21 Şubat 2007 Çarşamba

kediler kediler kediler

Bugün Ziraat Bankası'nın Tünel'deki sergi salonunu dolaştım ve bu fotoğrafı görünce dayanamadım.
Fotoğrafın fotoğrafı olur mu demeyin, olurmuş, hele ki böyle anlamlı bir fotoğraf olunca...

Hadi şimdi de kedilere atfedilen o kötü özelliklerden bahsedilsin!

Olağanüstü bir kare evsiz adam ve kedinin çizdiği kombinasyon: bir yanda sefaletin en uç noktası, diğer yanda inanılmaz sıcak bir birliktelik. Hala baktıkça nefesim daralıyor heyecandan.

Resim beni bir itirafa da zorluyor: karların yağdığı bir gün deniz otobüsü iskelesi ve karakol arasındaki park banklarında ikamet eden evsiz bir kadıncağız vardır, ona rastladım. Üşümemek için sürekli yürüyordu, üzerinde de kat kat eski paltolar giymişti. Derse yetişme zorunluluğu ile onu sıcak bir yere götürebilme isteği arasında boğuştum durdum ve içimdeki acımasız kent insanı galip geldi, yoluma devam ettim.

Yavru bir kedi olsaydı bu karlar altında üşüyen, hiç düşünmeden dersi, işi gücü, alır eve taşırdım onu hemen.

Ne zaman bu kadar duyarsız, nasıl bu kadar acımasız olduk?

zibirix yumurta çetesine karşı

Bizim yumurta piçleri (ki yaşları 14 civarında olduğunu da belirtmeliyim, çünkü yumurtayı atacak kapasiteyi sanırım ancak ilkokul çocuğunda görmüş kiminiz), evsahibime karşı herşeyi inkar edip okul müdürünün karşısına çıkınca bülbül gibi şakımışlar.
Sanırım müdürün kullandığı işkence aletlerinin ikna ediciliği ile alakalı bir şey olsa gerek.

Şimdilik sahanda yumurta partileri sona erdi, ama ben pek ikna olmadım, sanki olay yumurtanın yanında taş da gider havasında devam edecekmiş gibi sezinliyorum, ama hadi gelin bunu pesimist yanıma verin.

19 Şubat 2007 Pazartesi

zibirix hav hav sürüsüne karşı

Yeşilköy'de oturduğum zamanlar pek çok arkadaşımla güzel bir piknik sepeti yapar sahilde içmeye gider, ateş yakar, gitar çalardık (heyt be, sanki gitarı ben de çalıyormuşum izlenimini uyandırıyorum çaktırmadan, değil gitar çalmak, düdük öttürsem zabıta düdük korosu ben AİHM'e şikayet eder).

Bir akşam yine eğlencemizi yapmışız dönceğiz, ben önden gidiyorum. Sağolsun Bakırköy Belediyesi tinercilere gaspçılara rant sağlamak amacıyla mı, yoksa romantizme bir katkı da bizden olsun tadında mı, sahile lamba dikmediğinden etraf zifri karanlık.
Önden bir başına yol alan ben, bir anda etrafımı sen de on, ben diyeyim onbeş köpek tarafından sarıldığını görmeyeyim mi!

Her biri ayrı ses perdesinden havlıyor, dişlerinin arasından tükürük saçıp ödümü koparıp üstüne tüy dikmekle kalmıyor, Berlin duvarını yeniden inşa ediyordu.
Öd zaten gitmiş gideceği yola, o şaşkınlıkla başladım ben de havlamaya. Ama nasıl havlamak, öyle böyle değil, can havliyle havlıyorum. Sanki ezelden beri havhav operasının baş sopranosuyum, ver yansın havlıyorum. Benimkiler bir iki daha havladı, sonra da kendi havlamalarını bastıran havlama karşısında dumura uğrayıp pıstılar.

En cesur olanı bir kez daha havladı en çok, ondan sonra viykleyerek hepsi çil yavrusundan beter dört bir yana dağıldılar.

Benim vefalı arkadaşlar da emniyetli bir mesafeden yerlere yatmakla meşgüldü gülmekten...

not: yani diyeceğim o ki, kızdırmayın kafamı, yoksa bir havlarım haaaa!!!!

menü dediğin böyle olmalı!

Dün sınıfça bir cafe'de oturduk, menu öyle şahaneydi ki, sizlerle paylaşmamak olmazdı!

Hatta sırf sizlere de gösterebilmek adına, hiç bir fedakarlıktan kaçınmayarak, hatta garsonlara şirinlik yaparak bir adet menuyü cebe indirdim.

Evet evet ben sustum, bıraktım menü konuşsun!

17 Şubat 2007 Cumartesi

sem kafayı buldu!

Sem akşam film izlemeye geldi. Birlikte Babel'i izledik. Sonra da aa dur filmin eleştirilerine bakalım derken, kafası da iyicene zom (hatun bir koca smirnoff'u getirmiş), aaa şuradaki ezgi34 türk galiba deyiverdi. "Sem ne diyorsun? Bu zaten türkçe site, bunların hepsi Türk!" Sem irkilir ve "aaa onlar Türk mü?! diye sordu. Bir de utanmadan Türk olduklarından şüphelendiğini söyledi!!!
Eveeeeeeet işte yan tarafta da Sem'in zom halini yayınlıyorum.

not: bir de tutturdu, sen de buldun kafayı, bak yazamıyorsun diye, valla külliyen yalan! Ben zerhoş değilim!

16 Şubat 2007 Cuma

yumurta depresyonu

Eh yani, hassas yapılı bir blogçu kardeşiniz var karşınızda, gelemiyor öyle hain saldırılara, hemencik depresyona giriveriyor.

Akşam marketten yumurta aldım, hazır başlamışken, yumurta sezonunu tam gaz yaşayayım diye.
Ama eve gelip de dolaba yerleştirecekken, yumurtaları tek tek sever bir halde "sizlere kıyıp, pencerelere atan eller kırılsın" diye zırlarken buldum kendimi...


Teselli etmek isteyen vefalı okurlarıma yumurta atma adresimi bilahare veririm.
Yalnız lütfen köy yumurtası olsun!

yumurta savaşlarına tam gaz devam!

Sabah kalktım, bir de ne bakayım, benim cam yine sahanda yumurta cennetine dönmüş olmasın mı!
Önce bir posta yapanların yedi sülalesini sevgiyle andım, sonra da temizledim. Evi de temizlemeyi tam bitirirken, "bammm!" yine camda üç yumurta son nefesini verdi!
Yalınayak terlik bile giymeden fırladım sokağa! Beni öyle görenler ve sanırım veletleri de görenler durumu çözüp, boşuna koşma onlar aşağı kaçtı dediler.
Kös kös geri dönüyordum ki, kadının biri bir güzel tarif etti veletleri, ben de hemen detektifliğe soyundum, acaba hangi okulun veletleri bunlar diye. Tam iki
okullu kızımız geçiyordu ki, kadına, çocukların formaları bu renk miydi diye sordum ki, kızlar duydu veeee gerisi ip söküğü gibi geldi.
Benim yumurtacı saldırganlar okulun serseri çetesi çıktı. Üstelik evsahibimin kızıyla aynı okuldalar. Galiba kız bunlardan birine yüz vermemiş...Kızlardan aldığım tüm bilgilerle (tabii önce eve gidip ayakkabı giydim), tuttum okulun yolunu.

Müdür yardımcısı pazartesi aileleriyle irtibata geçecek.


Evsahibime de haber verdim, kızıyla bir konuşsun. Ne de olsa onun uğruna ben ha babam menemene talim ediyorum.


Sonra ne mi yaptım? Aynı gün içinde iki kez cam silme rekorumu kırdım. Sizce Guinness'e başvursam alırlar mı?

eh biraz da İETT

Halk Otobüsü ile ilgili yazımın üzerine İETT-ŞGİK Derneği'nden şikayet geldi, neymiş onların da bir girişimci ruhu varmış, hor görmemeliymişim...
Yahu sevgili İETT'li kardeşler, ne haddime sizleri hor görmek? Aksine, mülayim İETT Şoförlerini pek sever sayarım, hele ceplerinde akbil taşıyıp biletsiz yolculara şövalyece ve süpermence sahip çıkmaları yok mu, bitiyorum! Dahası onların kullandıkları otobüslerde kendimi daha bir emniyette hissederim. Ama nedenini sormayın, nedensiz valla! "Sebepsiz de sevilir, tiri tiri nay" diye düet yaparım
şimdi bi şoförü yakalayıp.
İşte ben de yemedim içmedim, siz sevgili okur kitleme İETT'nin vefakar ve fedakar bir neferini tanıtmak için gecenin bi vakti otobüs içi çekim yaptım:

Kendisi İETT tarihinin en fiyakalı ve jön bakışlı şoförüdür! Adını elbette ki burada ifşa etmeyeceğim, hatta gözüne siyah band çekecektim ki, yolda tanıyıp dalga geçmeyin adamcağızla diye, ama bu bakışı helak etmeye kıyamadım.


Yalnız İETT'yi kutluyorum! Seçtikleri döşemenin kumaşı özel sipariş üzerine mi dokunmuş acaba? Yani "Engelli, gazi ve hamile arkadaşlara (hele "üçü bir arada" olanlara anında hazır ola geçin ve) yer verin" manasında yazıları minik levhalara bastırıp gözümüze gözümüze sokmak yerine bilinç altımıza gönderimde bulunuyorlar! Valla takdir ettim kendilerini!
Gözü görmeyenlere bi de büyütüp koyuyorum nah yan tarafa!

14 Şubat 2007 Çarşamba

anladım, siz beni sevmionuz! :(


Yok yok siz beni seviyorsunuz! Yoksa niye binbir zahmetlere girişip, evimi bulacaksınız, penceremi gözünüze kestireceksiniz ve iki cesur velet bulup yumurta bayramına çevireceksiniz penceremi!
Tabii ilk gürültüyle azıcık irkilmiş olabilirim korkup. Ama boş yere de "abooo bomba attılar, Alaca, Cup hemen sığınığa!" türünden bir nida attığıma dair dedikodu da çıkarmayın. Yani belki atmış olabilirim, ama bunu size söyleyecek değilim elbette...
Bir de sanırım 14 Şubat'ı paskalya ile karıştırdınız, ama olsun varsın...
Ben atılan yumurtaları topladım, akşama menemene beklerim!

manasız bir güne manalı hediye!

Sevgilimden bugün kargoyla hediye geldi!
Vay, sevgililer gününü düşünmüş de tii Angara'lardan hedaye neyin göndermiş diyeceksiniz. Sakın ha demeyin! Ne sevgililer günü yahu?! Arayıp kutlamadı bile! Zaten bunu yapsaydı, sevgililer gününde terk edilenler kervanına katılma riskine girmiş olurdu. Netice itibariyle isabetli davranmış oldu!

Zaten hediye de bana değil, Cup ve Alaca'ya! (N'olur, "aaa onlar da sevgili ya, onların gününü kutlamış" tadında anlamsız bir yorum bahşetmeyin bize, olur mu?)

Hediye bir adet su kabı, ama öyle böyle bir kap değil, bakın anlatayım (resimden nasılsa bişi anlaşılmıyor!): elektrikli alengirli bişi bu. Resimde gördüğünüz o mavi kubbenin içinde filitre var, şular oradan geçip kubbenin tepsinden fışır fışır akarak yandaki kaba doluyor, Cup ile Alaca da orman serinliğindeki akar sudan içiyormuş gibi oluyorlar.
Yok, olacaklar demeliyim, zira Cup, "ne ormanı, ne akarı yav?" diyerek daldı kaba, içti suyunu, gitti zıbardı. Alaca ise yanaşmadı bile. Yakınına kadar geldi, korkup geri kaçtı, şimdilik kanapenin altına siperlenmiş durumda, canavar su kabının onu yemesinden endişe ediyor.

12 Şubat 2007 Pazartesi

hayvanlar aleminde bir garip mahlukat - 3

Sonra "okucam adam olucam" bahanesiyle ver elini İstanbul! Hani küyden indim şehre, ben ne anlarım hoşaftan tadında öğrenci yurdunda geçen bir seneden sonra nihayet kendi evime kapağı atmış ve atışımla da ilk ev arkadaşımı da edinmiştim: Ayakkunti! Ayakkunti, adından da anlaşılacağı üzerine ayaklar üzerine doktorasını söz konusu inceleme objelerini çizmek ve ısırmak suretiyle tamamlamaya çalışan bir kedi hanfendisiydi. Tabii eve geldiğinde minikti, çamurların ortasında ayaklarıma atlamıştı. Sanırım tamamen akademik bir ilgiyle. Akademik geçmişi etkili miydi bilmem ama, ilk fotoğraf denemelerimi yapmıştım kendisiyle.

işte burada marifetini sergilemektedir kendileri...
Ayakkunti yine bir kış vakti ortadan kaybolmuş, on gün gözükmemişti. Dönüşünde öksürüyordu ve ateşi vardı. Her ne kadar onu tedavi etmeye ve sıcak soba kenarı yatırmaya çalıştıysam da, bir sabah yine kaybolmuş, iki gün sonra da arka bahçede bir ağacın altında ölüsünü bulmuştum.

"Asla bir daha kedi beslemem" üzüntüsüyle dolaşırken, annemlerin yaşadığı kasabada Mati çıkmıştı karşıma, Minik bir Border Colli kırması. Mati de Mata Hari'nin kısaltılmışıydı. Ben zaten kedi değilim, üstelik annemi de yitirdim, hadi al beni dercesine gözlerimin içine içine bakınca yelkenlerim suya inmiş, yeni ev arkadaşımı gururla eve taşımıştım. Ancak üç ay birlikte yapabilmiştik. Yoğun geçen derslerin arasından ona pek zaman ayıramıyordum, o da ilgisizlikten şikayetçi olmaya başlayınca yine küçük kasabanın yolunu tutmuş ve çiftliği olan bir arkadaşımın evine, ardına bile dönüp bakmadan yerleşmişti küçük haspam. Zaten adından da belli değil miydi vefasızlığı...

Sonrasında bir öğrenci evinin sahip olabileceği en şenlikli ortamı yaşadım. Hamsterlerinden bunalan bir arkadaşın verdiği hamile bir Hamster ile başlayan Hamster kolonim, üç yıl içinde 22 erişkin Hamster ile donanmıştı. Beş kafes yetmemiş, akvaryumdan dönüştürdüğüm mekanlarda bile bu komik yaratıkları besler olmuştum.

Çok matrak yaratıklardır, bir kere kafalarının geçtiği her yerden gövdesini geçirebilir. Zaman zaman vücut ısısını düşürürek kısa süreli kış uykularına dalabilir, siz de onu öldü diye gömmeye kalkabilirsiniz. Bir batımda 12 bebe ortaya çıkarıp, yarısını hemen doğum sonrası afiyetle mideye indirebilir. Kalanları da üçüncü haftalarında rakip olarak görmeye başladığından yer, rahatsız olur yer, ya da bahane göstermeksizin, sana ne yav, yicem diyerek yer oğlu yer!

Anlayacağınız sayısız hikayeler bahşettiler üç yıl içinde!

benim nakliyeci


Adam geldi, ön inceleme yaptı, sonra da fiyat verdi. Ben de işimi sağlam eşeğe bağlayayım diye yazılı vermesini rica ettim teklifi. Hiç bir yorum eklemeden aynen yayınlıyorum. Elbette firmanın ve yetkilinin adını çıkarttım. Ayıp olurdu yoksa...

9 Şubat 2007 Cuma

Masörün olayım anam!

Sabah masaj aleti aldım, eve gelince de bir hevesle deneyeyim dedim. Tam sırtıma sıra gelmişken Cup bey meraklı meraklı tünedi yanıma. Halbuki eletrikli aletlerle macerası pek de hayırlı değildir. Mesela haftalık elektrik süpürgesi kabusumuz vardır, Alaca olsun kendi olsun, fellik fellik kaçacak delik ararlar, alet vooooov diye bağırmaya başlayınca.

Ama işte bu sefer bu meraklı bir şekilde yanıma tüneyince, dur bir deneyelim bakalım ne olacak dedim. Demez olaydım, beyefendideki keyfe bakar mısınz!

Eh artık, bana masör muamelesi yapması da an meselesidir....

hayvanlar aleminde bir garip mahlukat - 2

Sonra TR'ye döndük. Paşayı orada bırakarak elbette. Hayvanlara meraklı bir aile ne kadar yaşar hayvansız bir evde? Eh uzun bir süre değil tabii. Sokaklar o kadar kedi doluyken ben gidip manevi babaanne dediğim yaşlıca bir tanıdığımızın bahçesindeki sarı uzun tüylü, yabanilikte altın madalyayı hakketmiş bir kedi bebesi, ellerim kollarım ve hatta bacaklarım tırmalanmak suretiyle eve götürmeyi becerdim. Eh, bütün isimlerin annesi ona da bilin bakalım hangi ismi layık gördü! Evet tam üstüne bastınız: Sarman.
Eve ilk girdiği gibi soluğu çamaşır makinesinin arkasında almış, makinenin çalıştığı zamanlarda bile ortaya çıkmamış, ancak 10 gün gibi bir sürede kedice merakına ağır ağır yenilmişti. Etrafı keşfedeceğim dürtüsüyle bize de alışmak zorunda kalmıştı.
Aslında "Çamişmak" daha çok yakışacak bir isimmiş...

Sarman bahtsız bir kediydi. Onu başından atmadılar ama sevgili komşularımızdan biri (tüm zorlamalara rağmen kim olduğunu saptayamamıştık), beline ağırca bir taş atmıştı. Hayvanın beli kılımış, daha bir yaşını bile doldurmadan yürüme engelli olmuştu. Ön ayaklarıyla kendini evin içinde oradan oraya sürüklerdi garibim. Tabii çişini kakasını da tutamıyordu. Sonunda annem ona bebe bezi bağlamaya başlamıştı. O sakat bel ile uzun yaşamadı, bir kaç ay sonra da ölmüştü.

Ailemle yaşarken tüm hayvan maceralarım elbette bunlardan ibaret değildi.

Küçük bir kasabaya taşınmıştık ve her sabah okula gitmeden evvel sahilde koşuya çıkardım. Yine bir sabah, kumsalda kanadını peşinden sürükleyen bir martı gözüme ilişmişti. Uzun uğraşlardan sonra kuşu yakalamayı başarmış, doğruca veterinerin yolunu tutmuştum. Derin bilgilerle yoğrulmuş üstün veteriner hekimimiz, "kanadı kırılmış bunun, kaynamaz artık" gerekçesiyle hayvanın kanadını kesmişti. O gün okulu sermiş, gizlice eve gitmiştim Annem okul çıkışına kadar genelde uyuduğu için, nasılsa fark edemezdi okulu astığımı. Ama zaten öğleye varmadan bizim kanatlı uygarlık mensubu eleman göçmüştü öbür tarafa. O veteriner bozuntusunu hala sevgiyle anarım.

Küçük bir kasbada doğmuş biri olarak buraları pek severim. Her ne kadar hala kasaba çocuğuyum ben desem de, korkarım çoktan kent insanına dönüştüm...

Küçük kasabaların şu güzelliği vardır: her şey basittir. Sabah sahilde denk geldiğiniz köpeği yıllarca orada görebilirisiniz. Mandela ve Bela da öyleydi. Sabah koşularımın bodyguardlarıydılar.
Tabii ben kıcasa Dela ve Bela derdim onlara: Dela siyah iri bir melez (neyin melezlemesi bilmiyorum, ama yanda kendiniz karar veriniz), Bela ise gri lekeli cici bir hanım kızımızdı (ahanda aşağıda görüldüğü üzre). Her sabah önce getirdiğim nevaleyi götürürler, sonra da birlikte tüm sahili arşınlardık.
Zaman zaman arkadaşları katılırdı bize, ama biz genelde üçlü bir çete şeklinde gezer, sürü lideri olarak da ben deniz elbet ön safları tutardım. Hav hav.

Köpek itlafının gırla gittiği zamanlarda onları yakındaki kırlık alanlara kaçırırdım. Ama onlar hep vakitsiz geri dönmeyi başarırdı.
Bir sabah kalktığımda da kimse karşılamaya gelmemişti sahile...

hayvanlar aleminde bir garip mahlukat - 1

Evimize ilk kez bir hayvanın misafir olması sanırım ağabeyimin dünyaya gelmesiyle vuku bulmuştur, lakin bu benden öncesine denk geldiği için, bizi pek ilgilendiren bir zaman dilimi değil. Yani Z.Ö ve Z.S ise bu süreçler, biz Z.S.'yi ele alacağız.

Hatırlayabildiğim en eski insan dışı mahlukat bahçeden firar edip ilk denk geldiği tekerlek ile pestiline aşk yaşayan bir karakaplumbağasıydı. Ardından çip çip ötüp ortalığı pislemekten başka bir işe yaramayan iki adet hint bülbülümüz olmuştu. Bunlar biraz şaşkınca şeylerdi ve muhtemelen kafes üretiminde hatalı bir ürün olduklarından uçamıyorlardı. Kafesten fıydıkları bir gün tüm aile seferber olup evin içinde ararken bir tanesini kanape kenarında farkedemeyip üzerine basmış ve öldürmüştüm. Yaptığım caniliğin ("Utanabilen caniler" başlıklı bir yazı dizisi mi başlatsam?) utancıyla da ölü kuşu ortalığa gösterip "aa bu ölmüş" diye zırlamış, bir hafta boyunca da kapımıza dayanacak polislerin korkusuyla çocuk bahçesine bile gitmek istememiştim. Anaokuluna başladığmda ise ilk kez bana bir hayvan alınmıştı: Adının annemin sebebini hala çözemediğim bir şekilde "müjde" koyduğu bir muhabbet kuşu. Kuşun müjde filan verdiğni yaşadığı 5-6 yıllık ömründe görmedim. Tek yaptığı car car ötmekti. İlkokulun sonlarına geldiğimde ise bütün çocuksu inadımla annemin eve bir kedi getirmesini sağlamıştım. Tabii kumunu temizlemem ve mamasını vermem şartıyla. (Yooo, nasılsa anneye satmıştır o sorumluluğunu diyenler yanıldı, sıkıysa anneme verilen sözü bozun bakayım! Hala totom yemez!) Tahmin edeceğiniz gibi, onun da adını annem koymuştu: Dilek! Bu konuda yorum bile yapamıyorum...
Kısır olmayan Dilek, Almanya'nın kısır olan kedi populasyonu arasında nasıl azgın bir erkek kedi bulup hamile kalmayı başardı hala aklım ermez, ama bir yaşını bile doldurmadan bize altı tane bebe bahşetmişti. Bu da tabii şahit olduğum ve dolaysıyla da asistanlığını yaptığım ilk doğum olmuştu. Üstelik altı bebe, ikişer ikişer doğmuşlardı, yani üç tane ikizimiz olmuştu. Galiba ilk acı tecrübeyi de o zaman yaşamıştım. Yedi kediye bakamayacağını düşünen ailem, bir erkek kediyi aralarından seçip, geri kalan beş bebeyi Dileği de katmak suretiyle hayvan barınağına postalamışlardı. Seçilen erkek kedinin adı Paşa olmuştu.
Ortaokula başlamıştım ve okul 3 km uzaktaydı. Paşa efendi arabaların yoğunlaştığı bir yola kadar gelirdi benle sabahları. Hala da şaşarım, ki okul dönüş saatlerim hergün farklı olurdu, bu kedi beni uğurladığı noktada karşılardı!
Türkiye'ye dönüşümüz kesinleşince annemler onu bir çuvala sokmuş, yakınlardaki bir ormana salmışlardı, üç gün sonra kapımızdaydı. Bu sefer çok uzaklardaki bir ormana arabayla bırakmışlardı, ama Paşa yılmadan bir buçuk ay sonra yine kapımızda tüneyince bizimkiler kurtuluşun olmadığını anlayıp, onu da hayvan barınağına atmışlardı. Kaç hafta zırladığımı eminim ki belirtmeme gerek yoktur... Bizimkiler hayvan pasaportu denilen bir şeyden mi bihaberdi, yoksa Türkiye zaten kedi kaynıyor, kedi nüfusuna bir katıkı da bizden olmasın düşüncesiyle mi inatla Almanya'da bırakmak istiyorlardı bilmiyorum ama bildiğim bir şey var, bir sene daha kalmış olsaydık, eminim bir yolunu bulup yine
"paşa paşa" eve dönmeyi başarırdı Paşa efendi o azimle...

8 Şubat 2007 Perşembe

okurlar, yorumlar ve ben...

Sanırım bir destur deme vakti gelmiştir... Ya da diğer bir deyişle: sevgili biricik okurlarım, lütfen yazıları dötünüzle okuyup iki sucuklu, bir sade yorumlar eylemeyiniz.
Yok yok bu da olmadı şöyle demek istedim aslında: Oh bee, amma şenlikli yer oldu blogum, her kafadan bir ses çıkıyor, ben de okurken feci bir şekilde eğleniyorum! :))

Ama yine de zannımca bir iki ek açıklama icap etmektedir:
1. Çilingir amca: kendisi altmışına yol alan, yaşlı başlı bir amcadır. Niye tutup da kızı yaşındaki kadına yansın? Ayıp ayol!
2. Alaca bulaca: Temizlik aşamasında yerdeki tüm minderler bir yere kule şeklinde istif yapılır, kedi de arasına itinayla sokulur ve fotoğrafı çekilir, size de yazı tadında sunulur. Yani hepsi düzmece!
Bir de, kızım yaklaşık onyıldır kısır. Cup'un üzerine sayısız sevgili de edindi ve tek bir bebek peydah olmadı onca sene. Durup dururken yaşlılık günlerinde mucizevi bir bebe yaparsa kusura bakmayın ama onu kimselere vermem. Adını İsa koyup her yerde gösterir, bebenin sırtından para kazanırım bi güzel!
3.Komşu olayı: Biyolojik silah önerisini denedim, üç gündür kuru yiyorum, ama sanırım menzili kısa kaldı... Napalım tek başına bu kadar oldu... Fikri veren arkadaşı yardıma gelmesi için çok uğraştım, ama uygulamada yalnız bıraktı! Dolaysıyla ortalığı nem kapılacak kıvama getirmekten başka bir iş yapmadım... Ama nemi de anca Cup kaptı, komşum değil!
4. Beleşe tamirci mi istediniz? Bir: ben komple tesisattan bahsetmemiştim zaten, içindeki mekanizmayı değiştirdim. İki: az yiyin de tamirci çağırın dicem, ayıp olacak... Hem ben gelirsem pahalıya patlar tamirat işleri size, haberiniz ola!
5. Muhtarım canım benim: Evet Oğuz bey! Niye ki?
6. Birtanecik vefalı pek muhterem okurlarım, bu özellikle isim eklemeyenlere! Yav ananız bubanız size bi isim vermedi mi? Ayyuka çıkmaktan mı çekinmektesiniz? Verip veriştirirken iyi ama değil mi!? Cık cık, hiç olmuyor valla!

6 Şubat 2007 Salı

çilingir çilin çilink

Eve yedek anahtar yaptırayım dedim, dedim de çilingir amca diyemedi..Yaptığı anahtar kilide girmesine girdi de, dönmesine dönmedi... Mecburen tuttum yine çilingirin yolunu. Tabii en şaşırmış haliyle aldı anahtarı, tekrar elden geçirdi "şimdi açar" diyerek de elime tutuşturdu.
Eve geldiğimde sonuç hüsrandı malum. Gerisin geri gittim çilingire. Bu sefer yeni bir anahtar yaptı, ama duruma pek de bir üzülür hali vardı, ben de "isterseniz siz de gelin" diyerek üzüntüsünden kurtarmak istedim. Sonra da gazı vermek için
" Başka anahtarcıya yaptırdığımız anahtar bu kadar sorun yaratmamıştı" dedim. Tabii amca bunun mesleki yaşamında kara bir leke olarak kalmasını yediremezdi artık kendine. Aldığı gibi pensesini, tornavidasını, düştü ardıma.

Neyse geldi, kurcaladı durdu kapıyı, kilidi, nafile...
Ben mevcut kilidi de bozacak endişesiyle," hah oldu, yok olmuyor" gibi gereksiz nidalarla tepesinde yorumda bulundukça, amca sinirlendi: "Sen bi git öte bakiim, bana bırak bu işi" diyerek geri püskürttü beni. Ben de o geri püskürtülmeyle meraklı meraklı olaya burnunu sokan Cup'a püskürdüm. O da o sinirle galiba Alaca'yı bulmaya gitti...

Amca tam tamına 15 dakika uğraştı. Ben ha vazgeçti, ha vazgeçecek diye beklerken, o hırslandıkça hırslandı, anahtarı yağladı, vodooladı ama sonunda becerdi kapıyı ona açtırmayı.
Zafer dolu bir bakışla uzattı bana anahtarı, "Artık açıyor" diyerek. Tabii ben baştaki fırçanın acısıyla doğru dürüst teşekkür bile edemedim. "

Beş dakika sonra kapının kenarında tornavidasını görünce hemen bir "Ooooh olsun sana, atar mısın fırçayı! " diyerek sevindim.
Tornavidasızlıktan kudursun şimdi. Bir hafta sonra götürmezsem n'olayım!

İşte olay mahalindeki kanıt!

halk otobüsü biçim biçim...

Türkün aklı malum yerde çalışır derler ya, külliyen yalan, benimki halk otobüslerinde çalışıyor nedense... İETT de olmayacak, illa ki halk otobüsü! Neden derseniz verecek zekice bir cevabım yok, ancak kapitalist bir yaklaşımda bulunabilirim: İETT'de gariban memur çalışıyor, oysa ki diğeri otobüsü olmadık yerde durdurup yolcu alabilen, hıncahınç doldurmayı başaran, imkanı olsa üste kalan boşlukları bile değerlendirmeye kalkışabilecek açık göz yurdum şoför ve muavinleri tarafından işletilmektedir. Muhtemeldir ki onların bu girişimci ruhu benim ruhumu da ışıltılara gark eylemektedir.

Velhasıl dün otobüste yol alırken, kısa mesafe için kitabımı çıkarmaya üşenince (yaa evet, yollarda dahi kitap okuduğumu belirtmezsem ölürüm; yaşasın entelektüel snobizm!), hemen ön kapının solunda asılı duran levha gözüme ilişiverdi:
Yolcu adedi
Oturan 36
Ayakta 64
Toplam 100

Aldı mı beni tefekkür hali! Hadi oturanlar eyvallah, her ne kadar bazen birbuçuğa yarım koltuk şeklinde oturulsa da (ah ah, o da ayrı bir yazı konusu!), 36 kişi bir şekilde oturuyordur en nihayetinde.
Ama ayakta duranları nasıl ölçmüşler? Yarı çapını mı almışlar? Kime göre, hangi ölçü esas alınmış? Şimdi şişman ile zayıf kişinin kapladığı çap aynı mı? Değil! Acaba 24'ü şişman, 40'ı da zayıf kişiler mi hesap edilmiş?
Yoksa, "yav kardeşim, 36 oturan var, hadi gel dikilen zavallı kitleyi 64 sayak, toplamında 100 çıksın, işi zora koşmayalım" diyerek üretici firmanın çalışanları mı rehavete daldı?
Dayanamayıp şoföre soracaktım, ama "şoförle konuşmak yasaktır" levhasına ilişince gözüm vazgeçtim. Muavin de bir hayli ters adama benziyordu, cesaret edemedim...

Şu konuyu bilen varsa beni aydınlatırsa sevinirim, zira yazdıkça daha da bir gerdi beni, neden bilmem...
Yani ilk denk geldiğim halk otobüsünde vukuat çıkarmam an meselesidir!

Kim yazdı yav 100 diye. Yüznumara diyerek bizle dalga mı geçiyorsunuz haaaaa!!!!?

5 Şubat 2007 Pazartesi

alaca bulaca

Hep Cup'u anlatıyorum ama ondan bir kaç ay küçük kızım Alaca da anasının gözüdür.
Kendisi bu beyefendiye üç bebe doğurduğu gibi
(sanki akşam yemeği niyetine sundu! Ne biçim anlatıyorum, yuh bana!), iki tane de üvey bebe emzirip büyütmüş vefakar, epey de zırdeli bir kedi namzetidir. Daha şurada iki sene öncesine kadar, iki buçuk yaşından sonra yarısı sizlere ömür bir rahme sahip olmasına rağmen tam gaz sevgili diziyordu pencere önüne (Tabii hanfendinin bu sene 12. yaşgünün kutlayacağını da belirtmem gerek). Off onlar zaten herbiri ayrı macera, sayfalar yetmez anlatmaya!

Ben son marifetini anlatayım diyorum:

Cumartesi akşamı eve geldiğimde bizimki yeni eve artık alıştığını açık seçik ifade etmekle meşguldü! Önce bir patinaj sesi duydum parke üzerinde, sonra patinaja eşlik eden tıkırtılar ve yetişebildiğim görüntü aynen şuydu: Haspam yarım metre kaydı sonra toparlayıp ayaklarımın arasından şimşek girib fırlayıp yatak odasına doğru yol aldı.
Bunun totosuna neft yağı sürülmüş anları zaten bolcadır. Bu yaşında (ki insan yaşına göre hesaplandığında 68'e tekabül ediyor) nereden buluyor o enerjiyi, idrak etmekte zorlanıyorum. O koşturmacalarının başlayacağı anları kestirebilsem, hemen takacağım patilerine toz bezlerini, manayla iş de görsün, ama haber vermiyor ki cadı!

O deli koşturmaların ardından da ara ki bulasın! Hatun nereye girmiş tahmin edin!


Evet bir de böyle bir alışkanlığımız var: minik boşlukları değerlendirmeye bayılırız! Ne kadar ekonomik bir kedi, hiç yer kaplamıyor diye tebrik etmekte acele etmeyin! Sabahları yorganın arasında bulduğu ilk boşluğa yerleşen bir kedi, muhtemelen sizin ağzınızın kenarına denk getirmiştir kendisini....
Bu daracık yerlere olan eğilim bana pek bir mazohistvari durumu çağrıştırıyor; mesela kucağıma alıp sıkıştırdığmda hayvanın salyaları akıyor zevk-ü sefadan. Lakin, iç parazitler için verdiğim hapı aynı zevkle yutacak kadar mazohist değil hatun!
Dün akşam yine o kara gün gelmişti! Cup'ta, kocaman bir hapı anında sokuyorum gırtlağından içeri, ama bunda! Direniyor da direniyor, hani onun için yutmak nasıl bir kabus ise, benim için de yutturmak öyle! Üstelik yutturulamayınca o sarı hap salya kıvamında kaçılan tüm köşelere
itinayla tükürülüyor, bulaştırılıyor! Farkındayım gayet iştah açıcı bir görüntü!
İlk hapı yukarıda tarif ettiğim şekilde heba ettikten sonra, ikinciyi gaflette bulunup tek hamlede yutunca bir göbek atmadığım kaldı sevinçten....

Ve işte burada kadın ve erkek farkı bir kez daha ortaya çıkıyor: Cup hapı yutuyor, önüne iki parça kuru mama koyuyorum, bitiyor olay! Hap mı yutmuş, eziyet mi çekmiş, hepsi anında unutuluyor!
Oysa Alaca'nın yarım saat peşinden seyirtip türlü şaklabanlıklar yapmam gerekiyor barışana kadar! Haspam ne mamaya bakıyor, ne yüzüme... Düşman insan evladı ona eziyet etti ne de olsa!!

4 Şubat 2007 Pazar

Cup'un su manyaklığı

Diyeceksiniz ki, bu Cup kedi değil mi, nasıl su manyağı olur? Olabiliyormuş işte... 37 yıllık ömrümde nice kediler oldu, ama böyle su meraklısı olmadı.

Daha bebekliğinde başladı bunun Esther Williams'a özenmesi. O zaman kurnası olan bir evde otururdum, bizimki de minicik boyu ile kurnanın kenarına tırmanır, damlaları (evet damlayan musluklardan ezelden beri neler çektiğimi bir Cup bilir bir de ben!) yakalamaya çalışır, sonra da cumburlop düşerdi yarı dolmuş kurnanın içine. Üstelik o zamanlar çıkamayacak kadar minikti! Kaç defa ıslak bir halde, tırmanmaya çalıştığı kurna kenarında canhıraş miyavlarken buldum.

Kaç kez anlatmaya çalışmıştım oysa kendisine, ağda bile yaptırsa asla Esther gibi bir vücuda sahip olamayacağını. Ama beni kim dinler!

Bunun su merakı büyüdükçe de devam etti. Banyo her zaman gidip başını dinlediği bir mekan oldu hazretin. Kapısını kapalı tutsam, başımın etini yer açtırır. Üstelik banyonun her yanına sahip olmak ister. Son iki evimin duşa kabin kapısını örtmek hayal oldu. Kapadığım anda basıyor yaygarayı!
Neymiş, beyefendi orada da sefa sürecek. Üstelik damlayan musluğum da yok şimdilik.
Eh anlayan beri gelsin!

2 Şubat 2007 Cuma

eve taşın, komşuyla kaşın

Yeni apartman müthiş alem bir yer, henüz nasıl dedikodusunu yapmadım her birinin, ben de bilmiyorum. Neyse yanaşın az, hemen akatarayım hadiseleri:

Kapı komşum: yalnız yaşayan bir kaçık! Henüz bir adet kaçıklığı dışında bir şey görmüş değilim, ama kapıcı bile kaçık olduğunu söylediğine göre var bi nane. Bana denk gelen yegane kaçıklığı, sokak kapsının anahtarını kullanmaya üşenip benim zili çalmasından ibaret. Bahanesi de: "Sokak kapsının anahtarını almayı unutmuşum!" Vay be, demek ki iki anahtarı ayrı taşıyor, üstelik evin anahtarını unutmuyor amcam! Helal olsun!
Onun için de bir güzellik düşünüyorum... Ama sizlerin de güzel bir önerisi varsa deneyebilirim elbette!

İki kat üstümdeki komşu: Bir işim düştü, kapılarını çaldım. Uzun bir süre tıkırtılar duyuldu, gözetleme deliği karardı durdu. Ben de farkında değilmiş gibi sağıma soluma bakındım. Sonra "kim o?" sesi geldi, izah ettim. 5 dakika daha gözetleme deliği karardı, tıkırtılar geldi. Ama kapı açılmadı. Tam gitmek üzereydim ki kapızinciri üzerinde kalmak suretiyle kapı aralandı. Aralıktan görebildiğim kadarıyla oniki - on üç yaşlarında bir velet evde yalnız olduğunu söylüyordu. Durumu izah ettim, balkonlarından kendi balkonuma bakmamı gerektiren bir durum vardı. Çocuk kös kös baktı sadece. İçeriden "kim o?" bağırtısı geldiyse de bizimki tınmadı. Pantolon cebimde duran ellerime baktı sonra. Kendimi karakolda sorguya çekiliyormuş gibi hissettim. Ellerimi gösterdim, elimde bir şey yok manasında... Yoksa arkamda sakladığım kalaşnikofu mu gördü ne...
"Açar mısın kapıyı?"
Çocuk hiç bir şey demeden kapadı. Beş dakika daha bekledim, belki zinciri açmak için kapamıştır diye... Yani pozitif düşün, salak yerine kon meselesi hasıl oldu açıkçası...
Sonunda vazgeçip aşağıya indim. Derken bir kadın sesi, "kimdi o" diye merdiven aralığına seslendi. Aynı ev mi acep diye tırmandım tekrar. Bu sefer annesi kapıyı açmış bakıyordu.
"Kusura bakmayın tuvaletteydim de."
Afferin...

kapı arasında yaygara

Akşam yorgun argın gelmişim, tam eve gireceğim, bir alarm aniden öttü aşağıdan. Baktım, alarmı ötebilecek bir şey de gözükmüyor. Alt kattan mı geliyor diye kulak kabartmışken gözüm apartman kapısına takıldı. Sanki kapı aralığında minnacık bir karaltı görür gibi oldum.
Koşturdum hemen, karaltı beyaz ve tüylü bir şeydi ve tek hamleyle açtığım ağır apartman kapısının arasına sıkışmış bir adet patiydi. Alarm sandığım ses de patinin sahibinden çıkan acı dolu miyavlamadan başka bir şey değildi.
Bizimki, sanki suçlu benmişim gibi yedi ecdadıma sövüp bir arabanın altına kaçtı.
Gel len patine bakalım diye ısrar ettiysem de çıkmadı, s
itemkar gözlerle bakmakla yetindi sadece. Üzerine basabildiğine göre ezilmemiş olmalıydı patisi.
Ama beni suçlamasına da içerlemiştim doğrusu, sanki ben "gel sok patini kapı arasına!" dedim...
Kedi milleti değil mi, bi tek kendisi suçlu değildir zaten!