10 Aralık 2015 Perşembe

küpeler

ne zaman o küpelere uzansam, sen geliyorsun aklıma. 
minicik, içine geçmiş zarif iki halkadan oluşan, ortasında çakma pırlantası olan küpelerim. üstelik sen almadın onları. şu ucuzcu takı satan dükkanlardan birinden almıştım, komik paralar vererek. ama hala metali solmamış, hala pırıl pırıl, ne zaman taksam zerafetine bayıldığım o küpeler. ve ne zaman onları taksam, ellerim ister istemez o pembe taşlı küpelere de gidiyor. ikisi bir bütün artık gözümde. küpe deliklerimin bu kadar fazla oluşuna ilk kez o gün kızmamıştın galiba.  
bahardı. ilk mi son mu, anımsamıyorum. güneşli bir bahar günüydü. üzerimde uzun kollu pembe bir bluz olduğunu anımsıyorum, baharlık. oradan biliyorum bahar olduğunu. 
seni ziyarete gelmiştim komşu şehre. yatakta yatıyordun hala. uyandırmıştım tatlı uykundan. usulca koynuna sokulmuştum. kokun hala burnumda. 
gözlerini ovuşturarak bakmıştın bana. 
"tülü kızım!" 
hatırlamıyorum, demiş miydin yine bunu. kesin demişsindir. hep öyle seslenirdin. 
sonra küpelerimi fark etmiştin. 
"çok güzel olmuş, yakışmış" demiştin. "tek mi bu?" diye de sormuştun. gülmüştüm. "tek küpe gibi duruyor." demiştin. ilk kez bir şeyimi beğenmiştin. 
babam sağ mıydı o zaman? sanmam, sonrasında olmalı. 
kırk yaşların başı olmalı. ilk kez senden bir onay almışım, ilk kez beğenilmişim. 

şimdi ne zaman o zarif küpelere uzansam, pembe taşlı küpelere de elim gidiyor. bir bütün onlar. sen öyle beğendin. 
şimdi görüyor musun oralardan cadı anacım, tatlı anacım, görüyor musun? senin sevdiğin, senin beğendiğin gibi takıyorum onları. 

18 Kasım 2015 Çarşamba

bonbon, hadi gel artık be cananım!

önceki yazımda değinmiştim ya, bonbon ah bonbon diye. 
evet maalesef, yeni eve taşınalı bonbon'la bir türlü karşılamaz olduk. halbuki, evi de, daha taşınmadan, iki kez gösterdim, bahçeme bile işedi hayta. hani evi bulamadı tekrar, biraz uzak kalıyor eski evime, onu anlıyorum. ama yollarda, parklarda niye karşılaşmaz olduk, orası muamma. 
anlayacağınız, tam manasıyla bir aşk filmine dönüştü bizim hadise: hani iki kişi bir yerde tanışırlar ve inceden tutulurlar birbirlerine, ama ilk anın şaşkınlığı, ya da film bu ya, ne telefon numarasına ne de nerede yaşadığına dair bir bilgiye sahiptirler. sonra film boyunca karşılaşamayışlarını izleriz. boyna birinin az evvel geçtiği mekandan, diğeri bir kaç saniye ya da dakika farkla kaçırır. 
mesela biri sokaktan geçer, öbürü aynı yolun diğer ucunda karşı kaldırımdan yürür, yolun tam ortalarında görebilecekken birbirlerini, caddeden koca bir kamyon geçer, aralarına girer de görmezler. yeniden karşılaşmaları kaderin merhametine kalmıştır artık. 
bizimki de aynen o durum. parklarda arıyorum adamı, 5 dakika önce buradaydı diyorlar. bonbon'un asıl babası, "bu gece bize geldi yine" diye nispet eden mesajlar atıyor. sonra başka bir köpüş sahibine rastlıyorum. aaaa bir aydır bizden çıkmıyor diye anlatıyor. içleniyorum. 
nasıl da burnumda tütüyor kerata. hele şu son bir kaç haftadır iyice yer etmişti aklıma, dilimden düşmez olmuştu. 

nihayet duydu mu beni ne, altıncı hissini "pause" modundan tekrar işler hale mi koydu şu haylaz oğlan (eskiden hissederdi bu hayta beni!)?!
dün sabah yine bakına bakına vapura yürürken bir havlama sesiyle yüreğim hop etti.  kimse çıkmadı karşıma. yanlış alarm diyerek ah çektim içimden. 
derken metro parkının orta yerinde, iki genç kadının oturduğu park bankının yanında bir köpüş. gözlerim de uzağı görmez, ama yüreğim bu kez deli gibi hop etti. az önceki hop ediş de buna bir önhazırlık mıydı yoksa?

"bonbon!?" 
beriki fırladı ayağa, o da şaşkın, emin değil. 
"bonbon, unuttun mu beni?!" 
bir koşturuyorum ona doğru. zırıl zırıl ağlamaya başlıyorum. sarılıyorum koca oğlana, yuvarlanıyoruz yerlerde basbayağı. doyamıyorum, öpüyorum tozuna kirine aldırış etmeden suratını, gıdısını. göz yaşlarım tozuna karışıyor. 
kimbilir nasıl bir görüntümüz var! bankta oturan kadınları fark ediyorum, gülüşerek bakıyorlar bana. açıklama ihtiyacı hissediyorum her nedense, hani kim bu deli demesinler diye. (deli olduğumu cümle alem biliyor gerçi ya...) 
tekrar hayta aşkıma dönüyorum, bir posta daha sarmaş dolaş oluyoruz. oturuyorum başka banka, o da kafasını gömüyor kucağıma. 
tüyler uzamış, güzelleşmiş. bir posta daha zırlıyorum.  
öyle bir özlemişim ki beş dakika mı sürüyor kavuşma anımız bir ömür mü ayırt edemiyorum. 
sonra yeryüzüne dönüş yapıyorum. okula gitmem lazım. içim burkuluyor. 
bir sonraki vapurla gidip, derse geç mi girsem minvalinde düşünceler bile aklımdan geçiyor. 

bir müddet daha sarmaş dolaş kalıyoruz öylece. yüreğim cız ederek kalkıyorum. bir an gelecek oluyor peşimden, sonra tekrar oturuyor. akıllı çocuk, az yolcu etmedi beni vapura. biraz bozuluyor sanki gidiyorum diye, bakakalıyor ardımdan. burnumu çeke çeke gidiyorum iskeleye. 

kimbilir artık, tekrar kavuşmak ne zamana kısmet...

12 Kasım 2015 Perşembe

yeni evim, yeni semtim

neredeyse iki ay oldu taşınalı. sekiz yıl oturduğum evden, evsahibimin evi satma kararıyla taşındım. iyi de oldu. son bir kaç yıldır istememe rağmen, saplanıp kalmıştım oraya. ev sahibim zorlamasaydı da sanmıyorum taşınacağımı. 
halbuki karabasanla dolu bir apartmandı orası. düzenli okuyucum bilir, annesini, babasını dövüp, intihara sürükleyeni mi ararsınız, gelene geçene, kızdı mı apartman ahalisine, ve en yakınında oturan komşusu olan bendenize küfredenini mi, alt katında kimse yaşamıyormuşçaşına pis sularını pencereme akıtanı mı.... saymakla bitmez. semt desen, onun da eski tadı kalmamıştı. kapının önünde her gün ve gece içip içip gürültü yapan ve çöpünü olduğu gibi bırakan, o da yetmezmiş gibi, evin duvarına işeyen gençler, kavga edenler vızır vızır... 

üstelik, mahallede bakkal kapanıyor, yerine kafe, bar ya da şık butik açılıyor, nalbur, fırın, tuhafiyeci kapanıyor, yerine kafe, bar ve butik geliyor. mahalle sakinine hitap etmekten ziyade, günü birlik ziyaretçiye yönelik hizmet veren işletmeler ağır basar olmuştu. mahalle kültürü yok denecek eşikte. 

çok uzağa taşınmadım, mahallenin bir ucundan, direkt diğer ucuna. üstelik yeni evim bir hayli işlek bir yol üstünde. buna rağmen, daha sakin. bakkalın, nalburun, kasabın hemen köşe başında olduğu, esnafla hemencecik hergün selamlaşır olduğum bir semt. 
apartmanların nispeten daha çok bahçe içinde olduğu, kentsel dönüşümden nasibini bodoslama almış olmasına rağmen, hala o eski apartmanların çoğunlukta olduğu bir yer. kısacası, oğluşlarımla sokak aralarında dolaşırken içimin huzurla eridiği bir semt burası. 

komşularım hiç eski evdeki gibi değil. 
tamam, şimdi doğruya doğru, eski evde de köpüşlerime hiç kimse laf etmemişti onca zaman. 
ama bir defa sabaha karşı kapının önünde sevgilisi ile bağıra çağıra konuşan adama, "eviniz yok mu sizin, izin verseniz de uyusak" minvalinde çemkirmiş, bu ise vay sen misin çemkiren, "kedi ya da köpek olsam, laf etmezsin değil mi, pis modalı! onlara mama ve su verirsin!" diye bağırmış; sonra da mart kedisi gibi miyavlamıştı. evet ya, gecenin üçünde adamın kafası nasıl olmalı ki, ciyak ciyak miyavlamıştı. 
tabii böyle bir tepkiyle uyku sersemliğini üzerimden atmış olduğumdan adama daha dikkatli bakınca bu zat-ı şahanenin en üst katta oturan ve komple apartmanın su basmasına sebep olan komşu olduğunu görmüştüm. 
kapıya gece ortası polis dayandırtan tuhaf kadınların gelmesine sebep olur ve bildiğim kadarıyla oturduğu dairenin sahibi dahil olmak üzere herkesin kendisinden şikayetçi olduğu bir komşuydu bu. 

ve doğruya doğru, benim çocuklara laf eden olmamıştı. ama bonbon'un apartmana geliyor olması eski ve yeni yöneticinin söylenmesine yol açmıştı. tabii bonbon mevzusunda haklı olabilirler, kaldırımda gelen geçen motorsikletliler yüzünden terör estirtebiliyordu ne de olsa. 

oysa şimdiki komşularım bambaşka. mesela ilk taşındığım gün, karşı komşum yemek ikram etti. 
daha önce bu dairede oturan ev sahibimin beş köpeği, bilumum kedisi varmış, tüm apartman ahalisi alışkın hayvanata. kaldı ki karşı komşumla üst katta birilerinin de kedisi var. hatta en üst katta bir komşum ünlü bir köpek eğitmeninin annesi. 
geçen gün apartman kapısında karşılaştığım bir komşum gülerek, "apartman değil zaten, "jurassic park burası!" demişti.  

bonbon burayı keşfettiğinde ne olur, işte onu bilmiyorum. yeni evsahibime danıştığımda burada yaşayan küçük çocukların belki korkabileceğini söylemişti. 
göreceğiz. henüz bonbon, ki taşınmadan iki kez göstermiştim evi, çözemedi nerede oturduğumu. onu ayrıca anlatacağım. 

geçen gün farkettim, karşı apartmanlarda köpekli aileler var, hatta bizim apartmanın sırasında köpeği, kedisi olmayan apartman yok gibi. 
daha ne olsun! cennete düştüm sanki. 

haaa cennetin bir yılanı da yok mu.  yani hiç mi kötü yanı yok mu? olmaz olur mu, bir nazarlık ille de olacak: kurbağalıdere! ve sevgili i.b.b.'nin sonsuzluğa uzanmış gibi görünen ıslah çalışmaları yüzünden derenin sağlığı tehdit edecek boyuttaki kirliliği, kokması, parkın bakımsızlığı... ve tabii bu çalışmaların yapıldığı yer nedeniyle trafiğin sokak aralarına verilmesi yüzünden, bazı ara sokaklarının yürünmez oluşu. 
tabii marketlerin ve çarşının uzak oluşu eksi hanesine yazılabilecek başka bir unsur. tek bir market var yakında, onda da çeşit çok az. 

ama güneşli günlerde bahçemde oturup kahvemi yudumladığımda bu olumsuzluklar aklımın ucundan bile geçmiyor. 
evet ya, yeni evimin en güzel yanı otuzbeş metre karelik minik bahçem! maalesef güneşi az alıyor -sanırım yazın buna şükredeceğim- bir hayli de bakımsız kalmıştı. ama erkek arkadaşımın üstün gayretleri ile çimlendirdik. çimlerimiz henüz pek cılız. ama ben umutluyum, yazın yemyeşil olacak. soğanlı bitkilerimi, yani üzüm sümbüllerimi ve frezyalarımı ektim, frezyalarım dün sabah topraktan burnunu çıkarmış bile. sırada lalelerim var. onları da bir an evvel ekmem lazım. 

tabii bir de taşınırken en çok bu bahçenin oğluşlarıma yarayacağını düşünmüştüm. hatta ilk hafta yürüyüşlerimizi sevinerek günde bire düşürmüştüm. ne de olsa bahçe var. sonra farkettim ki ikisi de ne çiş yapıyor, ne kaka. mecbur yine başladım sabah akşam çıkmaya.  
bir ay içinde rico alışmaya başladı nihayet, önce çiş, derken sıkışınca kakasını da yapar oldu. ama şu benno adındaki dünya tatlısı melek görünümündeki inatçı keçi var ya, nuh diyor, peygamber demiyor! bahçe onun için evin bir parçası sanki. neler yaptım kandırmak için. dışarıda çişini kakasını mı toplayıp saçmadım bahçeye, kendini rahat hissetsin diye uzun uzun oyunlar mı oynamadım, yok nafile. bahçe, kazara adım atan gariban kediciklerin kovalanması gereken vatan toprağı! burası kutsal, çiş kaka yapılmaz! 
işin uzmanı arkadaşlar, 24 saat kalsın, bak nasıl yapıyor sıkışınca diyor. diyor da, benim yüreğim el vermiyor onu bahçeye kapatmaya. belki yaz geldiğinde, ben de onunla 24 saat bahçede geçirebileceksem, denerim onu. ama bensiz, yok, cık valla, ağlar benim huysuz bebişim.  

kısaca -neyse ki bu kısa versiyonu idi, siz uzun halini düşünün, beş ciltlik bir yazı olurdu sanırım- yeni evimi ve olduğu yeri seviyorum. rıhtıma iki katı sürede yürümem de gerekse, yol gözümde büyümüyor. eskisi kadar "hip" bir yerde yaşamıyor da olsam, sakinliğine hiç bir "cool"luğu değişmem. 

taşınacığımı ilk söylediğimde "ben asla oralarda yaşayamam, sokağımı, mahallemi çok seviyorum" diye çemkirenlere inat: iyi ki taşınmışım!

17 Eylül 2015 Perşembe

doğum günü hediyesi

geçen gün doğum günümdü. çocukları aldım can dostum fatih'le kınalı'yı gittik. 

hemen iskelede en az bonbon kadar, hatta belki daha büyük bir panço bey karşıladı bizi. ve en az onun kadar da ünlüydü de; pek çok yerde, panço diye seslendiler peşinden, o da gitti, koca gövdesini sallaya sallaya sevdirdi kendini. (ah kafam ah, fotoğrafını çekmedim onun!) 
bizimkilerin renginde devasa bu çocuk önde, bizimkiler de boy sırasıyla peşinde, matruşka misali yürüyorlardı. görülesi bir sahneydi cidden. görenler şaşkınlıklarını gizleyemiyorlardı. kocaman bir aile gibiydik. 

merkezin biraz dışında, pazar yolunun ötesinde bu mini kafilemize bir de bej renkli bir labrador kırması minik hanım katıldı. elbette sokak köpeklerine yakışırcasına destursuz, davetsiz olarak. 

daha sıcak günlerde denize girdiğimiz plajın yakınlarında nevalemizi mideye indirirken, bu iki ada çocuğu da bizimkilere getirdiğim mamalardan bolca nasiplendiler. 

burada bir parantez açıp dost canlısı ada köpüşlerini biraz anlatmam lazım, durumu daha iyi anlayabilmeniz için. 
ister köpeğiniz olsun ister olmasın, sevgi gösterdiğiniz ada köpüşü hemen sizi sahiplenir, ada turunuz boyunca da bir an yalnız bırakmazlar. sahiplenmekten kastım da sizi korumaya alır bu canlar. mesela daha vahşi, saldırmaya meyilli başka köpeklere karşı hemen gardını alır, sizi korurlar. siz de karşılığında kendi nevalenizden bir pay verebilirsiniz elbette, hayır demezler. ama hiç bir ödül de vermeseniz, başını ya da göbeğini okşamanız bile ona ödül olarak yetecektir. 

neyse efendim, ben yaşadığım olaya geri döneyim: bir müddet orada oturup da denize girmek için biraz fazla serin bir hava seçtiğimizi fark ederek, dönmeye karar verdik. 
dönüş yolunda elbette yine hep birlikte hareket ettik. 
panço bey, ve maalesef ismini kimseden öğrenemediğimiz genç hanım bizi iskeleye kadar uğurladılar. 
vapura bindik, vapur hareket etti. biz ada hülyasına dalmışken, bir de ne görelim!? adsız küçük hanım, bizi bulmasın mı!

haydaaaaa!
sen ne zaman, hangi arada daldın onca yolcunun arasından? 

yanımızda oturan yaşlı adam görmüş meğerse. vapur kalkış yaparken, bu kızımız kararsızlıkla bir iskeleye bir vapura geçmiş durmuş. 
görevliler nasıl görmemiş o da muamma. 

ama bu çocuğun bir şekilde adaya, yuvasına geri dönmesi lazım!
kaptan köşküne çıktım. 
biz kabataş'ta bırakırız diyor, peygamber demiyor. adama anlatamıyorum, adaya dönmesi gerek. kabataş'ta bırakırsanız belediye bulur, direkt barınağa götürür. ölüm kampları orası, ölür orada. ada çocuğu bu, özgürlükten başka ne bilir bu çocuk?

baktım ki, oralı değil. o halde kendi ellerimle kabataş'ta ben teslim etsem kınalıada'ya gidecek ilk vapura? buyrun tabii dedi. 

kadıköy'e yaklaşırken bizim kız heyecanlandı. tamam geldim sizle, ama artık evime dönsem minvalinde kıpır kıpır. yok tatlış, burası senin değil, bizim eve gider. ama merak etme, sen de evin yolunu bulacaksın diye seviyorum bolca. anlamıyor, çocuk işte. 

neyse, kabataş'ta indik. vapuru bulduk. bu görevli de aynen kaptan gibi kayıtsız. ben çalışıyorum burada, köpek gözetemem diyor. ben kaptana bir sorsak diye debelenirken yer amiri geldi. nerede bunun ağızlığı diye sormaz mı! ne ağızlığı yahu, sokak köpeği bu! vapura kaçak binmiş bir sokak köpeği. ama görevli sanki ben gezintiye çıkarmışım gibi benden hesap soruyor. 
fatih dürttü, boşver, bunlara dert anlatamazsın diye. 
biz götürsek olur mu dedim. buyrun dedi gemi personeli. biz de elimizi hızlı tutup, yer amirinin daha fazla arıza çıkarmasına izin vermeden hemen orada hazır bekleyen vapura geçtik. 

bizimki yine kadıköy'e varınca hareketlendi, ödül mamaları ve belki de benim haytaların heyecan yapmayıp yol boyunca fosur fosur uyuması, benim de onu bolca sevmem sayesinde, ama galiba en çok da, sakin bir köpek oluşundan, yolculuğu sorunsuzca atlattık. 

kınalıada'ya geldiğimizde bunun sevincini görmeliydiniz. hopluyor zıplıyor, ama bir yandan da bizim de peşinden gelmemizi bekliyor. 
panço bey de orada, anımsıyor bizi, kuyruk sallayarak geliyor yanımıza. 
neyse ki burada fazla beklememize gerek yok. onbeş dakika sonra dönüş vapuru kalkacak. 

bu sefer, hani şu hikayedeki maymun gibi, akıllandım. iskele görevlisine haber veriyorum, aman şu kıza dikkat edin de binmesin tekrar vapura. onun sayesinde adadan çok, vapurda vakit geçirdik, bir tur daha atmayalım diyorum. 
görevli tamam diyor, ama adam sadece turnikelerin geçiş noktasını gözetliyor. bizim akıllı bıdık iskele çıkış kapısının altından sürünerek hemen buluyor bizi iskelede. 
haydaaa. 
çocuk git! 
hemen önüme yatıyor, bin türlü cilve. 
tatlışım alamam seni. iki köpeğe zor bakıyorum, üçleyemem, ne olur gelme! 
yok, geleceğim diyor. 
sonunda yüreğim cız ederek, yerden taş alırmış da atarmış gibi yapıyorum. taş yemeye alışkın her sokak köpeciği gibi o da siniyor ve ilk fırsatta kaçıyor. 
özür dilerim tatlım, kalbini kırdım. ama ne yapayım?

vapur kalkana kadar kaçtığı yöne bakıyorum, bir yerden peydah olacak endişesiyle. 
gelmiyor. hayali taşım kalbini gerçekten kırmış anlaşılan. güvenilmez bu insanoğlu'na demiştir belki de. köpeklerin aklından ne geçer?!

vapur hareket ediyor. derin bir oh çekiyorum, ama bir yandan da cız ediyor yüreğim. kış gelecek elbette, o da sıcak bir yuva bulma derdinde sadece. inşallah bulursun diyorum içimden. gittikçe uzaklaşan adanın ışıkları parıldıyor karşımda. 

oturuyoruz bir yere. 
ah be çocuk, yaşattığın tüm zorluklara rağmen, ne güzel doğum günü hediyesi oldun! 

not: kadıköy'de inmek varken, üşenmeden benimle tüm bu yolculuğu yapan can dost fatih'e buradan kocaman bir teşekkür. 

10 Temmuz 2015 Cuma

modern köle ticareti

ne zamandır aklımda bu mevzu, yazmak istiyorum, elim bir türlü değmiyor. 
okuyucum bilir, mastır tezimi şiddet üzerine yaptığımdan beri, ara ara bu mevzuları deşer dururum bloğumda. 
gel de irdeleme: ister istemez şahit olduğum şiddet olaylarına daha farklı yaklaşır, şiddetin türlü derecelerini toplumsal yaşantı içerisinde gözlemler oldum, nasıl yazmayayım? 
biliyorsunuz şu klişe zinciri: baba anneye şiddet uygular, anne çocuğuna, çocuk ise ya kardeşine, ya da mevcutsa evdeki köpüşe, kediciğe, dört bacaklı, kanatlı uçan koşan diğer canlara, yani "hayvanlara" uygular. 
neticede canlıların her katmanında vuku buluyor bu trajik mefhum. güçlünün zayıfı ezebildiği her katmanda var olmaya da devam edecektir. güçlü ezebildiği sürece, ve ezilen karşı koymadığı sürece zayıfı ezecektir.

bazen ise zincirin birkaç halkası birden atlanır, yalnız yaşayan biri evine aldığı cana işkence uygular. alt kat komşumun köpek, kedi alıp onlara hayatı dar etmesi gibi. (ah bu ayrı bir yazı konusu olurdu, ama adamı, annesini intihara sürüklediğinden beri (bknz anne şiddeti ya da .... adlı yazıma) değil o adamı detaylı bir şekilde yazmak, aşağıda var olduğunu bile düşünmek istemiyorum. 
geçen gün babasının girişimi ile başarılı bir şekilde kedi kurtardım bunun elinden. yedi sekiz aydır kim bilir ne eziyet görüyordu o güzel sarman kız bunun evinde. 
az evvel belirttim ya, bu herif artık pek yazmak istemeyeceğim türden bir yazı konusu, şu veteriner gibi (sahi o konuda çok sevgili bir öğrencimden geri dönüş oldu, sanırım davanın sonucunu yazmayı ihmal etmişim. yüreğim el verirse yazarım bir ara, ama kısaca belirteyim, hakaret davasından beraat ettim. elbette.) 

hah, evet, şiddeti inceleyince, hele ki bu işin kaynağının neye dayandığını kapsamlı bir şekilde felsefi alt yapısını irdeleyen bir ismi anmadan geçemeyeceğim. geçememek mi? yerli yersiz, derslerde bile (öğrencilerimin şaşkın ve uyku mahmuru bakışları eşliğinde) severim hegel'in köle efendi diyalektiği'nden dem vurmayı.  

tamam dem vuruyorum bu kadar da, nedir hegel'in gözünde efendiyle kölenin alıp veremediği, ya da aslında "kölelik nasıl oluşmuştur" çok değerli felsefi alt yapısına. 

kardeş, niye ezebilen bu kadar ezmek istiyor diğerini, sadece gücü olduğu için mi? hegel amca kojeve'in aktarımıyla şunu der 
"[...] insanın gerçekten ve tam anlamıyla "insan" olabilmesi için, demek ki kendi hakkında benimsediği fikri, kendinden başkalarına benimsetmesi gerekir; başkaları tarafından (en ideal durumda herkes tarafından) bilinip-tanınmasını sağlaması gerekir." (bkn. alexandre kojeve - hegel felsefesine giriş S.83)
eh buyrun işte, kişi kendi hakkında edindiği gerçekliğin başkasına da kabul ettirmek ister. ee bu da kendiliğinden olamayacağına göre, yani karşısındaki kişinin de insan olacağı gerçeğinden yola çıkarsak, bu kişi de aynen hasmı gibi davranacaktır diye ileri sürüyor hegel.  
"[...] bundan ötürü de, "ilk" insanoluşturucu eylem, zorunlu olarak bir mücadele şeklinde ortaya çıkar; yani bu insan olduklarını iddia eden iki varlık arasındaki ölümüne mücadeledir; [...]"

tabii hegel, hasmını öldürenleri hangi kefeye koyar, bu hususta bir bilgi yok, yukarıda bahsettiğim kitapta buna dair bir bilgiye rastlamadım. zira hegel'e göre karşısındaki kişiyi ortadan kaldıran, yani  "mücadele eden insanın hiçbir işine yaramaz" hasmını ortadan kaldırmak, ona göre biri diğerini "'diyalektik' olarak yok etmesi gerekir. yani hasmına hayatı ve bilinci bırakması, ama onun sadece özerkliğini tahrip etmesi gerekir.  onu kendisine karşıt ve karşı eylemde bulunan olması bakımından ortadan kaldırması gerekir. başka bir deyişle, onu köleleştirmesi (kullaştırması) gerekir." 

hadi buyrun işte, geldik bir anda köleliğe. ama anladık mı niye eziyormuş? 
niye olacak ayol, karşı taraf beni, benim kendimi gördüğüm gibi görmesini istiyorum da ondan. hani karşı taraf ayna olacak, ama çift taraflı değil, sadece ve sadece beni yansıtacak.  ben onu görmeyeceğim bir nevi. 
aaa susuyorum, galiba hegel daha net anlatmıştı, ben karıştırdım ortalığı.  

bunu genişletip savaşlara kadar vardırabiliriz mevzuyu, ama benim bu yazıya başlama ereğim o değil:
başlıkta dediğim gibi, modern köle ticaretini irdelemek, dürtmek ve bu sayede kitlesel bazda sayısı çok yüksek(!) olan mevcut okuyucumu dürtmek. 
ama moderne geçmeden evvel, kölelik anlam itibariyle nasıl bir şey ona bakalım. alman wikipedi'ye göre, "köleler başka ülkelerden, kendi etniklerinden ve ailelerinden koparılmak suretiyle kendilerine tamamen yabancı etnik, dilsel ve sosyal çevrelere yerleştirilmektedirler.  hak sahibi olmanın dışında durmakta, mallaştırılmakta, dolayısıyla insan olmaktan çıkarılmaktadırlar ve istenildiği gibi alınıp satılabilen metalara dönüştürülmektedirler. o halde bir insanın köleleştirilmesi fiziksel ve kurumsal şiddeti de beraberinde getirmektedir." (çeviri bana ait olduğundan devrik ve kötü cümleler için özür dileyeceğimi sanıyorsan, yanılıyorsun sevgili okuyucum. git kendin daha iyisini yap ve gözüme sok yorum bölümünde ltf, hıh) 

döndük dolaştık şiddete geldik yine. (ah be insanoğlu, birbirinin gözünü, kulağını, pestilini çıkarmasan olmuyor değil mi!?) 
ama bu kısır döngünün ya da yılanın kuyruğunu ısırmasına izin vermeden, kısaca köle ticareti kısmına bir parmak daha basmak isterim: eskiden en yoğun köle ticareti insan üzerinden yürümekteydi. kaldı kı, fark ettiyseniz, köle kavramı açıklanırken insan üzerinden yol alınmaktadır.  
oysa ki, daha yeni, yeni zelanda gibi dünya literatüründe daha demokratik, ekonomik açıdan kalbur üstü sayılabileçek bir ülkede hayvanlar meta olmaktan çıkarıldı ve yaşayan, duygusal varlıklar olarak kabul edildiler yasa karşısında. hak sahibi olmaları için sanırım insanoğlu'nun daha epey, yüzlerce fırın ekmek yemesi gerekir gibi duruyor, hele ki hayvan hakları evrensel bildirgesini bile imzalamamış bir türkiye için sanırım iki bin yıl gibi bir süre verebiliriz.  
aslında o bildirgeye baktığımızda hayvanların "saygı" gösterilemesi gereken birer köle oldukları gerçeğini  şıp diye ayırt ediyorsun. 
türkçe Vikipedi'de bulduğum bildirgeyi aynen kopyalıyorum buraya:

1. Bütün hayvanlar yaşam önünde eşit doğarlar ve aynı var olma hakkına sahiptirler.

2. Bütün hayvanlar saygı görme hakkına sahiptir. Bu hakkı çiğneyerek onları sömüremez. Bilgilerini hayvanların hizmetine sunmakla görevlidir. Bütün hayvanların insanca gözetilme, bakılma, ve korunma hakları vardır.

3. Hiçbir hayvana kötü davranılamaz, acımasız ve zalimce eylem yapılamaz. Bir hayvanın öldürülmesi zorunlu olursa, bu bir anda, acı çektirmeden ve korkutmadan yapılmalıdır.

4. Yabani türden olan bütün hayvanlar, kendi özel doğal çevrelerinde karada, havada ve suda yaşama ve üretme hakkına sahiptir. Eğitim amaçlı olsa bile özgürlükten yoksun kılmanın her çeşidi bu hakka aykırıdır.

5. Geleneksel olarak insanların çevresinde yaşayan bir türden olan bütün hayvanlar uyumlu bir biçimde türüne özgü yaşam koşulları ve özgürlük içinde yaşama ve üreme hakkına sahiptir.

6. İnsanların yanlarına aldıkları bütün hayvanlar doğal ömür uzunluklarına uygun sürece yaşama hakkına sahiptir. Bir hayvanı terk etmek acımasız bir davranıştır.

7. Bütün çalışan hayvanlar iş süresi ve yoğunluğunun sınırlandırılması ve güçlerini artırıcı bir beslenme ve dinlenme hakkına sahiptir.

8. Hayvanlara fiziki ya da psikolojik bir acı çektiren deneyler yapmak hayvan haklarına aykırıdır. Tıbbi, bilimsel, ticari ve başkaca biçimlerdeki her türlü deneyler için de durum böyledir.

9. Hayvan beslenmek için yetiştirilmişse de bakılmalı, barındırılmalı, taşınmalı, ölümü de acı çektirmeden ve korkutmadan olmalıdır.

10. Hayvanlardan insanların eğlencesi olsun diye yararlanılamaz, hayvanların seyrettirilmesi ve hayvanlardan yararlanılan gösteriler hayvan onuruna aykırıdır.

11. Zorunluluk olmaksızın bir hayvanın öldürülmesi yaşama karşı suçtur.

12. Çok sayıda yabani hayvanın öldürülmesi demek olan her davranış bir soykırım, yani bir suçtur.

13. Hayvan ölümüne de saygı göstermek gerekir. Hayvanın öldürüldüğü şiddet sahneleri sinema ve televizyonda yasaklanmalıdır.

14. Hayvanları koruma ve savunma kuralları, hükümet düzeyinde temsil olunmalıdır. Hayvan hakları da insan hakları gibi yasayla korunmalıdır.

bana göre eksiklerle dolu bir hayvan hakları bildirgesi, her bir maddeyi tek tek ele alıp verip veriştiresim var, ama konudan fena feci halde sapacağım korkarım. 
hayvanlar dünyanın pek çok yerinde mal olarak görülmekte ve yukarıda da belirttiğim gibi yeni zelanda dışında insanlara eş değer duygusal varlıklar, hem de yasalar karşısında eşit olarak kabul eden başka bir ülke yok. ben bulamadım, bilen bir okuyucum olursa da bir zahmet bildirsin. bu bilginin ışığnda olumlu bakmak gerekiyor bu bildirgeye galiba. bir sürü dini ritüel uğruna binlerce canlının katledildiği, hele ki et ürünleri, süt ve süt ürünleri uğruna bir günde katledilen can sayısını düşününce, bu bildirge bir iyileştirme olarak görülmeli muhakkak. 

diğer yandan, elbette ki insanı merkeze koymuş bir bildirge bu. başka nasıl olmasını bekleyebilirsiniz ki? belki karşı çıkanlarınız olacak, biz insan bedeni ve zihni sınırlarından bakıyoruz, aksi mümkün mü diye. böyle düşünüldüğünde, nasıl mümkün olsun?! ego temel alındığında, sadece kendi dünyasının sınırlarından yaşama bakmaya alışmış, algısı kıt, gözlem yeteneğinden yoksun insan yavrusu, değil en az bir adet yabancı dile, kendi diline bile vakıf olamazken, nasıl başka suretteki canlıların dilini öğrensin!? nasıl kendini merkezin dışına itebilsin? empati diye bir mefhumu da duymamıştır şüphesiz. 
ah, bizimle aynı habitatı paylaşmaya çalışan canları birazcık gözlerimizi açıp izlesek, nasıl da kendini harikulade bir şekilde ifade ettiğini, bizimle nasıl da iletişime geçtiklerini göreceğiz. 

bu konuda sosyal medya üzerinde geçen sene çok güzel bir yazıya denk gelmiş, aylarca üzerine yazmak istemiş, hep de ertelemiş durmuştum. gel gör ki, dün saatlerce aramama rağmen bulamadım. 
yazı, yunusların kendi aralarındaki dili insanoğlunun yorumlamaktan ne kadar aciz olduğunu, bu dilin aslında olağanüstü gelişmişliğini anlayamadığımızı, kendi odağımızdan baktığımızda teknolojik gelişmeyi aletsel boyutta -hani şu uzay gemileri ile cirit atan, teknolojinin akıl almaz boyutlarında gezinerek dünyamıza ulaşan ve her ne hikmetse form olarak hep insanımsı olan canlılar olarak- algıladığımızı, halbuki yunusların kullandığı sonar iletişimin filmlerdeki bilim kurgu filmlerinde öne çıkarılan ultra gelişmiş holografik janjanlı sistemlere beş çeker olduğundan dem vuruyordu. 

aslında hayvanların ne kadar gelişmiş bir algıya sahip olduğunu kedi ve köpeklere bakarak dahi anlamak mümkün. en basitinden, ne kediler kendi aralarında miyavlıyormuş, ne de köpekler kendi aralarında havlama adetine sahipmiş. bunu o canlının sadece insanıyla iletişim kurabilmek için geliştirmiş olduğu ileri sürülüyor. hatta, bu sabah okuduğum bir makalede köpeklerin, sahiplerinin davranışını zaman içinde nasıl okumayı öğrendikleri belirtiliyordu. o kadar ki, köpek, sahibinin bakışını, yani göz koordinasyonunu bile izleyeçek düzeyde, onun neye odaklandığını anlayabilir hale gelmiş. 
en yakın akrabalarımız olan şempanze ve bonobolar bile insan davranışını bu kadar okumaya kabil değilmiş. hadi buyrun buradan! 
en komik yanı da, makalenin yazarı, bizim kurtları,dolayısıyla köpeklerideğil, onların bizi evcilleştirdiği yönünde düşünmesi. aç kurtların, insanoğluna yaklaştığını söylüyor, zira insan henüz kurtların nasıl bir yarar sağlayabileceği yönünde bir fikri yokmuş bu vuku bulurken, ne de olsa insanın kendisi iyi bir avcı o zamanlar, başka, ya da kendisine destek verecek bir avcıya neden ihtiyaç duysun?  
profesörün görüşüüne göre böylece kurt aç kaldığında çöp karıştırmak için insana yaklaşmıştır. 
bu ne zaman vuku bulmuştur, açıkçası hangi yüzyıldan bahsettiğin anlamadığım için, bu kısmı üzerinde durmayacağım, zaten beni konudan yeterince uzaklaştırdı (yazıyı merak edenler, alttaki nat geo linkini tıklasın!)
ama birbirimizin dilini anlamaya gelince, insanoğlu ciddi manada sınıfta kalıyor. başka cinslerden geçtim, kendi insan cinsini anlamaktan aciz ne yazık ki. daha doğumla başlıyor mevzu. anne bile bebeğinin dilini yeterince okuyamıyor, kendi dili etrafında yorumluyor yaptıklarını. ama sanırım burada annelik endişesi, duygusallık ön plana çıkıyor, ağlayan bebeğe meme verilir, geri hakkında çok kafa yorulmaz. böylece onu anlamak yerine, bebeğe en kısa sürede kendi dilini dayatıyor. bu belki de bir nevi kaspar hauser sendromu olarak görülebilir. aslında ingeborg bachmann'ın "otuz yaş" adlı öyküsüne gönderme yapmak belki doğru olacak. çocuklara dilimizi öğrettiğimiz anda onların kirlenmesine de neden oluyoruz. ama bu başka bir yazının konusu olacak kadar geniş kapsamlı ele alınması lazım. bilemiyorum benjamin button filmini bile çocukların bilge doğdukları, ama cahil öldüklerine dair bir analoji olarak algılayan bendeniz, en iyisi mi konuyu çok da dağıtmadan, daldan dala budaklanmadan, dört bacaklı dostlarımıza geri döneyim. 
dost demek de ayrı bir komiklik, ben dostlarımla ancak gönül sohbetinde görüşürüm, bu dört bacaklı veletler ise birlikte yaşadığım ailem düpedüz. insan cinsini en tepe noktada Görenler buna elbette karşı çıkacaktır, kendi dertleri, hiç de umurunda değil, ama bütün canları eşit gören biri olarak ailemin üyeleri gerekirse kanatlı olur, gerekirse yüzgeçli, soğuk kanlı ya da işte pıtı pıtı kuyruk sallayan cinsinden.  
belki de tam da bu yüzden köpek davranışı üzerine akademik düzeyde okuduğum makaleleri, evimdeki çocuklarımın yaptıklarıyla bağdaştırmayı, dolayısıyla çocuklarımın dilini okumayı öğreniyorum. öğrendim diyemem henüz, daha çooook yolun başındayız, ama sevgiyle herşey öğrenilir. yol aldığımızı görüyorum, ufak ufak. 
mesela benno'nun görsel algısının benimki kadar neredeyse gelişmiş olduğunu gözlemliyorum; yeni her şeye karşı olağanüstü bir merakı var, televizyon izliyor zaman zaman, ya da mağazalara girmeye bayılıyor. ya da tad alma duyusu! yeni herşeyi denemeye hazır, sevmiyorsa tükürüyor zaten.
 
en üzücüsü de tasmalarından ne kadar az hoşlandıklarını fark ediyorum. sabaha karşı sadece, insanların ve arabaların az olduğu saatlerde tasmasız çıktığımız saatler onlar için olağanüstü eğlence zamanları oluyor. hopidi hopidi sokaklarda koşuşturmalarını görmek mutluluktan başka bir şey veremez gerçek bir cansevere! 
ama boyunlarından o kayışı geçirdiğim anda, özellikle yaşça büyük olanında ciddi bir mutsuzluk gözlemliyorum. ah diyorum o zaman, keşke doğa içinde, şehirden uzak bir yaşantımız olsa, çocuklarım  özgürce benimle her yere gelebilse...

ama çocuğunu bile kendi şureti, yani kendi kanından olduğu için seven, dolayısıyla aslında kendisinden başka canı sevmekten aciz insanlarla dolu bu şehirde gel de anlat, bu canların da en az onlar kadar özgürlük hakkı olduğunu. anlatmaya bile başlamadan boğazına sarılıyorlar, başka olanı öldürmeye meyilli olduğunu gösteriyor hatta.  evet ya hegelciğim, bu kısmı eksik bırakmışsın işte, köleleştirmekten dahi aciz bu insanlar neyin nesidir? şimdi bazı insanseverleri duyar gibiyim, ohooooo hayvanlara gelene kadar, şu an ülkemizin içinde bulunduğu kaosu düşün, önce insanı kurtaralım! hayır efendim, sizi gidi insanseverler sizi! kulaklarınızı açın da iyi dinleyin: faşizm sadece etnik köken, dil, cilt rengi vb ayrımlarda vuku bulmaz, benden başkasına tahammülüm yok dediğiniz anda mevcuttur zaten. 

zaten ben canseverlere sesleniyorum, insan- ya da hayvanseverlere değil! hepsini eşit sevmeyi başarmış, her türlü canın yanında olmayı beceren o canverserler! ama o kadar azsınız ki... belki çok olsanız iyilik dengeyi bozacak yine. gece ve gündüz, yin ve yang...

ve evet siz benseverler! nasıl anlayış gösterebilirsiniz ki? sizler için diğer tüm canlar meta, birer tüketim nesnesi. istenildiğinde alınır, sıkılınca da benden sonra tufan rahatlığıyla ormanda terk edilir. ama buna şükür mü demeli! bazılarınız bilim adına kafalarına delikler açar, hatta keser, ya da en başta dediğim gibi et ve süt endüstrisi adına daha doğmadan öldürürler. 

ne diyeyim, iyi ki siz de varsınız, yoksa bu yazımı hiç kaleme almaz, mutlu mesut yaşar giderdim. 


kaynaklar

2 Temmuz 2015 Perşembe

nazlı

nazlı'yı ilk gördüğümde daha bıdıcık bir şeydi, kadıköy'deki beşiktaş iskelesi çıkışında minik karton kutusunu önüne koyar, oyuncak sazını çalmaya çalışırdı. kıvırcık saçları, masum bakışı ve romanlara hiç de özgü olmayan müzik kulağından yoksunluğu ile yanlış notalara basa basa nedense çok sempatik gelirdi. yine de yeteneksizlğine destek olmak istemediğimden alttaki fotoğrafı çektiğim an dışında, hiç para vermedim ona. 
uzun süre ortalıkta yoktu nazlı, ya da belki hep iskele çıkışlarında para dilenmeye devam ediyordu da çoğu standart büyükşehir insanı gibi ben görmüyordum onu. 
son bir kaç haftadır yeniden dikkatimi çeker olmuştu, bu sefer karaköy, eminönü iskelesi çıkışında oyuncak bir armonika çalmaya gayret ediyordu. aslında bir gayret de yoktu, rastgele tuşlarına basıyor gibiydi.

dün yine denk gelince, herzamanki gibi yanından geçip gitmedim, durdum izledim. son yolcular geçene kadar kenara iliştim. büyümüştü nazlı, ama hala müzik yeteneğinin olmadığını kantılarcasına canını çıkartıyordu oyuncak müzik aletinin. yanında bir de minik bir kız vardı, belli ki kardeşi. 
dayanamadım, yanına gittim. 
- adın ne senin?
- cağcan
- canan mı?
- caaaağğğğcannnnn
- ???
ben anlamadıkça o tekrar etti durdu. 
ben de ismini anlamaktan vazgeçtim, elindeki müzik aletine işaret ettim. 
- bunun adı ne?
ben de ne komiğim ha, kendi adını telaffuz edemeyen çocuk, sanki kalkıp müzik aletinin adını bülbül gibi şakayacak. 
o benden daha zeki çıktı, konuyu değiştirdi. 
- sana bir şey diyeceğim. 
sokularak sormasından belli, bir şeyler isteyecek. 
- söyle bakalım. 
- bana epmep alşana. 
iskelede ekmeği nereden bulacağımı düşünerek soruyorum, 
- simit mi alayım?
- hayıy, epmep!!
- ekmeği nereden alacağım? burada ekmek olmaz ki, büfeden döner mi istiyorsun?
o ısrarcı, ekmek diye diretiyor,
- maytetten
hemen ardından da ekliyor, 
- bi de peyniy
ohooo, hemen işi büyütmeye başladı bizimki. markete gidip alışveriş yapacağız beli ki. 
bu sefer konuyu ben değiştiriyorum. 
- senin annen baban nerede bakayım?
markete gideceğiz heyecanıyla hemen beni anneye götürüyor. anne yan gelmiş haldun taner sahnesinin arkasında bir arkadaşıyla oturuyor. yanlarında da bir anketör, beli ki bedava bir ürün kapma derdinde. nazlı topladığı bozuklukları, ki bir de dolar gözüme çarpıyor içinde, annesine veriyor.  
kendimi tutamıyorum, en sakin sesimle, mümkün olduğunca sakin soruyorum:
- niye çalıştırıyorsun bu çocuğu? 
- ben çalıştırmıyorum ki, kendi istiyor. 
- nasıl kendi istiyor yahu? sen niye çalışmıyorsun da buncağız çalışıyor? ayıp değil mi bu yaptığın?
annesine fırsat vermeden nazlı giriyor araya, 
- hadi maytette tidelim. 
bir anda yumuşuyorum. 
- adı ne bu kızın? daha adını bile söyleyemiyor, sen işe koşuyorsun!
anne de nasıl rahat, sırıtıp duruyor. ya bir şeyler almış olmalı, ne desem, alınmıyor, ya da kızına olan zaafımı algıladı, ne koparsa kârdır diye bakıyor. 
o zaman adının nazlı olduğunu öğreniyorum bizim ufaklığın. 
daha altı buçuk yaşında. 
- okula gidiyor mu nazlı?
çoktan anketörle fingirdeşmesine geri dönmüş kadın. duymuyor beni. 
belli ki annesiyle konuşmanın manası yok. olan bana olacak. dünya düzenini ben mi değiştireceğim?
tam tersine, müdahale etmemeyi öğrenmeye çalışıyorum. benim için zor bir aşama. hay hay demeyi öğrenmek. acıya da sevince kendini kaptırmamak. yüreğim taş kesmeli. 

nazlı yine asılıyor elime, 
- hadi peyniy tal. 
beklenti dolu gözlere bakıyorum. anne baba tarafından dilenciliğe çoktan alıştırılmış bu minik kıza. sıfır müzik yeteneği ile bu abuk subuk oyuncak müzik enstrümanlarını çalmaya zorlatılan çocuğa bakıyorum. 
nasıl taş kessin yüreğim? 
- hadi gidelim. 
az önce kendisine seslendiğimizi duymayan anne nedense hemen duyuyor kızına ne dediğimi. 
- erzak paketi al
diye sesleniyor ardımızdan. orta parmağımı kaldırıp bilumum işaretler yapasım geliyor. 

biliyorum, bu minik kızın dilenciliğini teşvik ettiğimi düşünecek sevgili okuyucum. buyur, dilediğince kız bana. 
nazlı'nın gözlerindeki o masumiyete teslim olduğum o saniye ile, markete yol aldığımız onlarca dakika bunu düşündüm durdum, kendimle hesaplaştım. senin kızman bana vız gelir, ben o yolda cehennemden geçtim. 

ve sanki nazlı da bunu hissetmiş gibi, bana boyna sorular soruyor, resmen aklımı çeliyor. niye kırmızı ışıkta durduk, niye sırt çantam olduğunu, nerede oturduğumu, ve şu an anımsayamadığım, minik bir zihnin açlığıyla sorulan sorular. 
yalnız bir yerde sağlam tökezliyorum. ailemi soruyor. annemle babamın olmadığını ağzımdan kaçırıyorum. ama ölümü, altı buçuk yaşındaki bir çocuğa, hele ki yaşam biçimleri ve bu tür kavramları nasıl aktıradıklarını bilmediğim bir roman çocuğuna nasıl anlatırım diye kalakalıyorum. yalan da söylemek istemiyorum. "annemle babam çok yaşlandı, başka bir yere gittiler, artık geri gelemiyorlar." 
neyse ki tam o anda markete varıyoruz da, o da "niye?" sorularına devam edmiyor. 

market ise kendi içinde tam tekmil bir tiyatro oyunu gibi oluyor.  
başıma gelecekleri, nazlı'nın istediği gıda ürünün epmepden peyniye terfi edişinden az çok tahmin edebiliyordum aslında.  
önce beni doğruca zeytin peynir reyonuna sürüklüyor. bunu al, şunu al, al da al! bir kaç çeşit kahvaltılık aldırmadan yakamı bırakmıyor da. 
her "hayır, aldık işte, bu yeter!" dediğimde,
- anlamıyorsun! diyerek o minik ellerini havaya kaldırışı var ki, sırf bunun için bile tüm marketi alaşım var. 
ama ah be nazlı'cığım, ne mirasyedi bir teyze var karşında, ne de hayatı boyunca paraya tamah etmiş bir aç gözlü, dolayısıyla aç kalmadan, açık kalmadan orta halli (galiba hayatı boyunca tek ereği zengin olmak olan ve tüm insanlığın da sadece bunun peşinde koştuğunu sanan parapestlerin  "looser" diye tabir edeceği) bir kişiyim, sana bütün o istediklerini nasıl alayım?
ama gel de bunu nazlı'ya anlat şimdi. 

kasa kuyruğunda gözü şekerlemelere ilişiyor. uzun uzun bakıyor. eline alıyor, yerine bırakıyor. bu sefer dilenmiyor bunlar için. içim daha bir acıyor. 
"hangisini istiyorsan al" cümlemi bitirmeden, sadece çocuklara özgü olan o hışımla bir torba kapıyor. eviriyor, çeviriyor, inceliyor. sanki evine mobilya alacak.  sonra onu bırakıp, diğer renkli poşeti alıyor.
- hah karar verdin mi artık?
evet dercesine başını sallıyor. 
ilk defa nedenini tam adlandıramadığım bir ışık görüyorum gözlerinde. sevinç mi, doygunluk, bilemiyorum. 
içim acıyor nedense. şekerlemenin öbür renkllisine uzanıyorum. onu da atıyoruz sepete. 
- bu da kardeşinin. 
- tamam 
- söz ama vereceksin ona. 
başını sallıyor evet manasında. 
sanki deminki talepkar çocuk gitmiş, minik utangaç, tatlı bir çocuk gelmiş yerine. ya da anne-baba tarafından öğrenmeye zorlanmış rolünden sıyrıldığı, ailenin geçimini küçük omuzlarında hissetmek zorunda kalmadığı, yani çocuk olabildiği kısacık bir an yaşıyoruz birlikte. 

mütevazi torbamızı dolduruyoruz kasada. 
tam çıkacağız, barbi dergileri ilişiyor gözü. ama bu sefer utangaç değil, o talepkar tavrı ile istiyor. 
fiyatlarına bakınca şapkam uçuyor. bu ne yahu? yarım kilo peynire denk geliyor! keşke peyniri bir kilo alsaydık diye hesaplıyorum kafamdan. 
elime almışken bırakıyorum. 
- olmaz. 
yeniden gözlerini kocaman açarak "anlamıyorsun!" demesini bekliyorum. demiyor. içim cız ediyor. 
belki başka zaman hediye olarak geçerken bir barbi bebek mi versem diye geçiriyorum aklımdan...

marketten çıktığımızda, nazlı'yı daha evvel fotoğrafladığım aklıma geliyor, bir pozunu daha çekeyim diyorum. önce kaçıyor, yüzünü çeviriyor. o daha önce hiç çekinmeden objektifime tatlı gülücük veren kız, nasıl böyle utangaç olmuş diyorum, ama öğretilmiş bir kötülük sezinliyorum bı kendini sakınışta. belki abartmış olacağım, ama hani yüzünü kapatan suçlu havası var. 
ah be yavrum, bu küçücük yaşta hangi suçun yükü bu?
- bak geri götürmem seni! diye tehdit edince ancak bu pozu veriyor kaçmadan. 
şimdi keşke çekmeseydim diyorum. tehdit duymaya alışmış belli ki. bir tehdit eksik kalaydı. 
ama şu tatlı yüzüne bakınca gülümsüyorum.  kolunu atmış başının üzerine, saçını çekiştiriyor. 

ışıklara kadar birlikte gidiyoruz, karşıya geçiriyorum onu. uzaktan onu doğuran kadını görüyorum. içimden sövüp sayıyorum kadına. ah be nazlıcık, o tertemiz yüreğin olmasa...
torbasını veriyorum eline. 
bizim bıdık ardına bakmadan koşa koşa gidiyor. 




30 Haziran 2015 Salı

dünya sarılma günü, ya da çığlık çığlığa kaçtığım an

dün sabah otobüs durağına giderken, adamın biri yolu kapamışçasına dikilmiş, geçecek yer yok. ben de gayet doğal, geçebilir miyim diye sordum. sormamla, adamın kollarını iki yana açıp bana sarılmaya çalışması bir oldu. 
panikle adamı ittirdim geri, sendeledi,ama hiç istifini bozmadı. ben o hışımla, "ne yapıyorsun be!" diye bağırdım. aklımdan da yüzlerce düşünce aynı anda geçiyor; bugün dünya sarılma günü de, ben mi atladım, bu bir kamera şakası mı (kamera var mı diye de sağı solu çek etme), adamla eskiden kanka idik de ben mi amnezi geçirdim (öyleyse, feci ayıp ettim) minvalinde aynı anda nasıl peydah olduğunu bilemediğim daha bir sürü ihtimal geçiyor aklımdan. 

çevreden yardım istercesine bakınıyorum, millet seyirci kalmayı tercih ediyor her zamanki gibi. 
"kafa güzel galiba" diye çemkirip kendi durağıma geçiyorum. bu gayet güleç, sanki sarılmaya çalışması en doğal şeymiş gibi kendi durağında kalıyor, banka oturuyor. 
otobüs gelene kadar düşünüp duruyorum, adamın sarılmaya çalısması taciz gibi değildi, gerçekten de içten bir sarılma gibiydi. çaktırmadan giyimine bakıyorum, düzgün gibi, hani sokakta yatıp kalkan, kafası zom bir abi de değil. takmış kulaklıklarını, kim bilir nasıl bir müzik dinliyor, "bütün dünya buna inansa, insanlar el ele tutuşsa" minvalinde sözleri olan bir şey olsa gerek ki, abimiz uçmuş. 

durakta benle duran ve belli ki olaya sadece seyirci kalan bir hanım ablamız, "manyak bu galiba." diyor. kafa sallıyorum, nedense manyak yakıştırmasını birden ağır buluyorum, "manyaklığını bilemem, ama bir şey aldığı kesin, normal değil bu." diyorum. sanki uyuşturucu müptelası olma ihtimali manyaklıktan daha hafif bir durum! 

ama dikkat ediyorum, başka gelene geçene sarılma denemesi yok, ya da sarılıyor da, millet sesini mi çıkarmıyor, nedir. 

bizimkinin otobüsü neyse ki geliyor biraz sonra, bu da önümden geçerken sırıtarak el sallıyor, başımı çeviriyorum diğer yana. 
şehir insanı işte, paranoyaklık mı benimkisi de ne? belki gerçekten masumaneydi?

aman yok, ister iyi niyetli olsun, ister başka niyetlerle, tanımadığım adamlar da bir zahmet sarılmasın!

not: olayın vukuu bulduğu an kendimi gerçekten de bu yavru köpecik gibi çaresiz hissettim. hani tiny toons çizgi filmlerinde deli gibi sarılan elmyra adındaki küçük kızın sarılmalarına maruz kalan hayvancıklar gibiydim. 
not 2: bu sabah aynı duraktan geçerken, benim elmyra yine gelmiş mi diye tırsarak bakındım. sarılma travması geçirtti adam bana durduk yerde! ama bu şapsal hallerime de gülmüyor değilim, nasıl travma ise bu...

28 Haziran 2015 Pazar

hayvan severlik, ya da sevmezlik

son zamanlarda iki olay peşpeşe yaşandı medyaya yansıyan, biri tüfekle bekçi köpeğini katleden adam, diğeri de karakollarında diğer polislerin beslediği köpeği, bir komiser yardımcısının silahını "denemek" amacıyla vurması. 

hayvan sevmeyen birileri hep vardı, sayıları artmış değil. sadece sosyal medya tarafından daha çok duyulur oldu. sanırım eskiye oranla değişen ana etmen bu, duyulur olması. 
beni şaşırtan ya da daha doğru kavramla üzen, toplumsal patolojinin boyutları değil, çünkü gücü yetene  dişini geçirmeye çalışmıştır hep, bu bilinen bir gerçek. beni asıl üzen, üniversitemizin forumunda son bir kaç gündür süregiden tartışma. 

devamlı okuyucularım fark etmiştir, bir üniversitede okutman olarak çalışıyorum. hem de türkiye'nin sayılı üniversitelerin biri bu. 
tartışma konusuna gelince, bir kaç gün evvel bir öğretim üyesi bir köpek tarafından ısırılmış, veryansın etti forumda. saldırgan olan bu köpekler kampüsten uzaklaştırılması gerekir, barınaklara gönderilmesi en uygunuymuş vs. birden döküldü bir sürü öğretim üyesi, meğer ne kadar çok hayvan sevmeyen, ya da güya seven, ama yaşadığı alanı başka canlılarla paylaşmak istemeyenler varmış. 
zaten nedense insanoğlu sadece etnik köken, cinsiyet ayrımları değil, en çok tür olarak kendisini diğer tüm canlılardan daha eşit saymıştır. 
çok merak ediyorum, acaba kampüsümüzdeki homofobik duvar yazılarına tepki gösteren hocalarla aynı  hocalar mı bunlar, söz konusu hayvanlar olunca tam da bu kınadıkları tutum içine girdiklerini fark etmeyenler. 

iki köpeğin annesi olarak biliyorum: hiç bir köpek durduk yerde saldırmaz! önce haber verir, ama maalesef biz insanlar salt kendi iletişim değerlerimiz üzerinden baktığımız için dünyaya, sevmeye çalıştığımız köpeğin neden birden bire elimizi kapmaya çalıştığını anlamayız, halbuki o köpecik bir çok işaret vermiştir kendi dilinde, dokunma bana, rahat bırak beni demiştir. 
ve hiç bir köpek, alfa olmadığı sürece (ve alfa köpekler -şimdi anlatması uzun süreceğinden es geçtiğim sebeplerden ötürü- kendi habitatlarında sanıldığının aksine az mevcut olur) bölge korumasına girmez, sadece kendini korumaya çalışır. bunun için de saldırıya maruz kalanın bir şey yapmış olması gerekir. ille de fiziksel bir hareket içermesi gerekmez bunun, korku ve öfke ikisi de aynı adrenalin hormonunu salgılar, ve maalesef köpekler bunu ayırt edemez, olası bir tehlike olarak gördüğü için de havlayabilir. ondan sonrasında bildiğimiz senaryo gelişebilir. 
köpek davranışı üzerine bir konferans vermek niyetinde değilim, isteyen bunları İnternetteki bir sürü kaynaktan okuyabilir.  

moda gibi görece nezih bir semtte yaşayan biriyim ve semtimizdeki sokak hayvanları için çalışmalar yaptığımızdan saldırgan köpekler için mahalli çözüm bulunmadığında barınağın bir çözüm olmadığını, hatta üçüncü dördüncü barınak "hapsinden" sonra uyutulduklarını biliyorum o ölüm kamplarında. 

muhtemel ki bunu detaylı anlatmışımdır, benim iki köpeğim de birileri tarafından istenmemiş, tüketim nesnesi gibi de atılmış. biri sokaktan, diğeri barınaktan gelmedir. 
barınaktan gelen bir buçuk sene oldu ailemize dahil olalı, ama barınağın bıraktığı travmaları daha beş altı aydır yüzeye taşımaya başladı. görseniz, nasıl sevgi dolu, nasıl munis ve itaatkar bir köpek, ama "durduk yerde" başka köpeklere ya da insanlara saldırabiliyor. yaşadığı travmaları bilmiyorum, evdeki paspastan panik derecesinde korkmasından, şiddet görmüş olduğunu anlıyorum, sevgiyle çözmeye çalışıyorum, o kadar minik adımlarla ilerleme gösteriyor ki, bazen hiç iyileşmeyecek diye endişe ediyorum. ama en azından bir can eksik o cehennemden diye teselli ediyorum kendimi. 

ve yaşadığım semt moda, güya "nezih" ve güya hayvan sevgisinin görece yüksek olduğu bir semt. ama burada dahi, insanların hatta bazen bizzat hayvan sahiplerinin diğer hayvanlara ve bilhassa sokak hayvanlarına olan davranışlarını gördükçe bizim üniversite mensupları arasında hayvan sevmeyen kişilerin olduğunu görmek şaşırtmadı tabii, ama üzdü. 

biliyorum, sokakta yaşamaya çalışan o canlar çok şiddet görüyor, ve o travmaların neticesinde uyarı vermeden direkt kendini korumaya gidiyor, karşısındaki ona bir şey yapmamış da olsa. 

elbette bütün canlar eşit, ama hayvanlar, insanların aksine derdini anlatıp yardım isteyemediği için, onları bir parça daha çok korumak gerektiğine inanıyorum. 

bizim üniversiteyi hep hayvansever diye över dururdum, belki de o yüzden bu kadar üzüldüm. 
diğer yandan da son günlerde türkiye genelinde var olan bu tartışmanın okumuş tayfasına yansıması da böyle bir şey olsa gerek dedirtiyor. 
neymiş efendim, "biz de seviyoruz hayvanları ama..." bu "ama" ile devam eden cümlelerin hepsi önceki cümleyi değillemekten başka bir değere sahip değil. bunu tabii ki cümleyi kuran kişi de biliyor ve değilse de bunun kendisini kandırmaktan başka bir işe de yaramadığını da göremiyor demektir. 
hele ki, kampüslerimiz kedi köpekten arındırılsın, barınağa gönderilsin diyenler sadece yaşadığı alanı paylaşmaktan aciz olduklarını düşünüyorum. dünya sadece biz iki ayaklı üstün ırka kalsın, diğerlerinin kökünü kurutalım demekten ne farkı var bunun?
ve belli ki ayağını hiç basmamış barınağa ve böyle bir yerin ölüm kampından farksız olduğunu bilmiyor ve hiç duymamış hayvan severlerin feryatlarını. kedi ve köpekten tamamen arındırılmış "nezih ve medeni" bir kampüs istiyorlarmış, eee tabii ne de olsa medeniyet ötekileştirmeden, ve öteki olanı kovmak ya da yok etmekten geçiyor! nasıl faşizan bir tavırdır bu? "bizden olmayana yaşama alanı yok!" 
ama en korkuncu bunu savunan hocalar çoğunlukta, hayvansever bir iki hoca ancak ses çıkardı ve ben üniversitenin mail adresini kullanmadığımdan foruma  mail gönderemez bir halde yazılanları izlemekle yetinmek zorunda kalıp kuduruyorum. 

dediğim gibi, türkiye'nin en iyi üniversitelerden okumuş, sofistike hocaların arasında böyle tartışmalar dönebiliyorsa, türkiye profilinin bu olması şaşırtmıyor. 

not: 
konuya uygun düşecek fotoğraf ararken alman bir köpek düşmanı dergiye denk geldim. neymiş efendim, köpek severlerin yeterince dergisi, sesini duyurabilecekleri araçları, platformları varmış, o da köpek düşmanlarının sesi olmak istemiş, diye açıklama getiriyor dergiyi çıkartmaya çalışan gazeteci. 

halimize şükretsek mi ne, en azından dergi çıkaracak kadar pervasız değil bizdeki hayvan sevmezler. 

dergiyi merak edenler, almancanız da varsa, buyrun, 
dergi ve gazetecisi de bu. 

18 Haziran 2015 Perşembe

light don

kıyafet de satan bir mağazadan (reklam ücreti vermedikleri için adını anmıyorum)  kasada şahit olduğum diyalog:

- bu donun 'light'ı yok mu?

amcaya bakıyorum, dona bakıyorum, sonra da kasiyere. şaşkınım, donun 'light'ı mı? o nasıl oluyor ki, bir don kaç gram ağırlığa sahip? daha nasıl hafifi olacak ki? minvalinde sorular akın ediyor. 
kendin hafif gibi duymuyorsun ki, donun hafifi bir fayda getirsin. ama belki de tam bu yüzden lazım, kim bilir?

kasiyer benden zeki, hemen kavrıyor durumu:
- maalesef 'large' kalmadı, ama 'extra large' verebilirim. 

kahkahayı basmamak için zor tutuyorum kendimi. 
hay light amcacığım çok yaşa he mi! tabii, dosdoğru hafiflik cennetine uçasın light donunu giyerek!

17 Haziran 2015 Çarşamba

tatil bitti...

eskiden, tatilin bitimine doğru sevinir, yeniden işe başlayacağım günü iple çeker olurdum, e seviyorum ne de olsa öğretmeyi. ama olay sadece öğretmek de değil, öğretirken de yığınla şey öğreniyorum. öğrettiğim konuların zenginleşmesi de var bunu içinde, ama en çok öğrencilerimin kendisinden öğreniyorum! genç, capcanlı, zehir gibi zihinlere ders vermenin ayrı bir tat olduğunu düşünüyorum. bazen öyle bir argümanla karşı çıkıyorlar ki, kalakalıyorum. ben nasıl göremedim bunu diyerek, geri adım atıyorum. evet ya, neden olmasın! haklsınız demekten başka bir şey kalmıyor. zaten öyle sınıflarda hep ifade ediyorum bu sözümü, ben size bir öğretiyorsam, sizden iki öğreniyorum, ben kardayım diye. hazır cevap bir öğrencim bir defasında, eee o zaman asıl bize maaş vermeleri lazım demişti. siz de haklısınız diyebilmiştim ancak. 
eskiden sevinirdim tatilden dönüşlerimi. 
şimdi?
yoruldum sanırım. iki adet köpeğin varlığı. son yıllarda üst üste başıma gelen talihsizlikler yordu. öğrencilerle olmayı sevsem de, artık onca yolu gitmek, sınav hazırlamak ve okumak, notlarla boğuşmak, not için dilenen o çok "çocuk" öğrencilere şaşmak, yani. bütün o angaryalarla uğraşmak istemiyorum. evimde oturup, köpeklerimle vakit geçirmek yetiyor. 
ah evet, ben emekli olmak istiyorum sanırım. 
yaşlandım mı ne!?

23 Mayıs 2015 Cumartesi

taciz vaaaaaaar! mı?

dolmuşta oturuyorum, yanımda zayıfçana ellisinde mi altmışında mı olduğunu kestiremediğim bir adam oturuyor. diğer tarafına daha genişçe bir adamın oturmasıyla benim rahatım da sona eriyor. sakat belimle elimden geldiğince sıkışıyorum cam kenarına. ama ben kaçtıkça yanımdaki adam da benden yana yayılıyor. sonunda çantamı adama doğru koymakta buluyorum çareyi. klasik çaredir bu, çantanızı kendi bacağınız ile adamın bacağı arasına koyar, üstten de baskı uygularsınız ki, beriki ittiremesin. bir nevi tampon bölge oluşturur o çanta. ama cankurtarandır da, başka bir canlının uzvunun sizin herhangi bir yerinize değmesine engel olur.  
diğer yandan da çaktırmadan adamı süzüyorum, potansiyel sapık görüntüsü var mı diye. 
adam cidden çok zayıf, belki gerçekten onu da diğer adam ittiriyordur ve ben paranoya yapıyorumdur, masum bir adamın günahını da alarak. 
ama kusura bakmayın beyler, sizin türünüzün kötü niyetlisi bizi bu hale getirdi. 
etrafınızdaki hanımlara bir sorun hele, bakalım tacize maruz kalmayanı var mı! az ya da çok, muhakkak bir şekilde tacize uğramıştır. hele ki büyük şehirde yaşıyorsa, kaçınılmaz bir şey bu. dolayısıyla da kendimizi, belki bazen de gereksiz yere, aşırı korumaya alıyoruz. 

güzel bir fotoğraf arayışında buna denk geldim. sırf tacize yönelik böyle bir çalışmanın olması ne güzel. 
gerçi özgecan aslan olayından sonra, böyle bir ihbar hattı ne kadar işlevsel olur, polis ne zaman yetişir, o da ayrı bir dert...

13 Mayıs 2015 Çarşamba

şehir serçeleri

vapur kalkmak üzereyken serçeler üşüşür ya güverteye, kırıntı umuduyla zıpzıp gezerler. işte böyle bir tanesi elma dilimlerini koymuş olduğum kutuyu açtığımı fark edip, ilgiyle yaklaştı. ben de hemen onun kapabileceği boyda bir parça elma atıverdim önüne, zaten hiç bir hareketimi kaçırmadığı için elma parçasına atladı. lakin gagasına alır almaz "bu he be!" dercesine fırlattı yere tekrar. 
döndü bana bakıyor. "eee yenilir bir şeyin yok mu?" der gibi. kahroldum, niye bir simitim yoktu ki?

anlaşılan şehir serçesi elmaya yabancılaşmış. 
üzülsem mi memnun edemediğime ve şehir serçelerin meyveye yabancılaştığına, ya da sevinsem mi böyle zeki bir serçeyle karşılaştığıma, bilemedim. 


buna bir ilave yapmam gerekiyor:
geçen gün parkta iki serçenin kıyasıya bir ekmek parçasını kapmaya çalıştığını gördüm, yaklaştığımda  dört serçe oluverdiler, o zaman gördüm ki o deli gibi kapmaya çalıştıkları ekmek parçasının şu solucan şeklindeki fıstık çereziymiş meğer. 

ama artık yeter diyor ve nezdinizde tüm serçe familyasına sesleniyorum: böyle sağlıksız beslenme ile zaten bir senecik süren o kısa ömrünüzü daha da kısaltıyorsunuz, haberiniz olsun. 
hem benim etçil oğluşlarım bile deli gibi meyve seviyor, haberiniz olsun. 
bu da size kapak mı ne olur, o kuş aklınızla (karga ve kuzgunun kuş olduğunu ve yunuslarla birlikte hayvanlar aleminin en zeki canlıları olduğunu unutmadan) siz karar verin diyorum! hıh!

26 Şubat 2015 Perşembe

toplumsal cinnet ya da hegelyan diyalektikler ve tarihin en büyük seri katili

özgecan hunharca katledildi, ondan önce kaç kadın öldürülmüştü? iki hafta geçti, kaç kadın öldürüldü? ve daha kaç kadın öldürülecek? 
özgecan bir taşma noktası mı, yeni bir gezi hareketi doğurur mu diye umutlanacakken sular dinginleşti bile. elbette unutulacak o da. katledilen tüm diğer kadınlar gibi. 
türkiye'de son on yıldır kadına karşı şiddetin çok yükseldiği sayılarla sabit, ama sadece kadına karşı mı?
 
mesele sadece kadınlara uygulanan şiddet değil. haberleri bir iki gün taradığınızda, genel manada azınlık ve/veya güçsüz olana karşı gösterilen şiddetin artmış olduğunu görmek gayet mümkün. 
toplumca manyaklaşmaya mı başladık?

sanmam. hep manyaktık, sadece daha bir duyulur oldu. 
yolda yürürken birilerinin tehdidine uğramamak artık sanki olanaksız gibi. en ufak olayda, bıçağını çekenler, kartopu yüzünden adam öldürenler, palasını çekenler.. sonra da aklı selim davranmasını beklediğiniz kişilerin çıkıp "yüzde elliyi evde zor tutuyorum" minvalinde demeç vermeleri... 

işin enteresan tarafı son günlerde şiddet üzerine söylemler pek bir uzman da çıkardı ortaya.

yok diziler kadına şiddeti meşrulaştırmış, yok haberlerde bu kadar yer verilmesi yenilere zemin hazırlarmış da bıdı bıdı. 

peki çocuk istismarını ne meşru kılıyor? diziler bunun için de mi çalışıyor?

istediğimiz gibi bahaneler uydurabiliriz, şiddet var olmaya devam edecek. tarihte hep vardı, üstelik bundan alası vardı. 

hatta inanmayacaksınız belki, ama tarihteki en büyük cani bir erkek değildi a canlar. bir kadındı! erzebeth bathory adında romanyalı bir asilzade. 600 küsür genç kadın ve çocuğu katledip kanlarında banyo yapmış hanım ablamız. ama o da ataerkil toplumun bir yansıması değil de ne? önce ailesi tarafından böyle yetiştiriliyor, sonra ilk eşi işkence etmekten zevk alan bir zebani çıkıyor. ve o da kendisine eşlik eden bir cani eş yaratıyor. 

yalnız dönemin  güçlü ve çok zengin kadınlarından erzebeth, yıllarca yaptığı katliam -nasıl oluyorsa- duyulmuyor, civarda genç kadın ve çocuk kalmıyor da, ancak asilzade kızlarına sardırınca ortaya çıkıyor. tabii bu altıyol küsür kendisi tarafından kaydı tutulanlar, sayının daha fazla olacağı tahmin ediliyor. ve evet, elbette ki ölüme mahkum edilmiyor, günümüz türkiye'sinde geçmese de mevzu, tarihte de zenginler işledikleri suçlar yanlarına kar kalmasını sağlamış.  hele ki kralın bile borçlandığı zengin bir asilzade, ancak odasına kapatılarak cezalandırılıyor. 


ama diyelim ki böylesi bir canilik cezalandırılmış olsundu. sanıyor musunuz gerçekten, şiddetin azalmasına neden olacak?

bireyin uyguladığı şiddete karşı devlet eliyle uygulanan şiddet, sadece kısasa kısas olur, ne bir önlem ne de rehabilite etmektir. zira şiddeti yok etmek mümkün değildir. belki kişiyi rehabilite edebilir, şiddette eğilimini baskılamayıöğrwtirsiniz, ama yeryüzünden şiddeti silemezsiniz. zira güçlü ve zayıf olan var oldukça, güçlünün zayıfa uygulayacağı şiddet de var olmaya devam edecektir. çünkü güçlü olan, güçlü oluşunu bu şekilde onaylatacaktır.  hegel üşenmemiş, bu mevzuda bir diyalektiği bile dile getirmiş (bkz köle efendi diyalektiği).


belki çözüm, güçsüz olanın güçlenmesinde yatıyor, ama bu sefer de o güçlü, diğer taraf güçsüz konuma düşecektir. 

yine de içimde bir umut var, zira bu kadar şiddet sadece ataerkil toplumlarda mevcut olmuş. belki bu topumun canına fatiha okuması, ve yeniden anaerkil topluma dönülmesi bir çözüm oluşturabilir. en azından bunu düşünen uzmanlar var, üstelik erkek bu toplum bilimciler. 

diyeceksiniz, anaerkil toplum ezmeyecek, şiddet göstermeyecek mi? ataerkil toplum kadar kötü olamazlar. olur ve ezerse de, bunu sevgiyle yapar...


not: erzebeth'i daha fazla merak eden varsa da, buyursun...