2 Temmuz 2015 Perşembe

nazlı

nazlı'yı ilk gördüğümde daha bıdıcık bir şeydi, kadıköy'deki beşiktaş iskelesi çıkışında minik karton kutusunu önüne koyar, oyuncak sazını çalmaya çalışırdı. kıvırcık saçları, masum bakışı ve romanlara hiç de özgü olmayan müzik kulağından yoksunluğu ile yanlış notalara basa basa nedense çok sempatik gelirdi. yine de yeteneksizlğine destek olmak istemediğimden alttaki fotoğrafı çektiğim an dışında, hiç para vermedim ona. 
uzun süre ortalıkta yoktu nazlı, ya da belki hep iskele çıkışlarında para dilenmeye devam ediyordu da çoğu standart büyükşehir insanı gibi ben görmüyordum onu. 
son bir kaç haftadır yeniden dikkatimi çeker olmuştu, bu sefer karaköy, eminönü iskelesi çıkışında oyuncak bir armonika çalmaya gayret ediyordu. aslında bir gayret de yoktu, rastgele tuşlarına basıyor gibiydi.

dün yine denk gelince, herzamanki gibi yanından geçip gitmedim, durdum izledim. son yolcular geçene kadar kenara iliştim. büyümüştü nazlı, ama hala müzik yeteneğinin olmadığını kantılarcasına canını çıkartıyordu oyuncak müzik aletinin. yanında bir de minik bir kız vardı, belli ki kardeşi. 
dayanamadım, yanına gittim. 
- adın ne senin?
- cağcan
- canan mı?
- caaaağğğğcannnnn
- ???
ben anlamadıkça o tekrar etti durdu. 
ben de ismini anlamaktan vazgeçtim, elindeki müzik aletine işaret ettim. 
- bunun adı ne?
ben de ne komiğim ha, kendi adını telaffuz edemeyen çocuk, sanki kalkıp müzik aletinin adını bülbül gibi şakayacak. 
o benden daha zeki çıktı, konuyu değiştirdi. 
- sana bir şey diyeceğim. 
sokularak sormasından belli, bir şeyler isteyecek. 
- söyle bakalım. 
- bana epmep alşana. 
iskelede ekmeği nereden bulacağımı düşünerek soruyorum, 
- simit mi alayım?
- hayıy, epmep!!
- ekmeği nereden alacağım? burada ekmek olmaz ki, büfeden döner mi istiyorsun?
o ısrarcı, ekmek diye diretiyor,
- maytetten
hemen ardından da ekliyor, 
- bi de peyniy
ohooo, hemen işi büyütmeye başladı bizimki. markete gidip alışveriş yapacağız beli ki. 
bu sefer konuyu ben değiştiriyorum. 
- senin annen baban nerede bakayım?
markete gideceğiz heyecanıyla hemen beni anneye götürüyor. anne yan gelmiş haldun taner sahnesinin arkasında bir arkadaşıyla oturuyor. yanlarında da bir anketör, beli ki bedava bir ürün kapma derdinde. nazlı topladığı bozuklukları, ki bir de dolar gözüme çarpıyor içinde, annesine veriyor.  
kendimi tutamıyorum, en sakin sesimle, mümkün olduğunca sakin soruyorum:
- niye çalıştırıyorsun bu çocuğu? 
- ben çalıştırmıyorum ki, kendi istiyor. 
- nasıl kendi istiyor yahu? sen niye çalışmıyorsun da buncağız çalışıyor? ayıp değil mi bu yaptığın?
annesine fırsat vermeden nazlı giriyor araya, 
- hadi maytette tidelim. 
bir anda yumuşuyorum. 
- adı ne bu kızın? daha adını bile söyleyemiyor, sen işe koşuyorsun!
anne de nasıl rahat, sırıtıp duruyor. ya bir şeyler almış olmalı, ne desem, alınmıyor, ya da kızına olan zaafımı algıladı, ne koparsa kârdır diye bakıyor. 
o zaman adının nazlı olduğunu öğreniyorum bizim ufaklığın. 
daha altı buçuk yaşında. 
- okula gidiyor mu nazlı?
çoktan anketörle fingirdeşmesine geri dönmüş kadın. duymuyor beni. 
belli ki annesiyle konuşmanın manası yok. olan bana olacak. dünya düzenini ben mi değiştireceğim?
tam tersine, müdahale etmemeyi öğrenmeye çalışıyorum. benim için zor bir aşama. hay hay demeyi öğrenmek. acıya da sevince kendini kaptırmamak. yüreğim taş kesmeli. 

nazlı yine asılıyor elime, 
- hadi peyniy tal. 
beklenti dolu gözlere bakıyorum. anne baba tarafından dilenciliğe çoktan alıştırılmış bu minik kıza. sıfır müzik yeteneği ile bu abuk subuk oyuncak müzik enstrümanlarını çalmaya zorlatılan çocuğa bakıyorum. 
nasıl taş kessin yüreğim? 
- hadi gidelim. 
az önce kendisine seslendiğimizi duymayan anne nedense hemen duyuyor kızına ne dediğimi. 
- erzak paketi al
diye sesleniyor ardımızdan. orta parmağımı kaldırıp bilumum işaretler yapasım geliyor. 

biliyorum, bu minik kızın dilenciliğini teşvik ettiğimi düşünecek sevgili okuyucum. buyur, dilediğince kız bana. 
nazlı'nın gözlerindeki o masumiyete teslim olduğum o saniye ile, markete yol aldığımız onlarca dakika bunu düşündüm durdum, kendimle hesaplaştım. senin kızman bana vız gelir, ben o yolda cehennemden geçtim. 

ve sanki nazlı da bunu hissetmiş gibi, bana boyna sorular soruyor, resmen aklımı çeliyor. niye kırmızı ışıkta durduk, niye sırt çantam olduğunu, nerede oturduğumu, ve şu an anımsayamadığım, minik bir zihnin açlığıyla sorulan sorular. 
yalnız bir yerde sağlam tökezliyorum. ailemi soruyor. annemle babamın olmadığını ağzımdan kaçırıyorum. ama ölümü, altı buçuk yaşındaki bir çocuğa, hele ki yaşam biçimleri ve bu tür kavramları nasıl aktıradıklarını bilmediğim bir roman çocuğuna nasıl anlatırım diye kalakalıyorum. yalan da söylemek istemiyorum. "annemle babam çok yaşlandı, başka bir yere gittiler, artık geri gelemiyorlar." 
neyse ki tam o anda markete varıyoruz da, o da "niye?" sorularına devam edmiyor. 

market ise kendi içinde tam tekmil bir tiyatro oyunu gibi oluyor.  
başıma gelecekleri, nazlı'nın istediği gıda ürünün epmepden peyniye terfi edişinden az çok tahmin edebiliyordum aslında.  
önce beni doğruca zeytin peynir reyonuna sürüklüyor. bunu al, şunu al, al da al! bir kaç çeşit kahvaltılık aldırmadan yakamı bırakmıyor da. 
her "hayır, aldık işte, bu yeter!" dediğimde,
- anlamıyorsun! diyerek o minik ellerini havaya kaldırışı var ki, sırf bunun için bile tüm marketi alaşım var. 
ama ah be nazlı'cığım, ne mirasyedi bir teyze var karşında, ne de hayatı boyunca paraya tamah etmiş bir aç gözlü, dolayısıyla aç kalmadan, açık kalmadan orta halli (galiba hayatı boyunca tek ereği zengin olmak olan ve tüm insanlığın da sadece bunun peşinde koştuğunu sanan parapestlerin  "looser" diye tabir edeceği) bir kişiyim, sana bütün o istediklerini nasıl alayım?
ama gel de bunu nazlı'ya anlat şimdi. 

kasa kuyruğunda gözü şekerlemelere ilişiyor. uzun uzun bakıyor. eline alıyor, yerine bırakıyor. bu sefer dilenmiyor bunlar için. içim daha bir acıyor. 
"hangisini istiyorsan al" cümlemi bitirmeden, sadece çocuklara özgü olan o hışımla bir torba kapıyor. eviriyor, çeviriyor, inceliyor. sanki evine mobilya alacak.  sonra onu bırakıp, diğer renkli poşeti alıyor.
- hah karar verdin mi artık?
evet dercesine başını sallıyor. 
ilk defa nedenini tam adlandıramadığım bir ışık görüyorum gözlerinde. sevinç mi, doygunluk, bilemiyorum. 
içim acıyor nedense. şekerlemenin öbür renkllisine uzanıyorum. onu da atıyoruz sepete. 
- bu da kardeşinin. 
- tamam 
- söz ama vereceksin ona. 
başını sallıyor evet manasında. 
sanki deminki talepkar çocuk gitmiş, minik utangaç, tatlı bir çocuk gelmiş yerine. ya da anne-baba tarafından öğrenmeye zorlanmış rolünden sıyrıldığı, ailenin geçimini küçük omuzlarında hissetmek zorunda kalmadığı, yani çocuk olabildiği kısacık bir an yaşıyoruz birlikte. 

mütevazi torbamızı dolduruyoruz kasada. 
tam çıkacağız, barbi dergileri ilişiyor gözü. ama bu sefer utangaç değil, o talepkar tavrı ile istiyor. 
fiyatlarına bakınca şapkam uçuyor. bu ne yahu? yarım kilo peynire denk geliyor! keşke peyniri bir kilo alsaydık diye hesaplıyorum kafamdan. 
elime almışken bırakıyorum. 
- olmaz. 
yeniden gözlerini kocaman açarak "anlamıyorsun!" demesini bekliyorum. demiyor. içim cız ediyor. 
belki başka zaman hediye olarak geçerken bir barbi bebek mi versem diye geçiriyorum aklımdan...

marketten çıktığımızda, nazlı'yı daha evvel fotoğrafladığım aklıma geliyor, bir pozunu daha çekeyim diyorum. önce kaçıyor, yüzünü çeviriyor. o daha önce hiç çekinmeden objektifime tatlı gülücük veren kız, nasıl böyle utangaç olmuş diyorum, ama öğretilmiş bir kötülük sezinliyorum bı kendini sakınışta. belki abartmış olacağım, ama hani yüzünü kapatan suçlu havası var. 
ah be yavrum, bu küçücük yaşta hangi suçun yükü bu?
- bak geri götürmem seni! diye tehdit edince ancak bu pozu veriyor kaçmadan. 
şimdi keşke çekmeseydim diyorum. tehdit duymaya alışmış belli ki. bir tehdit eksik kalaydı. 
ama şu tatlı yüzüne bakınca gülümsüyorum.  kolunu atmış başının üzerine, saçını çekiştiriyor. 

ışıklara kadar birlikte gidiyoruz, karşıya geçiriyorum onu. uzaktan onu doğuran kadını görüyorum. içimden sövüp sayıyorum kadına. ah be nazlıcık, o tertemiz yüreğin olmasa...
torbasını veriyorum eline. 
bizim bıdık ardına bakmadan koşa koşa gidiyor. 




Hiç yorum yok: