan alayım: efenim, meğerse bizim afacanı silivri'de bulmuş birileri. bakamayınca da bana ulaştıran kişiye vermişler. bu kişi de dizilerde oynayan ve golden köpeği olan cici bir oyuncu kızımız.  ama goldeni ile pek anlaşmadığından küçük bir kızları olan aileye vermiş. işte bu ailenin de babası kalkmış iş yerine götürmüş. bizim oyuncu kız da iş yerinde tuttuklarına kızıp geri alıyor benno'yu. bu aşamada da ben giriyorum devreye. bu kızımızın numarasını bulan arkadaşımın ısrarıyla ben de onu arıyorum. iki akşam evvel de minik beyimiz teşrif ettiler. ilk işimiz birlikte mama almaya gitmek oldu.  on dakikalık mesafeyi ancak iki katı sürede yürüyebildik. küçük bey tüm mahalleyi tek nefeste tanımaya çalıştı resmen. ama gelin görün ki, dün ben işe gidince yalnız kaldı cici beyimiz. daha ben evden çıkar çıkmaz başladı vızıldanmaya. ama genelde sessiz bir köpek olduğu için biraz vızıldanır, sonra yatar uyur dedim. nerede! bir sürü köpeği olan arkadaşım, benim evin önünden geçerken duymuş ağladığını. çıkarmış bir tur gezdirmiş. ama bizimkine yeter mi bu? yine yalnız kalınca başlamış ulumaya bu sefer. haydeee!
kedilere alışkın olan birine birden bire ağır bir sorumluluk köpek. ama eşek sıpası, öyle de sevimli bir şey ki! ben beşinci sahibi olacağım, altıncıya gitsin istemiyorum. ama yalnız yaşayan biri için köpek bakmak cidden zor. ama daha çok köpek için zor, hele ki benno gibi daha altı aylık bebekse ...
umarım benno'nun daha çok maceralarını buradan azam şansım olur. 

22 Eylül 2012 Cumartesi

huzur içinde uyu alacam!

yolun sonuna geldiğimizi biliyorduk be balım. iki ay evvel kanamaların başladığında belliydi. uzatmaları oynadık sadece. bu iki ayın içinde iyi gibi olduğun on gün hariç, hızla sona doğru gidiyor, yok idrar kesesinde tortu, yok akciğerlerde ödem, yok kalp yetmezliği ve en sonunda böbrek yetmezliği yüzünden kanındaki ürenin yükselmesi... inan bana tatlım, ben de acı çekmeni istemezdim. iki aydır "uyut da acı çekmesin" diyenlere laf mı anlatayım, uyutsak mı diye sorduğum veterinerlerin, başınızdan mı atmak istiyorsunuz dercesine sordukları "ötanazi mi yapalım?"ına suçluluk mu duymayayım diye şaşırdım.
öbür yandan da umudum vardı be bebeğim. nasıl vazgeçerim senden? anam olsan, uyutup başımdan atar mıydım?!
direndim, direndin, ikimiz de mücadele ettik, senin canın çok yandı, ama bil be birtanem, senin acılarını gören ben de, en az senin kadar acı çektim.

son iki gece koynumda geçirdiğin saatleri saydım. üre beynini de etkiliyormuş, bilincin gidiyormuş diye izah etmişti veterinerin o acı acı bağırışlarını. ama ne zaman göğsüme yatırsam seni, sakinleşiyordun.
ve son gecemizde, gücünü iyice yitirdiğinde, göğsümden kayıp gitmeyesin diye uykusuz seni seyrettim.
sabaha karşı dalıp da yine seni veterinelere taşıyıp, niye uyutmuyorsun diye çıkışan kokoş teyzelere karşı yaşam hakkını savunurken gördüğüm rüyadan ağlayarak uyandım.  

önce sen mi pes ettin biriciğim, yoksa ben mi? belki de sen iki ay evvel pes ettin, ama neydi seni yaşamda tutan? 
o kadar yalvardım, al bu çocuğu, acı çekmesin artık diye. vadesi gelmedi ki, onun için almıyor dedim, ama belki de vaden gelmişti de, ben miydim inatla direnen?

sabah ilk işim, veterinere "alacamı uyutalım artık ne olur" demek oldu. "gelin görelim, karar veririz" dedi o da. ama zaten görünce, "üre değeri çok yükselmiş, bu noktadan geri dönüş olmaz" dedi. sonunda o da ikna olmuştu ötanaziye. 
önce tam anestezi yaptı, sonra kalbini durduracak iğneyi verdi damardan, en sonunda da solunumunu durduran zehiri verdi. hepsi, belki on, onbeş dakika gibi bana sonsuz gibi gelen bir sürede yapıldı. 

şimdi sahilde parkta, güzel bir çalılığın gölgesinde ebedi istirahatına başladın. uzağında değilim balım, hemen yanında yazıyorum bu açık mektubumu sana. tatlı bir sonbahar güneşi  hem benim tepeme hem de mezar taşı niyetine (ya da köpekler eşelemesin diye) konulan kırık taşa vuruyor dalların arasından.
burada olsan şimdi capcanlı yeniden, sen de ne güzel mayışır uzanırdın çimlere benimle. etrafta aşık çiftler cıvıldaşıyor. seni görseler ayıla bayıla sevmeye gelirlerdi.
ama eminim daha iyisini yapıyorsundur sen şimdi: cupcup'a, babama ve dedeme kavuşmanın mutluluğuyla belki beni unutmaya bile başlamışsındır; kimbilir...

her neredeysen, rahat uyu biricik kızım...
14.09.2012
huzur içinde yat bebek kızım (01.10.1995-22.09.2012)


not: gerek sabah boyu veterinerde ve sonrasında beni yalnız bırakmayan mübi'ye ve alacam'ı  mezarsız bırakmayan memduh bey'e sonsuz teşekkürler 

19 Eylül 2012 Çarşamba

apolitik olmak ya da olmamak: yaşasın medyanın sahtekarlığı!

son yıllarda siyasi haberleri yirmi ayrı kanaldan izliyordum. objektif bir perspektife sahip olabilmek için de olabildiğince alternatif medya üzerinden havadisleri almaya gayret ediyor, hatta twitter hesabımı salt o amaçla kullanır olmuştum. 
nihayet bir kaç ay evvel fark ettim ki, yurt geneli ve dünya çapında olan biteni öğrenip, gündemi takip ederek insan olma gereklerinden birini yerine getirdim sanıyormuşum. günü gününe gündemi takip etmezsem sanki dünya çökecek, parçalanacak, arkamdan işler çevrilecek! üstelik bütün bu negatif haberler ile dünyamı genişletmek yerine, bir güzel daraltıyormuşum. 
zaten baudrillard da medyayı "medyalar için requiem"de kıyasıya eleştirir ve medyanın aktardığı resimlerin, olanı yansıtmaktan öte, gerçeğin önüne geçtiğini ve onu değersizleştirdiğini söyler. hatta tek yollu bir kanal olduğunu, bir iletişimin mümkün olmadığından dem vurur. nasıl olsun ki? tivilerinin başındaki bizlere gönderilen resimlere sadece bakmak düşer. bize gösterilene itiraz ya da karışma hakkı verilmez. yani bir diyalog değildir bu. sonradan yapılan itiraz da, belleklere yerleşmiş o resimleri pek değiştirmez. boris groys de "düşünme sanatı"nda, medyayı resim üretimindeki en büyük seri üretimi gerçekleştiren mekanizma olarak tanımlar. bu minvalde de medyayı seri üretime sahip sanatçı olarak görür. yani baudrillard'dan çok farklı bir şey söylemez. 
sanatçı da aslında var olanı yarattığı eserle vermeye çalışmıyor mudur? ama sanatçının verdiği eserde biliriz: tarafsız gerçek değildir bu. sanatçının onu nasıl algıladığıdır. oysa medyanın gerçeği yansıttığını düşünürüz. gerçekten durum bu mudur?  
medyanın gösterdiği resimler de gerçeği yansıtmıyor. tam tersine, gerçeğin kendisini yok ediyor.  sadece kameranın alanına giren sınırlı resimler yansıtılıyor. biz izleyici, yani onhaberin alıcısı olarak kamera dışında olan biteni görmüyoruz, dolayısıyla o sınırlı resimler gerçeğin yerine geçiyor. 
tamam, alternatif medya izliyor olabiliriz -ki ben bulabildiğim bütün alternatif medya kaynaklarını takip etmeye çalışıyordum-,  ama alternatif medya da neticede yine sınırlı, sadece kendi bakış açısına dahil olan resimleri bana yansıtıyor. onun da göstermediği, yani kamerasının kadrajına girmeyen alanda olanları görmüyoruz yine. 
üstelik medya, sanatçının tersine, tek bir eser yerine, aynı anda milyonlarca evin ekranında binlerce görsel üreterek seri üretime geçmiş oluyor. 

neyse ki ben bir kaç ay evvel kendimi bu cehennemden kurtardım. artık daha çok belgesel, film ve benzeri önceden kurgu olduğunu bildiğim görseller izliyorum. dünyam inanılmaz güzelleşti, ben de onunla...

18 Eylül 2012 Salı

son pişmanlık fayda etmez

bbc'de cumartesi akşamları bir dizi var. gerçi sadece bir kez denk geldim, ve aslında zaten kendimde barışık olduğum bir mevzuyu onayladı. ama yazacak malzeme buldum ya, değineceğim ille de. 
mevzu, başlıktan da şıp diye anladığınız üzere, pişmanlıklar. yaşamımız süresince bazı kararlar alırız ve bunlar bazen feci şekilde hatalı olabilir.  hay anasını, keşke böyle yapmasaydım minvalinde keşkelerle başlayan cümleler kurarız. dizideki kahramanımız da otuzlarında ve bir dizi pişmanlığı olan bir hanım. bir gün bir psikoloğa rastlıyor, o da ondan pişmanlıklarını yazmasını istiyor. kızımız ise sıralıyor gitsin. ama sıradan bir psikolog değil bu. pişmanlıklarına göre alıyor hatun kişimizi, pişmanlığını yaşadığı yaşa hop diye ışınlıyor, ablamız da güya bu sefer aynı hatayı yapmayacağım diye gayret ediyor, ama er ya da geç o mevzu üzerine benzer bir hata yapıyor. sonra anlıyor ki, "dur yahu, ben yine farklı davranmazdım bu meseleyle ilgili olarak" diyerek bunun aslında bir pişmanlık olmadıgının ayırdına varıyor. 
hah şöyle! nedir kardeşim geçmişle derdiniz? "ah, şunu böyle yapmasaydım, hayatım bugün nasıl olurdu kimbilir?" diye ağlamanın hiç bir manası yok bence. çünkü sizi siz yapan, tam da o hatalarınız! eğer o hataları yapmasaydınız siz olmazdınız. ya da yapı gereği, er ya da geç o hatayı yapacaksınız zaten! hani bu şekliyle değil de, başka bir şekliyle. ama netice itibariyle, yapacaksınız!
yalan yok, ben er ya da geç o hatayı yapacağımı düşünmemiştim hiç, bu gerçek ancak bu diziyle biraz da dank etti bu salak kafama. ben sadece pişmanlık duymadığımı rahatlıkla söyleyebilenlerdendim. zira yaptıgım hatalar beni ben yaptı. buna sarsılmaz bir inancım var (vaybe, böyle yazınca, nasıl da dramatik bir havası oluyor!). ama diziyi seyredence, evet ya, galiba öyle ya da böyle o hatayı yapacaktım. 
ama belki de işin sırrı, bunu bir hata olarak görmemekte yatıyor. kişinin kişiliği gereği başka türlü davranamayacağını kabul etmesi bir çözüm olabilir. 
kaderci bir yaklaşım mı? hem evet, hem hayır. evet, kaderim dışına çıkamadım yine diye hayıflanabilir ve böyle yazılmış demek, ne yapsam boş diyebilirsiniz. hayır, çünkü. sizin kişiliğiniz belirliyor aslında davranış biçiminizi. yani özgür kişiliğiniz karar veriyor buna. karışık mı oldu? yaşamın kendisi karışık, sizinki  olamamış, mümkün mü?
hadi vazgeçin kendinize eziyet etmekten de, dur yah var bir hikmeti o hatanın diyin. ne de olsa bütünü görecek, tecelliyi anlayacak, karmayı komple görecek bir göze sahip değiliz. henüz!
demek ki neymiş?! hayatınızdan  pişmanlıkları çıkarın! çünkü elinize yeniden fırsat geçse, nasılsa benzer davranacaksınız, hani, salı günü değil de, cuma günü yine çark edeceksiniz, o yolu gitmek istemeyeceksiniz. eee,  zaman pişmanlık niye? yazık değil mi size? gereksiz yere enerji harcamaktan yorulmadınız mı henüz?

15 Eylül 2012 Cumartesi

moda sabahları


sabahları dolaşmaya çıkarım, güneş doğsun ben de şahit olayım, bayılırım. 
hemen şıp diye  "senin günün ve gecenin sevmediğin saatleri mı var" diyecek zeki ve atılgan okuyucularım; ben de bu müthiş sezgiye hayran kalacağım. durun yahu, konu benim günün hangi kısımlarını sevmem değil, insanların sabah çılgınlığı. 
sahile indiğimde benim gibi başı boş dolanan neredeyse hiç olmuyor. varsa, o da geceden kalmıştır, hala birasının son yudumlarını, tabii öncekileri kayalıklara çıkartmayı becerememişse, icmekle meşgul oluyor. bense berduşlar gibi elimde bir kitap, çıkıyorum, sallana sallana yürüyerek, kâh bir bankta oturarak seyrele bu sabah çılgınlarını diyorum. yürüyenlerin hepsi spor amaçlı çıkmış, son sürat kilolarından kurtulabilecekleri istikamete doğru yürüyorlar. acelesi olanlar da sırılsıklam bir alın ve tişörtle koşuyorlar, elbette istikamet aynı olmak suretiyle.
benim gibi aheste aheste yürüyen varsa ve akşamdan da kalmadıysa, kesinlikle dört bacaklı arkadaşıyla gezmeye çıkmıştır. o da istediğinden değil, o dört bacaklının halısına işeme ihtimalinden dolayı sabahın köründe eziyet gördüğüne inanarak çıkmıştır. yanındaki ise ya neşe icinde zıplamaktadır ya da en az sahibi kadar sersefil vaziyette yürüyordur. ha bir de tek tük bisikletçiler oluyor. 
ama anlayacağın aziz okuyucum, benim gibi sabahın keyfini süren bir allah'ın kulu yok. hele de elimde aypedim, oturmuş blog yazıyorsam, tam uzaylı gibi kalıyorum bu sabah canavarları arasında. 
ama yine de moda sahiline şükür. bir kaç sabah, yüzmeye gittiğim caddebostan'da dehşete düşmüştüm. hani ben mi yüzdüm, sahil beni mi yüzdü, belli değil. sahil komple sabah sporu yapan insanlarla kaynıyordu. 
yahu, bilmeden birileri bunların ensesine sporcu çipi yerleştirdi de, haberimiz mi olmadı?

not: foto kadrajına insan girmemesi için epey beklemem gerekti...

14 Eylül 2012 Cuma

doğum günü hediyesi olarak dolandırılmaca

az evvel telefonum çaldı, konuşan gayet kibar bir bey, bilmem hangi karakolun baş komiseriymiş.
diyaloğumuzu aynen aktarıyorum:
~ buyrun, konu nedir?
- siz telefonun sahibi mı oluyorsunuz?
~ yok değilim.
- telefonun sahibiyle görüşebilir miyim?
~ maalesef, iki gün önce sizlere ömür. 
karşı tarafta önce kısa bir afallama, ama hemen ardından:
- aaa, başınız sağolsun, peki siz neyi oluyorsunuz?
~ kendisi amcamdı.
- peki birinci dereceden akrabasını alabilir miyim? kızı, oğlu, eşi?
~ maalesef hiç kimsesi yoktu. konu nedir?
ısrarla sorumu es geçiyor beriki.
- peki siz bu hattı ne zamandır kullanıyorsunuz?
~ kullanmıyorum, çalınca açtım. peki konu nedir? 
- konu amcanızın kimliği.
~ eh, artık kimlik lazım değil nasılsa, diyerek ben bu geyiği sürdürmeye niyetliyim, ama bir yandan da ya gerçek polisse, boku yedik gibisinden de düşüncelere de gark olmuyor değilim. ama neyse ki, karşı taraf da emin olamıyor durumdan ki, çat diye kapatıyor. 
tabii hemen ardından 155'e numarayı bildiriyorum. polis de soruyor bana, "dolandırıcı olduğunu nasıl anladınız?" diye. ne, nasıl yani?

11 Eylül 2012 Salı

dır dır ve arkadaşlık

son zamanlarda hangi ortama girsem insanların ne kadar çok konuştuklarını fark eder oldum. (ee sen burada ne yapıyorsun? mahiyetinde güzel güzel soru sorabilirsin sevgili okuyucum. -hakikatten ne yapıyorum ben burada yahu?- pek emin değilim ne yaptığımdan, ama görünen o ki ben de yazı yoluyla dır dır ediyorum. durun yahu, konudan sapacağım dememe ve kıvırmama izin verin!) 
niye bu kadar çok konuşur insan evladı? 
geçenlerde deniz kenarında takıldığım arkadas grubunda bir hatun, çok da tatlı bir insan, ama bir parça sessizliği tatmaya izin yok, hababam konuşuyor. sustuğu bir kaç dakikanın degerini bilerek dalga seslerini dinleyebildim. 
bazen sahilde, hemen de tepesinde bir çay bahçesinin olduğu kesimine denk gelen yerlere oturduğumda, yukarıdan bir uğultunun geldigini duyarım. ilkin ne oldugun anlamamamış, ugulutunun kaynağını aramıştım. sonra parça parça sözcükler arlarından seçince, yukarıdaki insan güruhunun (epey buyuk bir çay bahçesi bu) konuşma gürültüsü olduğunu ayırd edebildim. nedir derdiniz? ses titreşimiyle düşmanı yok etme silahı mı geliştiriyorsunuz kardeşim? ya da sessizlikten mi korkuyorsunuz? 
adını şimdi anımsayamadığım hintli bir öykü kahramanı, batılı kahramana batılıları anlatırken kullandığı cümle aklımdan gitmiyor: "siz batılılar kendi içindeki boşluktan korktuğu için bu kadar çok konuşuyor. konuşarak o boşluğu doldurmaya çalışıyor. böylece düşünmeye ayıracağı sessizlik anını konuşarak heba ediyor." minvalinde bir şeylerdi. halbuki arkadaşlarla sessizliği de paylaşabilmeli. hani artık konuşmanın gerekli olmadıgı, sözcüksüz de anlaşıldığı o huşu dolu anları. 
hiç kendi hayatına dönüp baktın mı? böyle anları yaşayabildiğin kaç tane arkadaşın var? ya da hiç var mı? hayda, konu dır dırdı, arkadaşlığa nereden geldi, sabah sabah moralimizi bozma şeklinde çıkışma güzel kardeşim. çünkü yoksa bu bahsettiğim arkadaş, faniler dünyasında geçirdiğin vakti accık boşa harcamışsın demektir. 
sözcüklere ihtiyaç duymadan da anlaştığın insan seninle aynı boyutta. aynı tanrısal parçacığı icimizde taşıdığımızın güzel bir kanıtı. elbette bu ille de arkadaşın olmak zorunda değil, bir yabancıyla da bu anı yaşayabilirsin, ama o yabancıyı bir daha nerede göreceksin? oysa aynı arkadaşla, sessizliğe ara verdiğin yerden tekrar alabilir, arkası yarınlı otuzbeşbin bölümlük dizi çıkarabilirsin. 
neyse, hadi ben daha fazla zırvalamadan buradan kaçayım da sen ilk yakaladığın arkadaşınla bir sessizliğin tadını çıkar sen biraz.

8 Eylül 2012 Cumartesi

kader

bugün saatlerimi harcayıp, tam yayınla butonuna bastığım yazı internetin azizliğine uğradı. uçtu gitti. ne yaptıysam geri gelmedi. onca saat, onca emek, havada bulut, sen bunu unut minvalinde. bunu ilahi işaret olarak alarak bir daha o mevzu üzerine bu kadar düşünüp, yazı yazmayacağım. ya da belki yazmamam gerekiyormuş. karma, ilahi adalet, alllah'ın takdiri, ne derseniz deyin, demek ki yazmamam gerekiyormuş. peki bunu mu niye yazıyorum? yahu saatlerdir ebemin iflahı kesildi, yaza yaza bı hal oldum, sonra sen git, uç! yok, vallahi bir daha yazmam. ama hayal kırıklığımı da bir şekilde anlatmam lazımdı. di mi ya!

7 Eylül 2012 Cuma

osho, şiddet ve seks

osho okuyorum son zamanlarda. şiddet üzerine söyledikleri, tez konum olması nedeniyle özellikle dikkatimi çekti, büyük bir iştahla okudum. diyor ki, insanlar sekse doyduğu anda daha az şiddete meyilli olacaktır. çünkü enerjisini halihazırda kanalize etmiş olacağından şiddet için gerekli enerjiyi bulamayacaktır. zaten bu nedenden ötürü özellikle askerleri seksten uzak tutarak, savaş zamanı başarı sağlanıyormuş. hatta amerika'nin vietnam'da yenilmiş olmasını dahi buna bağlıyor: amerikan askeri sekse doymuş  ve savaş alanında başarısız olmuştur. 
tamam, anlıyorum bunu da, o halde nasıl oluyor da bu ülkede en çok evli kadınlar şiddete maruz kalıyor? kocası olacak askeri yeterince sekse boğmadığı için mi? hah buyur buradan yak; yine kadın suçlu. aman bunu yüksek sesle söylemeyeyim, erkek egemen söylemin nasıl da işine gelir hemen!

gece berduşluğu

gecenin bir vakti ya da sabaha karşı sokaklarda avarelik etmeyi pek severim. yanıma sadece o an için beni en çok keyiflendiren kitabı alırım, ne para, ne telefon, ne de bir saat. lineer yaşamı anımsatacak hiç bir araç yanımda bulundurmamaya gayret ederim. sadece reel gerçeklikle bağlantıyı unutmak için değil, bir nevi güvenlik de veriyor nedense. gecenin o saatinde sadece benim gibi berduşlar yok sokaklarda ne de olsa. üzerimde değerli olabilecek bir eşya olmazsa salgılayacağım adrenalin de daha az olur. hayda, bu nasıl bir güvenlik kalkanı diyorsan, ben de bilmiyorum aziz okuyucum, anlıyorsan  beri gel. neyse ben konudan kopmayayim; bir kitapla alır başımı, avare avare o sokak senin, bu sokak benim dolaşırım. sokak lambalarının güzel aydınlattığı köşelerde de bir apartman girişine ya da kaldırıma oturur, kitabımı okur ya da sadece geceyi ve sessizliği izlerim.  ama en çok sahile yakın sokaklarda dolanır, gündüzleri her noktasının fıkır fikir insanla dolu mekanların huşu içinde geceyle halvet olmasına hayran hayran bakarım. sadece karanlıktan dolayı değil, sessizlik yüzünden de o çok bildiğim yerlerin nasıl da değişmiş olduğunu görmek heyecanlandırır. yahu git kardeşim, ne zorun var, yat uyu. uyku problemi mi çekiyorsun! diye çıkışabilirsin şimdi sevgili okuyucum. ne uyku sorunu? yok yahu, kırk yıllık ömrümde çok az çektim uyku sorunu. al işte, yeni girdim eve, ama yatıp uyumak yerine hemen bu yazının başına oturdum. hani bıraksam, fosura fosura saatlerce uyurum, öyle de bir uyku hali bastırır. ama yaşam, uykuyla harcanmayacak kadar değerli. uykuda geçirdiğimiz saatlerde hayatın gizini çözebilmek, en azından onun aşkıyla berduşluk etmek varken... evet, duyur gibiyim seni sevgili okuyucum, sen kafayı külliyen sıyırmışsın diye üzülüyorsun benim için. ya da üzülmüyorsun, belki de kızıyorsun. ne işim var da bu avarelik bloguyla vakit kaybediyorum da diyebilirsin. de güzel kardeşim, ben alınmam, nasılsa gecene bekçilik edecek bir avare var, sen benim adıma da fosur fosur uyuyabilirsin, hakkımı sana devrediyorum o halde.  

6 Eylül 2012 Perşembe

zarif asılmaca


dün aksam bir arkadaşımla barda oturuyorduk, gece ilerlemiş, biralar bolca devrilmiş, muhabbetin beli epey kırılmıştı. derken, masa değiştirelim dedik, ben önden gidiyordum ki, önüme bir genç çıktı ve "türkçe biliyor musunuz?" diye sorarak elime katlanmış bir not tutuşturdu. ben şaşkın vaziyette masaya oturdum, ardından arkadaşım da geldi, birlikte kağıdı açtık. yok öyle, mektup çıkmadı o nottan. bir defterden koparıldığı belli olan a4 saman kağıdının dış yüzünde bir smiley ve yalan yanlış bir "guten nacht" yazılıydı. kağıdı açtığımızda ise ikimizin barda otururken arkadan görüntümüzün  çizimi çıktı karşımıza. benim saçımın arkasındaki kuyruk bile unutulmamış, tabureye asılı olan benim ceketim, arkadaşımın çantası da özenle çizilmişti. ama dış yüzeydeki kötü almanca "iyi geceler" dışında tek bir kelime yazılı değildi. şimdi sevgili okuyucm, oo numaraya bak, tabii ki yazacak değil. asıl bundan sonra asılmaya başlayacak, şimdi kesin masalarına davet etmeye, ya da en azından telefon numarası da istenmeye gelinecektir. haaa çok beklersiniz, hiç birisi olmadı. değil sözel, visuel bir alışveriş bile gerçekleşmedi. çizimi veren genci şimdi görsem tanımam zaten, öyle ani oldu, o kadar dikkat edemedim neye benzediğine. yani bence gayet zarif bir asılma idi bu.  ille de bir zamana, bir ileri aşamaya, bir tanışmaya genişleme ihtiyacı duymadan, sadece anın yaşanmış olduğu küçük bir paylaşım. ne güzel böylesini deneyimlebilmek!