11 Kasım 2016 Cuma

kalp kırarım, bilek kırarım, çanak kırarım... haydeeeee, kırıcı geldi hanıııımmmmmm! ya da küçük emrah'tan rol çaldığım bir gün

olay salı sabahı vuku buldu. 

benim haydutlarla sahildeyiz. zıpırlarda bir miskinlik hali. hadi koşun len diyerek diye gaza getirmek için her zamanki gibi deli dana misali koşmaya başladım. küçük bir engel üzerinden atladım. yazılarımı takip edenler bilir, alışılmadık bir vaziyet değil, yerimde duramam ben pek.

ama ne olduysa o anda oldu: sol ayağım son iki günün yorgunluğuyla bitap düşmüş bedenim ve zihnim ile olan koordinasyonu bozdu ve yamuk iniş yaptı. bir güzel içeri doğru kıvrıldı. bedenim de ona eşlik ederek dengesini bir kenara attı ve çöt diye bileğimin üzerine oturdu! 

hani oturmaktan aşınmış, yayları çıkık eski divana tombul komşu teyzeler kendini böyle lappadanak bırakır ya, aynen öyle düştüm ayağımın üzerine. 
ve nasıl o eski divan tombul teyzenin ağırlığı altında ezilerek son nefesini verirse, ben de ayağımdan benzer bir çatırtı sesi duydum. 

öyle bir ağrı saplandı ki, kendimi sadece "lütfen lütfen yooo!" diye yalvarırken duydum. ayağıma mı, tanrı'ya mı, ya da oradan bombardıman yaparak uçan martıya mı yalvardım belli değil. oğluşlarıma yalvarmadığım kesin, heriflerin zerre kadar umurunda değilim. 

ayağa kalktım, ama adım atmak tam bir işkence! bastıkça inliyorum. bileğin canına okumuşum anlaşılan. 
hadi kızım, başarırsın, zırlama, inleme, ne o öyle bebek gibi, yürü bakayım diyerek haytalarımın yerine kendimi bu sefer gaza getirmeye çalışıyorum. nafile, her on adımda bir oturuyorum bir yere, acıdan gözlerimden şaldır şaldır yaş geliyor. 

yoğurtçu parkı'na gelince pes ediyorum artık. oy anam oy, nasıl ağrıdır bu! yok, bittim, bir adım daha atarsam ruhuma fatiha okuyacaksınız! o vaziyetlerdeyim. 
en azından biri köpekleri bağlasa, tasmasından tutup eve götürse. hani ben de eve gitmeyi başarırım o zaman.  
gri hücreleri beynimde ağrıdan arta kalan minik boşluklara "hööö, höööö" diyerek sürmeye çalışıyorum. düşünmek nasıl bir şeydi yahu? sanki ayağımın değil de kafamın üzerine düştüm mübarek! kim gelir yardıma, hadi düşünsene be yaralı kuçu! sonunda yine aramıyorum kimseyi, sadece yakın bir arkadaşıma mesaj atıyorum. kaza geçirdim, gelebilir misin diye. 
yahu ayak eşek cennetini boylamak üzere, ben hala "aman kimseyi uyandırmayayım" diye uğraşıyorum. la havle!

nasıl yaptığımı inanın ben de bilmiyorum, ama eve gelmeyi başarıyorum sonunda.

ayakkabıyı çıkartırken bir sancı! buz geliyor aklıma. hemen dolaptan çıkarıp kompres yapıyorum.

anlaşıldı, bunun uçarı kaçarı yok, bir devlet babaya görünmeden olmayacak bu iş; hadi bakalım, tut şimdi hastanenin yolunu. 
tam hazırlanırken, mesaj attığım arkadaşımın ablası arıyor, mesajı o görmüş. "aman ha, hastaneye yalnız gitme sakın, uyandırdım ben, geliyor." "yok ben giderim." diyecek oluyorum, "sakın!" diyor. 
manyak mıyım neyim ben, tek başına gitmeye kalkıyordum bir de! sopalığım ben sopalık.  
neyse ki söz dinliyorum.

müşteri almak için milletin popo dibine kadar sokulup korna çalan, vızır vızır boş geçen taksilerin hepsi dolu nedense. 
uzun bir bir aralıkla boş gelen iki taksiyi de caddenin başında kaptırıyoruz. arkadaşımın tepesi atıyor. "ben o köşede bekleyeyim en iyisi" diyor o köşeye yürürken. ben kalıyorum, bir arabaya dayanmış halde. 
kaç zaman geçiyor bilmiyorum, sanki asırlar geçiyor, bir kepçe geçiyor, neredeyse atlaycağım kepçesine, "abi at bizi hastaneye ne olur!"
hemen ardından nihayet bir taksiye bindiğini görüyorum. 
taksici her nedense ileride bekleyen hanımı alacağını varsaymış, önümde değil de dört metre ileride duruyor. tüm trafiği kilitleyerek o dört metreyi topallıyorum. korna çalanlara parmak göstermek istiyorum, ama ona bile gücüm yok.

önde bir teyze oturuyor. meğer caddenin sonunda inecekmiş, müşteri bulursan al demiş. - geçmiş olsun, nasıl oldu diye soruyor. 
- köpeklerimle dolaşırken oldu diye cevap verecek oluyorum, hemen parmak sallıyor teyze. 
- zaten ne gelirse bu kedi, köpekleri evde beslemekten geliyor. bakın ben de besliyorum, ama asla eve almıyorum onları. diye uzun bir nutuk çekiyor. 
amanın, çattık!  
- ee benim de kaza evde olmadı ki!" diyorum. 
hadi teyzeciğim, gelmedik mi senin ineceğin noktaya? teyze ne zaman iniyor fark etmiyorum bir yerden sonra.

hastaneye varıyoruz ama ben mi varıyorum oraya, hastane mi bana varıyor, bilmiyorum. 
tek başına gelsem, ağrıyan sıpa ayağımla aha kapısına lönk diye boylu boyunca yığılmak dışında pek bir marifet gösteremezdim. refakatçin varsa, hastane de var hizmet veren yüce devlet baba hastanelerinde başka ne işe yarardım ki? yalnız olmadığıma zil takıp oynayasım geliyor. ayağım o halde olmasa, gerçekten de kalkıp oynayacağım. ama yalnız olmadığıma değil tabii ki! 

arkadaşım kaydımı yaptırdıktan sonra, bir de tekerlekli sandalye buluyor bir yerden. ondan sonra acil binasının neredeyse her bir yerini tavaf ediyoruz; önce triaj, sonra ortopedi, sonra röntgen, sonra tekrar suratımıza bile bakmayan, günde ortalama bilmem kaç hastaya bakmaktan duyarsızlaşmış, ilgisiz ve suratsız ortopedi asistanın olduğu ortopedi odası. 

rengarenk fularla ayağıma bağladığım buzun ısınmasından, ama en çok da şu suratsızın (anladınız işte, evet evet onu kast ediyorum, artık ona bu isimle hitap edeceğim) evirip çevirmesi yüzünden ayağım zonk zonk atıyor. utanmasam, kesime giden buzağı gibi bağıracağım, zor zapt ediyorum kendimi. 

hadi kardeşim, lifleri mi zedeledik? söyle, ver merhemi de gidelim. suratsız ekranda beliren röntgen sonucuna bakıyor. ilk defa suratı anlam ihtiva eden bir ifade alıyor, hani pis pis sırıtıyor mu, yoksa ekranı mı inceliyor, emin olamıyorum. hadi kardeşim, söyle işte, kadın kahraman filmin sonunda ölecek mi yoksa? 

bizimki oturduğu yerden kafayı kaldırıyor. donuk bir şekilde kırık diyor. 

yutkunuyorum. hah, aldın mı merhemini?!  küçük emrah bakışıyla "kırık mı?" diye soruyorum, amca, benim ne annem var, ne de babam, nasıl kırık dersin? hiç mi acıman yok senin? benim bissürü var, hepsi de şu an ayak bileğime toplanmış vaziyette, sana biraz veyebiliyim hattaaaaa.
işe yarıyor benim küçük emrah bakışım, ikramımı aldı mı ne. "ameliyatlık bir durum yok." diyor. "kırık küçük." suratında "hadi iyisin iyi!" bakışı beliriyor bu sefer suratsızın. "isteyince ne güzel de bakarmışsın sen!" makas alasım geliyor suratsızdan. 
erken seviniyorum. "on gün üzerine basmak yok haaaaa, yoksa ameliyatla cısss yaparım seni!" diyor asistancık. "sanki sen neşteri alacaksın eline!" verip veriştiriyorum içimden. dış sesim en şirin halimle gülümseye çalışarak teşekkür etmek için geveliyor, ama ağrıdan ağlıyorum ancak.

alçı odasına alıyorlar. alçıları anlatan teknisyenin tavrı birden değişiyor, meğer alternatifi varmış bunların. biri standart külçe gibi ağır olanı, diğeri de emperyalist ülkenin hafif alçısı. ama işte alçının bile kapitalisti oluyormuş: efendim hastanelerinde yokmuş ondan. parasını ödersen düdüğü, pardon alçıyı da öttürüyormuşum. telefonumu veriyorum, "hadi arayın da gelsin firma mümessili." 
o an aklıma gelmiyor tabii, ama teknisyenci kardeşin tavrından tuhaf şeyler sezinliyorum. demin suratsızla yarış halindeyken birden pek güler yüzlü oluyor. seni gidi seni, yoksa komisyon mu alıyorsun sen bundan? yok öyle bir şey! bak şimdi benim yaptığıma! yok, niye alsın yahu? hizmet aşkıyla yanıp tutuşan bir hekim sadece. nasıl da art niyetliyim, cık cık cık. çok ayıp ettim çooook. utandım şimdi bu satırları yazarken. 

ben kıvranıyorum, ne olur bir şey verin şu ağrıya gözünüzü seveyim! 
hadi alçı malzemesi gelene kadar enjeksiyon yapalım deniyor. çok şükür be!

ama o da ayrı bir trajikomik durum. tam enjeksiyon odasına gireceğim, hemşire sesleniyor, kalçanızı açın, hazırlanın. oldu canım, üzerime hafif bir şeyler de giyip göbek dansı da yapayım istersen? alooooo, son nefes diyorum, güzel kızımız pantolonu tek başına indir diyor. sonunda geliyor prenses hemşiremiz. o bir türlü veremediğim nefesi derinceeee içime çekiyorum. 

döner dönmez alçı malzemesi, koltuk değnekleri gelmiş beni bekliyor. teknisyenci kardeş hevesle işe girişiyor. 
ağrı kesicinin içine ne karıştırdılar bilmem, ama benim kafa bir güzel oluyor dostlar oooooooohhhhhhhh, dünya varmış! ağrı? o da ne? bırak ağrıyı, dertleri bile unuttum! içimden başlıyorum "yine mi güzeliz, yine mi çiçek, hamd olsun ..." diye, meğer içimden değil, bas bas bağırıyorum. teknsyen basıyor kahkahayı. 
o enjeksiyonun içine ne karıştırdınız siz bakayım? valla dadanırım ben bu dükkana! yaşasın devlet hastaneleri! 
koltuk değneklerini veriyorlar koltuğumun altına. değnek ehliyetim de yok, üstelik kafa da güzel, polis çevirmez değil mi?
kontrolden hemen sonra hastane önünde
kuyruğu kıstırmadım modu

ertesi gün kontrole gittim. bizim suratsızı görünce "merhabaaaaa, ben geldim" diyorum, kırk yıllık dostumu görmüş gibi. başını bile kaldırmıyor. başka bir teknisyen var bugün. neyse ki! dünkü fasıl şovumu bilmiyordur bu nasılsa. hmmm dedikodumu yapmışlar mıdır acaba? 
teknisyen bakıyor. oynat parmağını diyor, bir de bastırıyor parmaklarıma. iyi diyor.
a be kardeşim, bu muydu kontrol dediğin? yahu o parmakları ben evde de oynatır, hatta çifte telli attırırdım. bunun için mi çağırdınız beni? 

parmağını kırmış bir arkadaşımın "bana da üç hafta demişlerdi, iki hafta sonra aldılar alçıyı demesinin verdiği umutla soruyorum. suratsız "en az dört hafta, hatta belki de daha fazla" diye cevap veriyor. hiiiiiiiih diye çığlık atıyorum içimden. yok bu sefer gerçekten de içimden atıyorum. tamam suratısızım, başımı daha fazla derde sokmadan başka soru sormayayım. dört haftaya razıyım ben anacım. 

eve geldik, sağolsun arkadaşım üşenmedi kahvaltılık hazırladı, karnımızı doyurduk. 

yalnız kalınca birden mahsunlaştım, küçük emrah halleri üzerime çullandı yeniden. aboooov, amca, benim ne annem var, ne de babam, ben şimdi nasıl iki hafta kalkmadan yaşayacağım. hiç mi acıman yok?  

gel de şimdi karmaya inanma! sen misin evi taşımak için bir hafta izin almayan?! öğrencilerim mağdur olmasın da, kimseye ders yükü bindirmeyeyim de bıdı bıdı. hah, oldu mu sana ders?! otur bakalım şimdi tam bir ay zoraki olarak evde gör hanyayı konyayı!

hadi şimdi kime çekeceksin küçük emrah numaralarını? 

öhööm karma amca, benim ne annem var, ne de ...

5 Kasım 2016 Cumartesi

çal kapımı

hiç başınıza geldi mi? hani tam bir şey takılmıştır aklınıza, kocaman bir soru işaretiyle boğuşur durursunuz, keyfiniz kaçmıştır, hiç kimseden de medet umamaz hale gelmişsinizdir. tam anlamıyla çaresizlik içinde kıvranıyorsunuzdur, artık umudunuzu kesmişsinizdir. birden çok alakasız bir yerden yanıt gelir. ama o kadar alakasız bir yerden ve biçimde gelir ki bu yanıt, hani şu moda kavram "farkındalığınızın" yüksek olması lazım o yanıtı okuyabilmek için. ya da gerekmez böyle bir farkındalık, sadece gözlerinizin çapağını temizlemeniz yeterlidir.

benim başıma çok gelir. gün içerisinde ufak ufak, dikkat edersem, algılarımın ayarını açarsam, dalmazsam fani hayata, hep alırım bu tür yanıtları. 


diyeceksiniz ki, tüm gün kafanda soru işaretleriyle mi dolanıyorsun da bu kadar yanıt geliyor. galiba öyle olmalı, farkına varmadan soru soruyor, ama ilginç bir biçimde yanıtların farkına varıyorum diyeyim de olsun bitsin. 

ya da şöyle izah edeyim: bilinçli bir şekilde sorduğum sorulara gelen yanıtların yanı sıra, sormaksızın aldığım yanıtları daha çok günün hediyesi olarak algılıyorum.  

soru sorarak aldığım yanıtların en çarpıcısı benim için şuydu: bir gün beşiktaş vapur iskelesinde çaresizlikle aldığım bir kararın doğruluğunu sorgularken, siz tanrı deyin, beriki buddha desin, diğeri evren diye seslensin, işte kendinizi teslim etmeyi öğrenmeye gayret ettiğiniz güç her ne ise (tabii varsa size göre böyle bir güç), ben de işte o güce sesleniyordum. tam o esnada gözüm denize kaydı, üzeri kapalı minik bir balıkıçı motoru geçti iskelenin önünde. biraz sonra vapur yanaşacaktı, ne işi vardı orada teknenin derken, gözüm adına ilişmişti: my angel. donakalmıştım. elbette tesadüf diyecektir çoğunluk. tesadüf diye bir şey yoktur bana göre. her şey devasa bir yapının parçasıdır. kelebek etkisi gibi, her şey peş peşe gelişir, birbirini tetikler. benim orada bulunuşum, tam o anda kararımı sorguluyor oluşum ve o teknenin çok alakasız bir biçimde iskelenin önünde geçiyor olması. 

hadi kırmayayım sizi, hadi tesadüf olsun. güzel bir tesadüf o halde.
neyi sorguluyordum ki ben? yanıt gelmişti. doğru bir karar vermişim işte. onayı da gelmişti. tesadüfen de olsa!

ya da bir gün bahçede oturmuş sınav kağıtlarını okuyordum ki, ezan okunmaya başlandı. bu sefer muziplikle karışık naiflikle (nasıl bir karışım bu diyeceksiniz, oluyor işte, içten bir muziplikle bu karışıma denk geliyor bu) bir şekilde tabletimde ise kısık sesle müzik çalıyordu. "eğer günahsa müzik dinlemek ezan esnasında, hadi dedim, bir arıza gönder, bozulsun bu cihaz. senin kudretine boynumuz kıldan ince." 

bozulmadı, tıklamadan, takılmadan, tıngır mıngır sufi müziğini çalmaya devam etti.şu müzik videolarının da olduğu pek popüler bir siteydi (reklamını yapmayacağım, zorlamayın), bir sanatçı açarsınız, ama ondan sonra rast gele oradan oraya kendisi atlar durur, işte o site, anladınız siz hangisi olduğunu, hadi zorlamayın beni. neyse, ezan bitti, hemen akabinde müzik de durdu ve reklam girdi araya. ama asıl reklamın sözleri şaşkına çevirdi beni: "kim demiş deniz altında müzik dinlenmez diye." dolaylı bir cevap değil miydi bu da? 

ya da az evvel, tam aşkı düşünüyordum hüzünle. çalmıyorsun artık kapımı be aşk diye sitem ediyordum. tam o anda az evvel bahsettiğim müzik videolarının açık olduğu siteden şu parça duyulur oldu:

"bayat bir somun ekmeğin / kokusuyla boyuyorum sarıyı / bak bu köşede gözlerin / eksiltiyorum ruhumu her fırçada 
çal, çalsana kapımı / ister uykulu, ister uykusuz 
bak burada beyaz ellerin / biraz eksik sarıyorsa belimi / görmemiş der geçerim 
şeffaf çizdim ben zaten kendimi 
çal, çalsana kapımı / ister hüzünlü, ister hüzünsüz 
sonra bir ev boyadım sana / kapısı mavi, zili deniz / içinde yaşasak ikimiz / geç bunları demeden, şimdi 
çal, çalsana kapımı / ister huzurlu, ister huzursuz"



şimdi ben bu yanıtı nasıl okuyayım?

ah minel aşk...