31 Mayıs 2007 Perşembe

ilk lezbiyen gey otelimiz

Hayırlı uğurlu olsun, ne diyeyim. Haberin detayı aslında çok da önemli değil.

Arkadaş çevremde gay ve lezbiyenlerin mevcut olmasından dolayı Istanbul gibi bir metropolde bile ne tür baskı ve eziyetlerle mücadele etmek zorunda olduklarına az da olsa şahit oldum. Hiçbiri kolay değil, her şeyden geçtim, en hafifini söyleyeyim sadece: siz sevgilinize sarılıp, el ele dolaşabilirken, onlar bunu yapamıyor.
İçiniz içinize sığmaz bir halde yanınızda yürürken sevgilinizin elini dahi tutamadığınızı düşünsenize!

O yüzden gey ve lezbiyen barlarının olması, hatta otellerin açılması bir yerde iyi. diğer taraftan açık hedef olarak gösterilme ihtimali beni tedirgin ediyor.

Başka dinlere, başka etnik kökenlere, yani başkasına ya da felsefi söylemle "diğerine" tahammül gösteremeyen bir toplumda ...
Cümleyi tamamlamakta zorlanıyorum.

Neden bir diğeri tehdit oluşturur? Kişi kendi benliği ile bu denli zayıf bir bağ mı kuruyor ki, kendisinden olmayan bir şey onu bu kadar kolay yoldan çıkarabiliyor?
Bunu kadınların erkeklerin şehvet duygularını uyandırmaması için örtünmesine kadar vardırabiliriz. Sonuçta kadın da erkek için bir diğeri oluyor. Tehdit unsurları da hükmedilmesi gerekir, örterek, baskı kurarak ya da dahası: yok ederek.

İşin gırgır yanına kaçacak bir yazı yazmak isterdim ama insanların duyarsızlığı boğazımı düğümlüyor, elimi de...

29 Mayıs 2007 Salı

erkan mumcu'dan inci

Tüsiad'ın Seçim Toplantısı'nda parti liderleri konuşma yapıyor şu an canlı yayında. Erkan Mumcu'nun konuşmasını tam akıllıca ve bilinçli bulmaya başlarken şu incisini döküyor da beni kendime getiriyor:
"Kaynak kıtlığı politkasından vazgeçilmeli, kaynaklar tüketilemezdir!"

Hele ki gündeminde su kıtlığı olan bir ülkede, zamanında Sayın Mumcu'yu Sosyal Bilgiler/coğrafya dersinden geçiren hocayı esefle kınıyorum!

28 Mayıs 2007 Pazartesi

kediler arası gezintiler

- Anne bu niye boyna resimlerimizi çekiyor?
- Aldırma
yavrum, sen süt içmene bak. Demek ki garibim hiç kedi görmemiş. Görgüsüz ne olacak!
- Anne görgüsüz ne demek?
- Fotoğraf makinesiyle her haltı çekene denir yavrum. Sen aldırış etme, sütünü iç sen.


Yaklaşık 5 dakika sonra

- Anne yaa, desene şuna artık gitsin! Anne neredesin? Anne?

5 dakika daha

- Anne ben korkuyorum!! Bu hala gitmedi. Şu kutunun içine saklanalı bir saat oldu, ama ne zaman kafamı çıkarsam burada bu tuhaf deli! Anneee! Anneeeeee!

Başka bir zaman başka bir yerde...


- Ne var? Ayı mı oynuyor? Rahat bıraksana kardeşim, çişimi yapıyorum şuraya!

Bu kedilere bir haller olmuş, hiç böyle asabi, hatta saldırgan ve epey bir parça da alaycıl görmemiştim
kendilerini. Yoluma devam ediyorum. Yürümekten yorulup acıkınca bir restorana yerleşip bir şeyler yemek istiyorum, derken yanıma birisi yerleşiyor davet etmeksizin.

- Hoop kardeş, ayıp olmuyor mu? Seninki can da bizimki patlıcan mı? Uzat
bakayım o patlıcanlı tavuk yahnisinden accık bizden yana!
- Ne demek, buyur. Afiyet olsun.
- Hmm fena değilmiş, tavuğundan biraz daha koy bakayım!
- E ben sizler için varım, al, daha al, çekinme, zaten tabağımın içinde sayılırsın!
- Aa kalbimi kırıyorsun ama. Öyle poz poz
fotoğraflarımı çekerken iyi ama değil mi? Ödemeye gelince cimrilik ediyorsun. Ayıp olmuyor mu?
- Ya kardeş be, gel senin payını şu ağacın yanına dökeyim, zaten yedirmedin.
- Hah şöyle, yola gel, ciğerini yiyeyim!


Bir beriki:
- Sağol be, hani bize? Ben de bari şu masanın üzerinde
unutulmuş bir bardak kuru su ile idare edeyim! Çek çek, kedilerin acınası hali gözler önüne serilsin. Ama gazeteye vereceksin, söz ver!
- Ayıpsın ağabey, emrin olur, ben bir bloguma koyayım, oradan tüm dünya duyar nasılsa.
- Eyvallah!
-Dur bak hatta filme aldım seni, youtube'a koyayım mı?
- Koy abla!

Restorandan kendimi güç bela kurtarıp yoluma devam edeyim diyorum. Yürürken de kara kara düşüncelere dalıp, bu güzel havalar mı çarptı dört bacaklıları diye düşünürken bir çığlıkla irkiliyorum.

- Aaa yetişin ayol, ırz düşmanı vaaar. Fotoğrafımı çekiyor!! Akşama kocama ne derim ben?!! Beni üstsüz güneşlenirken yakaladı Paparazzi, imdaaaaaaat!!

Ne olduğunu anlayamadan koşar adım uzaklaşıyorum. Haydaaa, yıllardır çekerim kedileri, hiç böyle tepkiler vermezlerdi.
Sanırım bundan böyle kameramı istediğim dört bacaklı mırmıra
doğrultamayacağım.

Ama şu manzarayı ve diyaloğu duyunca dayanamıyorum.

- Sen mi söylersin, ben mi?
- Farketmez, eninde sonunda öğrenmeyecek mi?
- Evet evet, haklısın, öğrenmezse de eve gidince fark edecek nasılsa.
- Tamam ben şunun kulağına fısıldayacağım. Şşşt koca kafa eğil bakayım. Kızarkadaşının fermuarı açık. Hoahauahuaaaa

Utanarak uzaklaşıyorum. Ve son gol de kuaförüne gitmeyi epeyce aksatmış birinden geliyor:

- Ne var yani kulak tüylerimi aldırmadıysam? Sen de şaşı bakıyorsun, ben bir şey diyor muyum. Şşşşt sen de çek şu patini ensemden bakayım, tırmalarım haaaa!

duyuru

Sevgili ziyareti nedeniyle müessesemiz iki gün kapalı kalacaktır. Yeni yazılar bekleyen okurların göstereceği anlayış ve sabır için peşinen teşekkür ederiz.

Zibirixia Ekibi

not: Garfield ile oyalanın bu süreçte, konuya da gayet uygun!

not2: eh, aynı günün akşamında bir yazı yazarak duyurumu da geçerisz kılmış oldum. Kılım, biliyorum!

27 Mayıs 2007 Pazar

kedilerin yüz karası

Ne zamandır yazmak istediğim bir haberdi, kısmet bu geceyeymiş!
Haberi yorumlamaya gerek olduğunu düşünmüyorum.

Bana asıl Radikal
Gazetesi'nin yaklaşımı enteresan geldi: kedi doğası gereği fareleri lüpletmiş olsa, zaten haber değeri kalmayacak, ama tam da bu değeri yükseltmiş olması nedeniyle yüz karası olmakla suçlanıyor.
Yırtıcı doğasına aykırı davranıp barışçıl olması sanki kötü bir şeymiş gibi sunuluyor!
Oysa tam tersine, insanların bir arada yaşamayı beceremediği bir dünyada, en azılı düşmanı sayılan bir canlıyı kollayıp bağrına basan bir hayvan örnek gösterilmesi gerekmiyor mu insanlığa?

Şimdi bazı okurlarım, haberin içeriği ile başlık örtüşmüyor, içeriğinde daha ılımlı bir dil kullanılmış türünden bir itirazla gelecektir. Ben de onlara şöyle karşılık vereceğim: Ambalajı kirletilmiş ve/veya yırtılmış bir ürünü alır mısınız, ürünün kendisi çok sağlam olsa bile? Hiiiiiç sanmam!

25 Mayıs 2007 Cuma

karizma kırmızı

Bu benim vapur maceralarım bitmez!Yine yol alırken şu şık beyefendiye rastlıyorum. Gri takım üzerine kırmızı fötr şapkası ile 2069 yılının nostaljik kreasyonlarından bir örnek sunmaktadır kendileri. Tüm vapur ahalisi ile birlikte ben de ortalıkta tavus kuşu gibi gezinip hiç bir yere sığamayan zat-ı şahaneyi hayran bir şekilde seyrediyorum.
Ama ben ne yapıyorum ki, bu beyefendinin zerafeti anlatılmaz, yaşanır! Giyim nasıl yaşanır derseniz, bu kreasyonu görseydiniz anlardınız.
Nitekim ben susuyorum, gözlerim konuşuyor diye dememi çok beklersiniz!
Yahu niye gözlerim konuşsun, resmi koyduk ya, boş durmasın o konuşsun! Siz de resim hakkında konuşun, konuşumsal bir millet olalım! :)

24 Mayıs 2007 Perşembe

güzel türkçemiz

Bir blog yazarı, hele ki benim gibi "geyik" konular üzerine yazan biri için inanılmaz bir kaynak bizim şirin ülkemiz.
Nitekim geçen haftaki pazar alışverişim de gayet verimliydi.

Yazının başlığına bakanlar, "ee hani Türkçe?" diyecekler, ama zaten sorunumuz da o!

Hani Türkçe?
Ee be güzel kardeşim, sen daha Türkçe yazmayı beceremiyorsun (nasıl iftira atıyorum değil mi? Sanki konuştum pazarcıyla da yorum yapıyorum!), neyine senin yazılışını dahi bilmediğin İngilizce terimler?

Aslında pazarcıya kızmak da doğru değil biliyorum. Adam belki ya ortaokul mezunudur ya da lise ve kimbilir kaç sene evvel bitirmiştir okulu, nereden anımsasın dilbilgisi kurallarını, imlasını vs.?! Zaten İngilizce dersinde hocaları da gelmemiştir dönem boyunca derslerin yarısına...

Ama ya üniversite okuyan öğrenciler!!! Orada durum daha mı iyi sanıyorsunuz? Yabancı dil eğitimi verirken bazen Türkçe dersi verme ihtiyacı duyuyorum. Hele maillerde kullandıkları dili görünce başımda neden saç kalmadığını anlarsınız.

faideli fetva

El Ezher Üniversitesi bu alanda otorite sayılır, hele ki hadis kürsüsü başkanın ağzından çıkan yorum da tüm dünyada kabul görür diye bilmekteyim.

Lakin son "yumurtladıkları" evlere şenlik bir vaziyette, neymiş: kan bağı olmayan kadın ve erkeğin yanyana çalışabilmesi için erkek kadının sütünü içecekmiş!

Hani Mısır'da yaşamak ve çalışmak gibi gayesi olan pek sevgili okurlarım, eğer iş arkadaşınız size göğsünü takdim ederse hiç şaşırmayın, niyeti zannedeceğiniz gibi erotik olmayacaktır!

Fetva Mısır'ı feci karıştırmışa benziyor! :)

22 Mayıs 2007 Salı

gudubikler

istiklal caddesini seviyorum! dünyanın en absürt ve birbiriyle alakasız kişileri ve olayları izleme şansınız vardır.
netekim yine o uzun caddenin karmaşası içinde yol alırken, daha evvel şairime rastladığım yerde bu sefer müzisyenlere denk geldim. zaten orası pek sevilen bir nokta, sanırım iyi para kırıyorlar, ya da kimse oradan kovalamıyor, ya da ikisi birdendir sebep.
her ne ise, iyi yapmışlar oraya dikilmekle, zira hemencik bloguma malzeme oldular, hatta "sizi youtube'a koyayım mı?" diye sorunca sevindirik oldu garipler.

bu müzisyenler lakin yenidir daha, ya da enstrümanlarına alışma çabasındalar, çünkü annemi bile dama çıkaracak kadar iyi çalıyorlar, hani dinlerken kendimden geçtim diyebilirim.
Ya da ben mi dünden kaldım da bu deneysel müzik denilen naneden anlamıyorum?
Neyse, bana göre zaten onları ilginç yapan virtiöz halleri değil de enstrümanları!


Resmi büyütüp bakarsanız, mutfağı komple sokağa taşımış olduklarını fark edeceksiniz! Evde kedisinin aranıp durduğu bir adet mama kabı, annesinin ardından rahmet okuduğu bir çamaşır leğeni, akşam boşalttıkları bir smirnoff şişesi, içinde yoğurda dönüşmüş süt olan bir adet bardak ve bir soda şişesi gibi gayet faideli bir enstrüman listesi sunmaktalar.
Nasıl çaldıklarını merak ediyorsanız da, yazının başlığını bir tıklatıverin!

Aman yok, çok sevdim ben bunları derseniz de, ahanda siteleri!

Hmmm sitelerini detaylı gezince aslında haksızlık ettiğimi fark ediyorum. Ya bu sitedekiler başka bir grup, ya da o gün çalanlar öncü kuvvet idi. Hani "biz sizi korkutamazsak, diğer çaldıklarımızı seveceğiniz garanti kapsamında" türünde bir kuvvet.

kapıyı kapatın

Deniz otobüsündeyim. Ön kapının kilidi bozulmuş ardına kadar açılıyor, görevlilerden biri kapamaya çalışırken, sıcak havadan bunalmış bir hanım atlıyor, "açık kalsın, temiz hava giriyor içeri" diyerek engel oluyor.

Aradan beş dakika kadar bir süre geçiyor, dev bir dalgayı karşıdan alınca gemi rodeo yapar gibi zıplıyor. Tam ilk dalganın şaşkınlığını atlatmaya çalışırken ikinci dev bir dalga daha zıplatıyor bizi.

Ben "Galiba bu iş ciddi, can yeleklerine konsantre olmak lazım" diye düşünmeye başlamışken, feryat edenler, tekbir getiren teyzeler ve amcalar ile "aa ne güzel bir daha bir daha" diye sevinen bir veletten oluşan bir kompozisyoun önünde demin kapı açık kalsın diye bağıran teyzenin tek derdi "kapıyı kapatın" şeklindeydi.
- Kapıyı kapatın!
- Kapıyı kapatın!

Sonunda bunun boğulmaktan daha beter bir bağırtı oduğuna hüküm getiren görevlilerden biri güvende olduğu soteden çıkıp kapıyı kapatmaya geliyor, bir yandan da teyzeyi sakinleştirmeye çalışıyor, "Hemen su girmez oradan!"

Neyse dalgalar sakinleşiyor da ben de yorumumu kamuoyuna sunmaktan vazgeçiyorum: "Yahu hepiniz manyak mısınız? Gemi batarsa konserve şeklinde dibe mi batmaya niyetiniz var? O kapıdan yüzer çıkarız işte!"

Bir daha böyle cahil yolcularla yolculuk yaparsam!

Gerçekten de İDO yolcuları gemiye almadan niye bir test yapmıyor? Cık cık cık, bu da İDO'nun zayıf noktası işte, kendilerini en yakın zamanda uyaracağım!

17 Mayıs 2007 Perşembe

diyet ve zorla dayatılan güzellik anlayışı

Maalesef Garfield'den daha iyi durumda değilim şu aralar. Tam bir kilo verdim derken yine almışım. Tabii kilolarımı dert ettiğimi (son dert edineceğim şey o kaldı, yoksa diyet partisini kurup siyasete mi atılsam? Aman yok DP kapılmıştı zaten, kısaltmam uymaz sonra. Gerçi amblem olarak da ampul üzerinde çeşitli jimnastik hareketleri yapan şişmanca bir arkadaşı kullanırdık) size söylemeyi düşünmüyorum bile.

Pek sevgili okurlar, nedir biz kadınların derdi bu yağ kümecikleriyle? Erkekler neden daha rahat hareket eder koca can simitleri ve doğanın kendilerinden aldığı ya da başından beri yoksun kıldığı özellikleriyle?

Tabii evrenin oluşumuna geri dönecek olursak (bütün klişeleri bir kenrara bırakarak - evet evet güzellik hep kadına atfedilmiştir vs) büyük patlama da zaten kendisinden daha güzelinin mevcut olduğu söylenmesi üzerine dişil bir varlığın sinirlenmesinden hasıl olmuştur diye rivayet edilir şahsım tarafından.
Muhtemelen şişko bir dişil varlıktı kendisi.... Aman yok gece vakti zırvaladığımın resmidir bu. Bütün akşam boyunca, bir yerlerden apartılmış olduğu bariz belli olan, lakin öğrencinin "nayır hocam, nasıl yakıştırabilirsiniz, hepsini kendim yazdım" inadı yüzünden aynısını 3 kez okumak zorunda kaldığım edebiyat ödevleri yüzünden beynim sulanmış vaziyette.

Halbuki dayatılan güzellik ile ilgili tatlı tatlı hasbihallere dalacaktım sizlerle...

Mesela Taş Devri'nde yaşıyor olsaydık şu yandaki Willendorf Venüsü gibi bereket tanrısı işlevi üstlenecektik muhtemelen. Matisse'nin kadınları çatlardı vallahi!

Ama Antik Çağ'a geldiğimizde görüyoruz ki kadın bir hayli kilo kaybetmiş Aphrodite tadında dolaşıyor Boticelli'nin
tablolarında. Aslında burada durum henüz o denli vahim değil. Halen minik bıngılların hoş görüldüğü bir dönem bu. Yani halen yağ katmanlarının bir tür zenginlik işareti sayıldığı bir dönemdeyiz. Kaç bıngılın varsa o derece zengin sayılıyorsun. Eee tabii durum öylese yukarıda gördüğünüz hanım ablalar o dönem yaşasalar Trump'un kızları sayılırlardı mesala...

Ne oluyorsa oluyor ikinci Dünya Savaşı gibi yokluğun tavan yaptığı bir dönemden çıkan insanların akıl sağlığını yitirmesiyle oluyor (ee sağlıklı beslenemeyince akıl düzeyi düşen insanların sonraki jenerasyonlara genetik yolla aktardıkları bir tür hediye olmuş sağlıklı düşünme kabiliyetinin azalması...)
Kızlarımızın bir deri bir kemik kalmaya başlayıp da Bulumia rahatsızlığının altın dönemine girmesi elbette ki sadece yandaki manken hanım kızımız gibilerin defterine yazılmamalı.
34 beden giysileri üretip satmaya çalışan moda dünyasının de kabahati büyük. Peki niye ille de bir deri bir kemik görünümü arz etmek zorunda bırakılıyoruz?

Geçtiğimiz yıllarda İspanya'da Bulumia'nın yaygınlaşması yüzünden 34 ve 36 beden kıyafetlerin mağaza vitrinlerinde sergilenmesi yasaklanmıştı. Vallahi çok isabetli bir karar (her ne kadar halen 36 beden giysem de... kem küm... kızmayın yahu, bu diyete devam edersem pek yakında 38 olurum - eheheh - sadece yaş olarak değil, beden olarak da. Hem zaten sevgilim de beni bal kaymakla besliyor; neymiş, şişmanlayayım da kendisi dışında kimse beğenmesinmiş...).

Neyse olayın komple teorisi tadındaki perde arkasını başka zaman anlatırım, şimdilik uykum geldi.

Bol şişmanlamalı günler efendim. Afiyetler olsun!

16 Mayıs 2007 Çarşamba

kopatchinskaya

başkent'te bir de bilkent senfoni orkestrası'nın haftalık konserlerinden birine gittim. bilumum spor etkinliğinin dışında bilumum sanat etkinliğine de sürükler beni sevgilim. yani kısaca kendisi bir etkinlik canavarıdır!

ve bu hadiseyi anlatmam lazım. solist, kabarık elbisesinin altında çıplak ayakla keman çalan enteresan bir hanım kızımızdı. çaldığı haydn'ın do majör keman konçertosunda önce mimikleriyle eğlendirdi bizi. tüm
vücuduyla ritm tutması da cabasıydı.

ama asıl keyifli olanı bis olarak çaldığı parçaydı, bir arkadaşının onun için yazdığını söyledi. parça boyunca kah çaldı, kah miyavladı. evet evet yanlış duymadınız, bariz miyavladı, yok kuş sesi yok çiçek böcük sesleri çıkardı.
ben de dayanamadım tabii: gelebilecek tüm ayıplamaları göze alarak video çekimi yapmak üzere makineme yöneldim ki sevgilimle birbirimize girdiğimiz an oldu bu.
alacakız'dan beter bir tıslamayla beni öyle bir korkuttu ki kös kös başımı önüme eğdim ve sizlere bu hizmeti veremedim.
Ama en azından youtube'da şu parçasını bulabildim.

15 Mayıs 2007 Salı

angara yolun daşlı, yar amma da nazlı...

Başkent'ten döndüm döneli şöyle ağız tadıyla blogumla halvet olamadım; iş güç yoğunluğuna geri döndüm derken, bir de ruh halleri engel oldu (evet evet, bakırköy'den yazıyorum artık!).
halbuki size nazlı yarin kentini biraz kendi göz çapağımın açısından tanıtma sevdası güdüyordum.
Geç olsun güç olmasın demiş atalarımız. Kendilerini utandırmayıp bu sözlerinin manasını tadına vara vara kullanıyorum.

Gelelim Angara üzerine kendimle hasbihâllerime (Bakırköy'deyim ya, normaldir!):
Varışımın ilk gün akşam üzerinde sevdiceğimin bürosuna uğradım, bir de ne bakam, biz sevgilimle yuva kuramadan, saksağanın teki penceresine yuva yapmasın mı? Kıskandım tabii! Neyse yukarıdaki analı babalı büyütsün minik saksağan bebelerini. Nemenem bir kuş bu saksağan derseniz, ahanda kenara koydum zat-ı şahaneyi. Kendisi karga familyasının estetik ameliyatı yaptırmış türüdür. Bir de sesine bir güzellik yapsa tam olacakmış, ama maalesef hala çak çak diye bağırır (Kıskandım ya, ille de kötü laf edeceğim!).

Ardından maça gittik. Neden bilmiyorum, sevgilimin beni bilumum maça götürme sevdası var: yok kendi oynadığı futbol maçı, yok basket.... Hadi basketi severim, katlandım (Yahu adamlar boşuna mı televizyondan veriyor? Top nerede diye boyna aranmana, bu hakem şimdi niye faul verdi diye düşünmene, yahu bu önümdeki dingil şimdi niye sandalyenin tepesine çıktı da görüşümü kapattı diye homurdanmana gerek yok! Hem naklen yayından da para kazansın zavallıcıklar accık!
Kem küm, sonradan öğrendim ki, önemsiz maçlar naklen gösterilmiyormuş, cahilim cahillll!!!)


Dönüşte gözüme ilişen ve yanlış anımsamıyorsam bir müzik mağazasının çiti olan bu gitarları okuyucuma iletme misyonuyla hemen makineme saldırdım. Bir iki nota tımgırdatmayı denedim, ama akordu yapılmamıştı.

Ve otobüse binince dumura uğradım. Gökçek Amcam hiç bir masraftan kaçınmayarak otobüslere TV koydurtmuş! Vay be, başkent çalışıyor!
Ama bizim Topbaş Amca Güler'cikden korkusuna koydurtamaz otobüslere böyle bir şey. Ama akıl edebilse başta Güler Paşa koydurturdu bunları: bir daha yolları kapadığında halkın sesi çıkar mıydı!?
Mahsur kaldıkları otobüslerde uslu uslu çekirdek çitleyip TV seyrederlerdi saatlerce ...

Sansür niye diye soracak olursanız, fotosu çekilenler rica etti. "Zibi senin blog çok meşhur, yüzümüz eskimesin!", ya da "Melih, onu protesto ediyoruz sanacak, hemen tanımasın!" gibisinden itirazları oldu. Ben de kıramadım tabii.

Ama asıl bomba, tabii akşam eğlencesine nereye gidelim diye düşününce çıktı karşımıza. Bayan içkisi nedir ve neden fiyatı yok diye boşuna kafa yormayın, ben hemen açıklamasını yapayım. Nuri Alço ayarı yapacaksanız, çaktırmadan bayan içkisi ısmarlıyorsunuz yanınınzdaki bayana. Ee tabii böyle bir içkinin de fiyatı 'uçuk' olacağından, dikkat çekmesin diye yazmıyorlar!

Her şey iyi tamam da, şu başkentlinin eşek sevdasını ben anlayamadım. Üstelik köpek gibi apartmanın önüne bağlamışlar, melul melul bakıyor hayvancık. Yani buna ben bile bir açıklama getiremedim ya, helal olsun bu eşşek sahibi Angaralı'ya!
Ama düşündüm de, yoksa yoksa, Çankaya'ya çıkamadı, bari evin önünde otlasın da teselli olsun diye midir?
(Haa bu arada, eşeği bulduğum semt gerçekten de Çankaya ve köşke çok yakın!)

13 Mayıs 2007 Pazar

seni özledim

üçtür, etrafına o derme çatma çitin yapılıp yapılmadığına bakmaya gidiyordum.
İşte o üçüncü kez, yine çiti kontrol etmeye gidiyorum derken aslında ve belki de ilk defa gerçek anlamda seni ziyarete geldiğimi farkettim sonra, cuma günkü gelişimle.

kuran okunuyordu dört bir yandaki hoparlörlerden.
çam ağaçlarının serin gölgesinde baştan karaların cirit attığı, makineme poz vermek istercesine yolumu kestiği o uzun bahçeden yürüdüm ve henüz pek bir ağacın olmadığı yeni bölüme vardım.

toprağın güneşten kurumaya başlamıştı. suyunu döktüm. pvc şişeden düşen son damlayla birlikte yüreğim de düştü yanına baba. yığıldım.

halbuki son gelişimde mezarına yakın yerde tilki gördüğümü anlatacaktım sana. fotoğrafını çekme umuduyla peşinden seyirttiğimi ve beceremediğimi de.
ne de çok severdin belgesel kanallarına bakmaya.

ama anlatamadım. dilimden "babacığım" dışında bir kelime dökülmedi.

boylu boyunca yatıyordun orada ve ben o tatlı kelini öpemedim. yumuşacık sakalına dokunamadım.

- tonton babam
- tonton kızım
nasıl da yüzünde güller açardı bana cevap verirken. hele seni gördüğüm o son pazar akşamı, hani bana demiştin ya "sen benim hem anam hem babamsın!". aklımdan çıkmıyor gözlerindeki o ışık.

- hadi baba desene yine! tonton kızım desene!
- hadi be tatlı babacığım, çok oldu ama bu kadar tembellik, hadi kalk da eve gidelim be tontonum!

kalkmadın. yine inadın tuttu, dinlemedin beni işte. ama söz vermiştin!?
yine yalancıktandı, değil mi?

yüreğimi o kurumuş toprağın altında bırakarak döndüm İstanbul'un koca boşluğuna.

üstelik bugün anneler günü, annemi de ağlattım telefonda.

9 Mayıs 2007 Çarşamba

diyet sırrım

Biz kadınların (ve artık pek çok erkeğin de) ortak derdi şu minik yağ kümelerinin yaz aylarında görünür olmalarıdır. Yoksa orada olmaları değildir sorun. Dikkat ederseniz kışın diyet yapanlar azdır!

Ben de her şişko fani gibi kilo fazlamın derdine düştüm. Ama bencillik etmiyorum, işte diyet porgramım (insanlığa bir faidemiz olsun!)
:

- Sabah itibariyle saat 17:00 ya da 18:00'e kadar dilediğini ye politikası (evet, çikolatlar, pastalar, ne isterseniz yiyin ama buna akşam yemeği de dahil!)
- En geç 18:00 itibariyle sadece yoğurt meyve gibi yararlı şeyler ve minimum alkol tüketimi (maksimum haftada iki kadeh)

Bende işe yaramıştı, daha evvel tam 5 kilo vermiştim bu yöntemle.

Ohhh gelsin bikiniler!

8 Mayıs 2007 Salı

kedi talebesi

Tam derse başlayacaktım ayağımın arasına şu bıdık dolandı. Baktım hiç niyetli değil dışarı çıkmaya, oturttum sıraya, koydum önüne kitabı. Hazır bulunuyor mekanda, nasiplensin gariban da dil öğrensin. Hem iki dil iki kedi demek değil mi zaten?
Sanki kerata da bunu duymuş gibi ikilemiyor mu? Eh diyorum, madem iki oldunuz, oturun bakalım sıraya.
Ama dinleyen kim? Hoppidi hoppidi koşturuyorlar ancak.

Tabii benim öğrencilerde konsantrasyon sıfır, bir dakika beni dinliyorlarsa, iki dakika kedi bebesi gözlüyorlar. Ama bir tanesi var ki ödü patlak bir vaziyette bakıyor. Kedi görse duvara tırmanabilecek bir tip. Acıyorum sonra,
hadi gidin, zaten dersi dinlediğiniz yok. Sevindirik olup gidiyor.İyi ki göndermişim o korkak öğrencimi çünkü bunlar birden üçlüyorlar! Tabii ortamda hafif bir çiş ve kaka kokusu da mevcut. Anlaşılan güzelcene yuva kurmuş bu üç ahpap çavuş.

Hangi bölümde okuyor bunlar diye düşünürken cevap sanki kendiliğinden geliyor. Spor Akademisi tabii, şu fırıldak hareketlere baksanıza!

Evet evet en şirin öğrencilerimi bulmuş oldum bu sayede. Bir de dersi dinleseler...

7 Mayıs 2007 Pazartesi

muz alacağım

Görselliğe düşkün okuyucu kitlem yine yakınacak! Lakin bu sefer de anlatacağım bir reklamı.

Malum anneler günü gibi bir gereksiz gün daha yaklaşıyor, maymunun teki de ağaçta sallanıp düşünüyor, anneme ne alacağım ne alacağım diye ve ekliyor, "5 senedir muz alıyorum, zaten beş yaşındayım!"

Gelecek hayatımda maymun olursam (her ne kadar bu hayatımda yeterince maymunluklar ettiysem de) kesin anneme ben de muz alacağım!

Aa durun yaw, maymunluklarım bana bu hakkı şimdi de veriyor, e o halde? Aldım gitti!

Yanda beni düşünürken görmektesiniz!
(Ne yapayım, baktım ilgi yok görseli olmayan yazıya, bari kendim poz vereyim dedim...)

4 Mayıs 2007 Cuma

limon tuzuna limonata

Sevgilimin Ankara'da olduğunu bilenler bilir (yok yok artık sağır sultan bile duymuştur!). Neyse işt gece kalktım geldim ve şu anda size Angara'nın havadar bir semtinden yazıyorum. (İşte blogçuluk dediğiniz böyle olur, mekan zaman dinlemez!)

Ben geldim, sevgilim işe gitti. Ben kaykılıp yatmadan evvel bir kahvaltı edeyim dedim. Ketılda su ısıtacaktım kahve için, baktım ketıl su dolu. Ayy canım sevgilim düşünmüş beni de su bile koymuş hazır diyerek kaynattım ben onu. Neyse hazırladım kahvaltımı, kahvemi, oturdum masaya. Kahveden bir yudum aldım, almamla da püskürtmem bir oldu!
Bu ne biçim kahve?!

Önce kahveyi çıkarıp inceledim, bildiğiniz granül kahve işte! Sonra içine kattığım karamelalı sütü inceledim (ağzımın tadını da bilirim haaa, çok güzel oluyor, süt yerine karamelalı süt koyacaksınız!), yok o da normal. Kahveden tekrar minik bir yudum aldım. Aaa bu basbayağı çay. Acaba limonlu çay mı yaptı ketilda? Sonra uyandım, galiba limonata yapmış, sürahi yerine de buna doldurmuş! Neyse kaynatılmış limonatayı doldurdum sürahiye.

Kendisine bunu sonra anlattığımda
"Aman sakın dokunma ketila!" diye bağırdı.
"Niye ki?"
"Kirecini çözsün diye limon tuzu koymuştum içine!"
"Afferin!"

3 Mayıs 2007 Perşembe

komşu şehrin incileri

Tonton babamın mezarına giderken minibüsten yakaladıklarımı aynen ifşa ediyorum:

İlkin şu şovenist internet cafe gel beni yaz der gibi bakıyor gözümün içine.
Hani adeta minibüsten inip içeri giresim geliyor.
Ama muhtemelen tespih zorunluluğu getirmişlerdir. Üstelik öyle şakkada şukkada da çevirebilmek gerekir o tespihi ki ben kesin çuvallarım.

Yalnız bıyık burkma mecburiyeti de varsa işte onda hepsine fark atarım. Halihazırda yolmamışım bıyıklarımı, burktum mu biter bu iş!

Yola devam edince minibüsten inmediğime seviniyorum nedense, çünkü bloguma layık bir görüntü çıkıyor karşıma. Minibüs şöförü de jest yapıp yavaşlıyor rahat çekeyim fotoğrafı diye.
Fotoğrafı yamuk çektim diye tasalanmayın, yandaki ağaç yeterince ifade ediyor evin aslında nasıl durması gerektiğini. Ama nedense kaykılmış, ense yapar konumunda duruyor.

İçinde yaşamak nasıl bir şeydir acep?
Düşünsenize, çayı masaya koyuyorsunuz, ağzınızı da masa kenarına dayıyorsunuz, hoooop çay bardağı ile birlikte ağzınızda (şşşt höpürdetmeyin ama ayıp oluyor!). Ya da yatağa yatıyorsunuz gece, ama sabah kendinizi yataktan düşmüş de duvar kenarına yuvarlanmış bir halde buluyorsunuz. Tepedeki lamba da zaten masayı değil, duvarı aydınlatıyor. İşin en komiği de, evin erkeği artık kenefi tutturamayınca bahane bulmak zorunda değil!

Not: Aslında önce yorumların gelmesini bekleyecektim ama hadi açıklayayım durumu: Evin kayma nedeni altında eskiden bir kuyunun bulunuyor olmasındanmış. Yani ev, petrol kuyusu bulmuş gibi keyifinden kaykılıyor...

vitrinlere bahar geldi, bahçelere maydonoz...

Dün sabah yola çıktığımda pantullarını fora etmiş bu genç ilişti gözüme. Yandaki kızımız dik dik bakıyor adama, "şşşt donun düştü, toplasana!" diye, ama berikinin hiç umurunda değil.
Hazır havalar ısınmışken şu bembeyaz uzuvlarımı bronzlaştırayım derdinde. Tabii teşhirciliğinin hiç ayırdına varmadan. Ya da kasti bir teşhircilik mi söz konusu dersiniz?

Hazır vitrinlere bakarken bir de şu yarım arkadaş dikkatimi çekti. Yalnız mağazanın vitrin konsepti olarak oluşturmaya çalıştığı milliyetçi (ya da faşist mi demeliydim) tema içinde şu özel çizimli t-shirt neyi ifade etsin diye konmuş acaba?

2 Mayıs 2007 Çarşamba

yerim seni sosis

Yeni çıkan şu sosis reklamına bittim! Maalesef görsel malzeme bulamadım nette, o yüzden anlatmak zorunda kalacağım:

İki velet anneleriyle birlikte markette karşılaşırlar ve erkek bebenin annesi sosislere uzanır. Kız olan velet ileri atlar ve "Ay ay yerim seni, sosis de alırmış" diye bıcır bıcır konuşmaya başlar bir yandan da koca kadının yanaklarını mıncır mıncır eder. Diyalog yaklaşık olarak şöyle devam eder:
"Kaç yaşında bu?"
"Yakında 32 olacak!"
Kız olan velet tekrar diğerinin annesine döner ve "Seni bizim eve götürsem annemle birlikte sosis pişirir misin bakiiim?!" diye sorar ama tabii mıncırılmaktan şaşkınlaşmış kadın cevap veremez, kızın annesine bakar, o da evet manasında gülümser...

Hehehehe.
Çocukların büyükler tarafından sevilme kisvesi altında nasıl eziyetlere maruz kaldığını anlatan çok güzel bir reklam filmi olmuş.

Metin yazarını ve genel olarak kreativ kısmını yapan ekibi ciddi manada kutladım! İlk gördüğüm yerde bir sıkkımlık diş macununu takdim edeceğim...

1 Mayıs 2007 Salı

darbe teknolojisi

Cindoruk haber kanallarından birinde muhtırayı yorumluyor. Kullandığı cümle de aynen şu: "12 eylül muhtırasını renkli Tv'den duydum, bunu da internetten. Demek ki teknoloji geliştikçe darbe teknolojisi de gelişiyor."

Eh ne diyeyim, vatana millete hayırlı uğurlu olsun!

yaşasın 1 mayıs!

Müthiş! Meydanlarda 1 Mayıs gösterilerini engellemek üzere nasıl da bütün yolları kapadılar ve şehri felç ettiler! Helal olsun güvenlik güçlerine! Yani gösteriden ziyade güvenlik gündemi şenlendirdi.

Linç girişimlerinde, cana kastta, kap kaç ya da gasp gibi adi suçlarda ortada bulunmayan polisimiz komple ekip olarak Taksim Meydanı'nda nöbette ve kuş uçurtmuyorlar!
Evet, olası dövizleri gagalarından hemen bertaraf ederek güvercinleri bile hizaya dizmişler! Olur ya, iptal edilen vapur, metro, otobüs ve bilumum toplu taşıma aracı yerine göstericileri teker teker taşımaya kalkar bu bitli kanatlılar! Neme lazım!

Ama şu akıllanmaz uslanmaz göstericiler de yılmıyor, ne edip ulaşıyorlar meydana! Kardeşim sizin de ne zorunuz var? Nolmuş yani 30 yıl önce katliam olduysa! İlle de anmanız mı gerekiyor?

Yine de göstericiden çok güvenlik güçlerinin olması insanın içine su serpiyor. Hani olur da göstericilerden biri dövizini biraz fazla yukarı kaldırır, polisimiz anında göz yaşartıcı gaz ve copla müdahale edip asayişi sağlayabilir.

Saat onbir ve şu ana kadar 100den fazla kişi göz altına alınmış... Az bile, ha gayret, akşama kadar bir rekor kırılmasını bekleriz!

iyi ki doğdun Pina!

Dün gece onikiye gelirken sağlam bir baskın yaptım. Gerçi zili çalınca ben olduğumu anladı, ama eminim elimde pasta ile peydah olacağımı tahmin etmemiştir.
Kocası da şampanya temin edecekti, ama gittiğimde adamın çoktan kıçında pireler uçuşuyordu. Üff erkekler! (Hiiih ay pardon, şimdi kocasını ele vermiş oldum di mi? Valla publish butonuna bastıktan sonra farkına vardım!)

Pina benim tiiii üniversiteden arkadaşım. Yani fi tarihinden beri. Arasıra da buralarda yorumlarına rastlıyorsunuz. Böylece kendisini de tanıma fırsatınız oldu. Yukarıda da gecenin bir yarısı yaptığım sürprizden ne kadar çok zevk aldığını gösteren ifadesini görüyorsunuz.
Pastayı yedikten sonra aynı bıçakla Psycho tadında beni eve kadar kovaladı. Maalesef koşarken o görüntüleri yakalayamadım...


Evet Pina bugün tam 30 + bilmemkaç oldu (Yaşını yazarsam kesin doğrar beni bu akşam!).

İyi ki doğdun sevgili dostum!
İyi ki varsın dude!