13 Aralık 2010 Pazartesi

ulen hovarda

aha buyur! hani bir seneyi geçkindir artık haberleşmiyordun bu haspayla?! bu ne bu? bir de "biliyorum düşünmemem lazım ama sıkça düşünüyorum seni"ler neyin nesi mailinin sonunda?
tam buldum sanıyorsun doğru insanı, iki yıllık birlikteliğin sonunda bile böyle hiyarlıklar yapabiliyor!
şimdi kafana fırlatsam şu maili bin tane tatlı yalanla kandıracaksın. kesin somut bir delil yok ya ortada, ihanetini belgeleyen! oh!!! arkadaşça yazdım ben onu diyerek sıyrılacaksın, ben de tatlı diline yenik düşeceğim sonunda...
ama bu paranoya ile de yaşanmaz ki anacım!
sonra da, eee karşına çıkacak adam çok mu iyi olacak bundan, başka neyinden şikayet ediyorsun ki diyerek oturuyorsun poponun üzerine. korkaklık mı? yok yahu, fazlaca kurbağa öpmüş olmanın bıkkınlığı! yok işte prense dönüşecek olanı, otur aşağı bu kurbağayla! Nasılsa karşına çıkacak olan da yine kurbağagilya mensubu olacak, en az hasarlısını buldun, çok dırdırlanma diye nasihatlarla tutuyorum kendimi.

ama salak yerine konmak da koyuyor biraz be anacım... şimdilik, biraz!

11 Aralık 2010 Cumartesi

kahve müptelası sevdiğine uzak dur derse....

şimdi kahvenin seceresini ortaya döküp, ünlü kave içerlerin, ve/veya üreticilerin tatlı cicili bicili anekdotlarını ortaya sererek geleneksel bir kahve yazısı okumaya hazırlananları uyarayım, hemen okumayı bıraksınlar, çünkü beklentileri boşa çıkacak. zira bu yazı bir bağımlının iç acıtan dramını sergileyecektir. nokta!
gün be gün anlatıp, bu blogu hala okuyan birileri varsa, bağımlılığmdan arınma sürecimi belgesel tadında aktarma niyetim vardı, lakin heyhat, hayat girdi araya...
efenim, son günlerde ağzımda bir tuhaf bir tad, düşündüm neyi abarttım son günlerde? çok sürmedi bulmak: kahveyi elbet! pek severim bu mereti! ah ah, çocukluğumda bile kokusunu duyup içmeye can attığım, ama annemin, içersen kara kız olursun diyerek içirmediği, ama yerine verdiği kakaonun (trendi adıyla sıcak çikolatanın) aynı karalıkta olduğunu ayırt etmeye yanaşmadığı o muhteşem içecek! çocukluğun verdiği o bönlüğün etkisi miydi diye sorarak kıvırımaya çalışacağım, olmayacak, yok yok, bende de renk ilişkisini kuracak zeka yokmuş belli ki, bir kez olsun, "eee bu da kara, o da kara, bunu içiriyorsun da onu niye içirmiyorsun" diye sormak aklıma gelmedi! nihayet kahve içecek yaşa gelince de olanlar oldu. ama şimdi nasıl müptela olduğumu da uzun uzun izah ederek gevretmenin alemi yok; her müptela nasıl müptela olursa ben de öyle oldum işte.
ama asıl bu bağımlılığı azaltma girişimi eğlenceli kısım. işte başta söz konusu metalik tad sebeibidir dramımın. bir hafta ara verip hem dozajı azaltacağım, hem de miktarı. güya!
ilk sabah bitki çayı içmeyi denedim, kesmedi, uykulu uykulu servise koştum, yol boyu esnedim. bu sahne diğer sabahlarda da değişmedi. yalnız gün boyu duyduğum laf, "yorgun görünüyorsun"lardı! hadi canım, öyle mi? yahu görünmüyorum, basbayağı yorgunum! meğer bu kahve amma speedy gonzales gücü veriyormuş. kompakt bir vitamin alıyorum, ama nafile! meğer o enerjiyi sadece ve sadece şu karakız içeceği veriyormuş! öğleden sonrayı zor buluyor, esnemekten bitap düşüyor ve yaşlı kadınları aratmayacak bir yorgunluk sergiliyorum.
ve her bağımlı gibi günleri değil, saatleri saydığımı fark ediyorum, 24 saat oldu, 36 saat, 72 saat ve tek damla kahve içmedim diyerek! cümle aleme de dillendiriyorum, dillendirdikçe cesaretimi arttırdığımı hissediyorum, hani lunaparkta o savuran, zıplatan aletlere binip, korkusunu yenmek için çığlık çığlığa bağıran korkak ya da bağırırş çağırış nidalarla cesaretini arttırtığını düşünen ve ancak o zaman düşmana saldırabilen savaşçı gibiyim. ancak cümle alem de boş durmuyor, fikir veriyor, "elma yi elma, enerji veriyor", nasihat ediyor "ah ah, insan hemen mi keser, bak başın ağrıyordur, vücut şimdi kofein diye bağrınıyordur" diye. yahu durun kardeşim, kırk yılın başında müptela oluşuma bir meydan okumuşum, aaa desturun, eğri konuşun, ya da amuda kalkın, ama ne olur bir susun be!
netekim altıncı günün sabahı, yedi günü de doldurmaya gerek yok, hazır evdeyim şöyle kahve keyfi yapayım dedim. ah o kahveyi makineye koklayarak koyuşumu görün, zevkten ellerim titriyordu!!! eroin bağımlısı uzun bir yoksunluktan sonra küçük bir doz bulunca böyle mi oluyordur bilmem. kahvenin makineden cam sürahiye damlayışını, çocukların dondurmacı amcayı seyrettiği gibi sevinç içinde seyrettiğimden eminim ama. hele o siyah sıvıyı fışır fışır fincana koyarken kırk atlı gibi şen olduğuma yemin dahi edebilirim. ve ah o ilk yudum! orgazmik ilk yudum, mecnun bile leyla'sına dair bu kadar içli hülyalara dalmamıştır!

kave içişimin ikinci günü: ağzımda feci bir metalik tad ve neden erken kestiğine söylenen uslanmaz akıllanmaz müptela bir ben...

26 Kasım 2010 Cuma

özgür ölüm ya da evlat işkencesi

kutsadıklarından mıdır nedir almanlar intihara "freitod" da derler, yani özgür ölüm. özgür zira kendi seçiminizdir. derin düşünen yazar, çizer, filozof adamların peşinden de "freitod" seçimini yapmıştır derler nedense, intihar demezler.
böylesi iç karartıcı bir meseleye nereden geldim? alt kattaki komşumun intiharını duyduğumdan beri kafamı kurcalayan bir hadisedir bu. intiharın kendisinden ziyade, bir insanın ölümü seçecek kadar seçeneksiz kalması beni düşündüren. ya da başka seçenekleri yok saymak mı demeliyim? kolaycılık mıdır ve kolay mıdır bu yolu seçmek? bilinmeyene doğru kendi seçiminle yol almak?

alt kattaki komşum düşünen takımdan değil, tam tersine, eğitimsiz, doğulu ama uyanık yurdum kadınıydı. elli küsür yaşının son demlerinde biraz da meraklı bir kadıncağız, üç çocuğunun en küçüğyle (küçük dediğim de 25 yaşın üzerinde), kapıcı olarak girdiği daireyi kapıcılığı artık yapmamasına rağmen inatla boşaltmayan, yani apartmanca istenmediği halde orada oturmaya devam eden biri. apartmana rahatsızlık veren kısmı aslında kendisi veya kapıcılığı yapmıyor olması, meraklı hali, ya da kira olarak sadece merdivenlik elektriğini ödemesine dahi laf etmesi değildi, bu 25 yaşındaki küçük oğul! aşırı saldırgan bir tip olan bu oğul kadıncağızı haftada bir, tüm apartmanı ayağa kaldıracak biçimde bağrış çağrış döverdi. üç yıldır oturduğum bu apartmanda, benden başka rahatsızlık duymayan mı vardı da kimse kapısını bile açıp bakmazdı olanı biteni duyduğu halde bilmem. tam üç defa polis çağırdım. polis ise kadıncağızın şikayet etmemesi üzerine geldiği gibi gitmekten başka bir şey yapmadı. bir defasında da, kadını dışarı atılmış bir vaziyette ağlarken bulduğumda kolundan tutup karakola götürmek istediysem de, "ama sonra ne yaparım, oğlum o yine de" diyerek karşı çıkmıştı. bir müddet sonra ben de yardım edemeyeceğimi anlayıp müdahil olmaktan vazgeçtim, zira son polis çağırışımda beni de dolaylı olarak tehdit etmişti oğul. neticede anne şikayetçi olmuyordu ki, ben şikayet etsem ne yazar?
en sonunda kadıncağız yine bir dayak sonrası dayanamayarak denize atmış kendini... bir saat sonra ölüsü kıyıya çarpmış. bunu ölümünden ancak 2 ay sonra, durumu sanki biraz rahatlatıcı olarak algılayan apartman yöneticisinden öğrenmiştim. hemen açıp gazeteleri taramış, olayı anlatan onlarca haberin içinde de sadece iki tanesinde, evlat işkencesi intihara sürükledi ibaresini tek cümlelik bir açıklama olarak görmüştüm.
elinin kolunun bağlı olmak ne demek olduğunu bu meselede tekrar anladım.

oğul mu? kira ödemediği dairede tek başına sefa sürüyor, vicdan kavramından çok uzaklarda.
ben mi? olayı öğreneli bir ay oldu ve ancak yazıya dökebilecek yüreği buldum kendimde.

ne yapılabilirdi?

10 Ekim 2010 Pazar

kapana kısılmak

malum, fukara adam hasta olursa nereye gider? devlet hastanesine!
bunu fukara ayağına yatıp okuyucularının duygusunu sömürmeye gayret eden uyanık yazar minvalinde diyorsam namerdim (hani desem ne olacak? aa buldum, hesap numaramı yazayım, acıyıp para göndermeye kalkan olur belki...). kabul etmek lazım devlet hastaneleri traji komik durumların tavan yaptığı ayrı bir harikalar diyarı. hani hasta doktor muhabbetlerini geçtim, tuvaletine gitmek bile ayrı bir macera!
hem de nasıl macera! efenim izah edeyim: tuvalete girdim, iki kabin var, sıra sıra olmuş, kokular, hastane tuvaleti kabilinde enfes, böyle bir atmosfer içinde bekleşiyoruz. derken kabinlerden birinin hiç bir surette açılmadığı dikkatimizi çekti, bir iki defa kapıya vuruldu, içeriden gık yok. ben tam, "herhalde arızalı" dedim ki, diğer bekleşenlerden biri eğildi kapının altından baktı, "yok yahu var içeride biri" dedi. tekrar kapıyı tıklatıyoruz ama tık yok. ben yine saf kalpli vatandaş modunda, "hay allah, fenalaşmış olmasın" diyecek oluyorum, aynı uyanık vatandaş hanım abla, "yok yahu, dikiliyordu" diyor. "belli olmaz, ayakta da fenalaşmış olabilir, bence bir görevliyi çağıralım, kapıyı açsınlar" diyerek hala iyi niyetli vatandaş hallerindeyim. derken kapı aralanıyor ve bekleşenlerden sadece iki kişi kalmış olan uyanık hanım abla ile bendenizin şaşkın gözleri önünde bir erkek kafası çekinerek kapıdan bakıyor! biz "ha, hö" minvalinde gayette anlamlı sözcüklerle şaşalarken, "ya zaten yanlış girdim, bir de siz stres yaptınız" demez mi! bu kafa "aa kardeş, çık buradan" diyor hanım abla, bense, "ne olmuş yahu yanlış girdiysen, olabilir" demeye kalmadan, bizim de dış kapıya yöneldiğimizi görüp, bizden önce atlıyor, aralamış olduğumuz kapıyı kapayıp, bizim de çıkmamıza izin vermiyor, "durun rezil olacağım, açmayın" diyerek. neyse, sonunda dikkatlice araladı kapıyı, baktı koridor boş, sıvıştı da, biz de mis kokuların arasında nefes aldık...
hani devlet hastanesine düşen fukaradan beter, devlet hastanesi tuvaletine düşmüş fukara olacaktık ki, işte o zaman halim yaman olacaktı!

8 Eylül 2010 Çarşamba

iftarlık

arife günü yalova'ya gitmek gibi bir akıllılık ettim, elbette boş yer bulmak pek olası olmadı, kartal dolmuş, atladım taksiye ve pendik'e gittim, orada da ancak tam iki saat sonra kalkacak feribota yer vardı. olsun ben yer bulmanın mutluluğu ile tuttum bir cafenin yolunu. uzaktan isim hoşuma gitti, "zamane", yer pendik, feribot iskelesinin karşısı. girdim, hoşbeşle oturttular, tam "aaa ne güzel yere geldim ben böyle" diyecekken, başladı mı bizim hoşbeşçi garson, yok efendim, saat yedi olunca beni arka taraflara bir yere alacakmış, ön tarafta oturamazmışım, iftarlıkmış oralara. ne yani kırbeş dakika burada oturup, sonra üç adet çantamla taşınacak mıydım? oruç tutmayanlara uygulanan bir ceza mıydı bu? hemen yandaki big big'e geçtim sinirlenmiş vaziyette, tabii bu sefer oturmadan sordum, maymun akıllandı, uyur mu bu sefer!
burası müşteriyi yerinden etmiyor, ama farklı fiyat tarifesi uyguluyormuş, hem de yüzde ellinin üzerinde bir artışla, ohhhhh... burada da oruçluya bir kazık uygulanıyor belli ki... adamlar ramazan'ın yağını binbir dalaverelerle çıkarıyorlar işte, sonra da kimse bana, dini alet ediyorlar demesin!

28 Ağustos 2010 Cumartesi

ikili olma halleri

yalnız olsan bir türlü, iki olsan iki türlü... yalnız olanlar bir ilişkiye özenir, ilk karın kıbırdama evresini atlatıp ilişki boyutuna dalmış olanlarsa tekrar yalnızlığa hasret.
evet evet anladınız... şu aralar ilişki muzdaribiyim...
nedir bu ilişkilerle alıp veremediğimiz?
zaten üstad sartre aşkı tarif ederken boşuna dememiş bunun beyhude bir gayret olduğunu, ona göre çünkü "aşk, iki insanın bilinçlerini birleştirme çabasıdır. boşuna bir çaba, çünkü insan kendi bilincine mahkumdur."
srüekli bir karşı tarafı anlama gayretine giriyor bir taraf, muhtemelen de öbür tarafın da böyle bir ayreti var ki işlem sürüyor belli bir müddet. ilk başta her şey zaten laylaylom, karındaki kıpırtılar ağır basıyor, kelebekler, çiçekler her şey pespembe, tabii beyne kan gitmiyor, millet de sanıyor ki dünya şahane... sonra reel yaşama ayak basıyor bizimkilerin, kelebeklerin kanatları soluyor falan filan (geri kalan klişe betimlemeleri siz düşünün işte, yormayın beni), eee bu ilişki nasıl devam edecek, hep böyle çiçek böcek kelebek durumları mı? (dileyen burayı dilediği çerçeveye oturtabilir, ister buna ilişkinin belli bir resmiyete dönüşmesi, ciddileşmesi, arkadaş çevresinde bilinmesi vs diyebilir, ister aynı eve çıkma halleri, ister evlenme, ister boşanma -durun hızlı sardım filmi galiba...- hebele gübele deseniz bile sorun yok, nasıl derseniz diyin yani) ya da mealiyle izah etmek gerekirse: ne zaman beklentiler başlıyor, işler aslında o zaman sarpa sarıyor. bi taraf bu gelişmeyi istemiyor, diğer taraf istiyorsa, öfff sorun var! iki taraf da bunu istiyor, ama bir türlü nihayete eremiyorsa, yine sorun başlıyor. yani iki ucu b...lu değnek
senin durumun hangisi ola ki diye sorarsanız, o pek mühim değil, mühim olan, benim şu anda içinden çıkamadığım bu ilişki hallerinin bunaltıyor olması. tabii diyebilirsiniz, eeee güzel kardeşim, başlarken bana mı sordun diye, doğru, sormadım valla, sorsam ne diyecektiniz?
yok yok, bu olmadı.
ay yok yazarken bile bunaldım.
ya ben aslında bu yazıyla ne demeye çalıştım?
şunu demeye çalışmadığım kesin: beklemeyin bir şey kardeşim, bak sorun çıkıyor...
tabii demesi kolay! sıkıyorsa gel de lay lay lom kelebek hallerine geri dön, sonbahar yavaştan geliyor, ne kelebeği çiçeği, kara kışta n'apacaz?

24 Ağustos 2010 Salı

hızma ve insan hakları mahkemesi

mekan beyoğlu'nda bir giysi dükkanı, başrollerde sıcaktan bunalmış bir adet bendeniz ve satış yapamamaktan gına getirmiş satıcı teyzeyle dikilen, muhtemelen o da diğer satıcı olan, lakin sıkıntısından potansiyel müşterilere müsallat bir amca (breh breh breh, amma da uzun tarif oldu beaaaa).
tam elbiselere bakıyorum ki, amca alenen kaşınıyor ki, soruyor: "bu burnundakini niçin taktın?"
ben de belli ki havamdayım, kaşımak istiyorum, başlıyorum teraneye: "niçinini bilemem, babam takmıştı, hatta küçükken zincirde dolaştırır, tef çalıp oynatırdı."
sonra kolumu uzatıp gösteriyorum: "hatta bu kollarım filan da tüylüydü ayı gibi, ama artık tıraş ediyorum."
amcanın gözleri fal taşı kıvamında. ben dayanamayıp gülüyorum, yanındaki teyze de gülüyor. tamam diyorum içimden, dersini almıştır herhalde artık, başkalarına da hızmalarına yönelik böyle sorular sormaz gayrı....
thhkb (tüm hızmalıların haklarını koruma birliği) adına görevini ifa etmiş olmanın huşusuyla soyunma kabinine dalıyorum. çıktığımda deminki amcanın yanındaki teyzeye hala konuyla ilgili bir şeyler söylediğini duyuyorum: "... demek ki burada da oluyormuş, ama nereye kayboldu o kızcağız..."
sonra beni fark ediyor: "şükür gitmemişsiniz, insan hakları mahkemesine başvurmanız lazım."
bu sefer benim gözler faltaşı kıvamında, işletirken işletilmeye mi başlandım nedir?!
"insan hakları mahkesmesi mi? niye, hızma yüzünden mi?"
"babanızı şikayet etmeniz lazım! bakın hindistan'a gitmiştim, orada da kızlarına bu tür işkenceler yapıyorlar, ayı gibi ortalıkta oynatıyorlar zincire takıp. demek burada da oluyormuş! şikayette bulunmanız lazım, ben de gelirim sizinle çekinirseniz."
dumura uğramak kavramına yeniden anlam yükleyesim var, o kadar dumur vaziyetlerdeyim yani, amca sağlam işletiyor! işletilme şüpheleri ile bana bir defa el kaldırmamış, dünyalar tatlısı rahmetli babişimi şaka niyetine de olsa karalamış olmanın pişmanlığı arasında zihnim mekik dokuyor...
"babam dünyalar tatlısı adamdır, şikayet etmem!" diyerek fırlıyorum dükkandan. ardımdan "çekinmeyin, şikayet edin" diye konuşmasını sürdürüyor amca.
yanımdaki arkadaş uzakta kalldığından tüm muhabbetti kaçırmış, kolundan çekeleyerek çıkarmama şaşırıyor. ama en şaşkın benim!
tamam amca kaşındı da, galiba ben de accık kaşınmışım belli ki...
acaba amca da tisb (tüm işletilmiş satıcılar birliği) adına görevini ifşa etmiş olmanı huşusu içinde mi, yoksa ihm'ye adıma şikayette mi bulunuyor şu an?
sizce?

16 Temmuz 2010 Cuma

kentli insan ve şiddet

haydaaaa, bu blogçu da şiddetle kafayı bozdu, iyi ki şiddet üzerine bir tez yazdı diyenler olacaktır şimdi. yok yok, tezden dolayı değil, ama şu kentli olamayan istanbullu yüzünden tası tarağı toplayıp kaçacağım gün yakın gibidir...
yer: rumelihisarüstü, nispetiye caddesi'nin son kısımları. günlerden: sıcak bir yaz günü (aslında feci şekilde bunaltan), ana kahraman, ki bendeniz oluyorum, sıcak bunaltısıyla hisar kampüsteki kapalı yüzme havuzuna doğru seyir halindedir. kahramanımız karşı hisadaki poğaçacıyı görünce, havuz sonrası lezziz börek hayaliyle karşıya geçer, mutlu mesut ıspanaklı böreğini alıp tekrar gölge olan sağ yana geçmek niyetindedir. zaten maceramız da burada başlar.
hoş istanbul sürücüsü her yerde f1 şoförü sanır kendini, ama bu bahsettiğim, ara sokak tadındaki caddede hız denemeleri ne ola ki? yer mi bulamadın güzel kardeşim?
neyse sapmayalım biz vukuattan, efenim, karşıya geçmeye çalışırken, yan sokak içine burnunu sokup, etrafta yaya mı varmış, heyhat nidasıyla hızlıca manevra yapıp ters yöne giden çok sevgili dört tekerlekli dingillerimizden nadide bir örnek kahramınımızı ezmesine ramak kalır. üstelik bu marifetinin farkında bile değildir. kahraman kızımız da, ya da ana karakterimiz diyelim, -zira yaptığı işin kahramanlıkla yakından uzaktan ilgisi yoktur, kahramanlara hatta hakaret olacaktır o yaptığı- o ezilme ve kahvaltılık ezme olma potansiyelinden kaçmak üzere karşıya yönelir, en büyük hatayı da zaten böyle yapar. sokak içindeki arabayı kollamıştır, solundan gelen arabanın da henüz çok uzakta olduğunu görmüştür, ama sağına zamanında bakmayı becerememiştir. heyecan katacağız ya, o yönden son hızla, hani girişte bahsettiğim f1 pilotlarından hanım kızımızın üzerine doğru uçmaktakdır. can havliyle kaldırıma atar kendini kızımız, bir saniyelik bir farkla f1 pilotu çarpışma anını kaçırmıştır. ve o hızla bile giderken hayal kırıkılığını gizlemez, camdan sarkarak " önüne bak, önüne bak" diye höykünür. dedik ya kahramanlıkla ilgisi yok diye bu kadın karakterinin, ezilmemesine rağmen dizlerinin bağı çözülmüş duvara yaslanmıştır ki, şaşkınlıkla sürücüye bakar. gayet naif bir şekilde, şoförün neredeyse ezmesine ramak kalan bir yayayın halini soracağına böyle bağırmasını anlayamaz ve şaşkınlığı kızgınlığa dönüşüp beklenmedik bir ses gücüyle "bu yolda çocuklar da oynuyor, otobanda değilsin, asıl sen önüne bak" diye f1 pilotumuza lafı yetiştirir. tabii soförün bunu duyup duymadığından emin değildir, o hızla giderken rüzgarın sesinden başka bir şey duymuyordur herhalde diyerek yoluna devam eder karakterli karaktersiz karakterimiz.
(sürücümüzün kendisini nasıl gördüğünü göresiniz istedim, aha resim. "schumi" halt etmiş valla).
aradan beş dakika geçmiştir ki, bir araba yavaşlar yanında, kızımız oralı olmaz, zaten az önceki şokun etkisiyle bununla ilgilenecek durumda değildir. arabanın penceresinden birinin sarktığını da görmez. o biri "aptalsın sen" diye bağırınca arabayı tanır ancak. ana karakterimizin beyni dört işlem yaparcasına duman çıkarır, hızlı bir şekilde, yayayı ezemeyince geri dönüp hakaret eden birinin piskopat potansiyelinin bir hayli yüksek olduğu neticesine varıp, kızımızın diline hemen sus emri gönderir. hep birlikte üçüncü sayfa haberi olmak istemiyoruz demektedir beyin, dil ve refleks birliği. başka bir deyişle yayamız duymazlıktan gelir. soför buna iyice hiddetlenir ve ısararla "şşşt sana söylüyorum, aptalsın sen, aptal!" diye bağrınır. ama bakar ki hala tepki alamıyordur, nihayet bu inadından vazgeçip basar gider.
yayamız şaşkındır, bu, bu neydi şimdi böyle?

14 Temmuz 2010 Çarşamba

anonyma - eine frau in berlin

tezim nedeniyle savaş kavramıyla fazlasıyla yüzleşmiş ve şiddet kavramının gelişimini irdelemek zorunda kalmış biri olarak "berlin'de bir kadın"ın bildiğiniz savaş filmlerinden farklı bir kulvarda değerlendirmek gerektiğini belirtmeliyim. ikinci dünya savaşı içeriği nedeniyle suyu çıkarılmış bir konu olabilir, ama etik açıdan bakıldığında işlenmiş en büyük insanlık suçlarından biriyle yüzleşmenin bu denli kolay bitmemesi anlaşılır bir durum. isterseniz kapitalist açıdan bakın, sineğin bile yağ verdiği zengin bir içerik deyin. ne derseniz deyin, "anonyma - eine in frau in berlin" hem az değinilmiş bir konu olan 'savaşta kadın' sorunsalına bakıyor, hem de kaynağını almış olduğu ve savaş sonrası basılıp, büyük tepkiler çektikten sonra ikinci basımı yasaklanan gerçek bir günlüğün yeniden hatırlanmasını sağlıyor. bir taşla iki kuş durumları...
savaşta en çok yara alan -hoş, hayatın içinde de öyle değil mi zaten!- kadınlar oluyor yine. erkek egemen dünyanın "zayıf" elemanı hedef alınıyor. şiddet zayıf olana yöneltiliyor. elbette şimdi pek çoğu karşı çıkıp "ya çocuklar" diyeceklerdir. çocuklar kadın kavramının doğal bir uzantısı olarak yer alıyor, çok daha savunmasız onlar, ama şu an konumuz onlar değil. yetişkin olup, iyi ve kötü ayrımını idrak edebilen, ama yine de sistemin acımasızlığı karşısında çaresiz kalan bireyden bahsediyoruz.
mekan berlin, zaman rusların işgal anı. hitler'in intiharı filmin ortalarında bir yerde vuku buluyor. berlin'de ancak kadınlar, çocuklar ve tek tük yaşlı erkekler mevcut. bir de tabii işgalci kuvvetlerin savaşın koşulları doğrultsunda şiddettin legalleşmesine, dolayısıyla da şiddet uygulamaya alışmış zorba erkek güruhu. tabii aylardır kadın yüzü görmemiş erkeklerin ilk işi de özellikle karşı koyan kadınlara tecavüz etmek. kadınların karşı koyması onların temiz olduğu anlamına geliyormuş! başlarda kaçmaya çalışsalar da, kaçısın mümkün olmadığını kısa sürede anlıyorlar. tecavüz kaçınılmazsa zevk almaya çalış klişesinin canlanmış hali olarak da zamanla rutin bir şekil alıyor bu tecavüzler. filmin pek çok karesinde "tüm almanya kocaman bir genelevi" tümcesini duyuyoruz. hatta filmin bir karesinde kikirdeyerek kaptıkları hastalıkları ya da rağbet gören pozisyonları konuşan kadınları görüyoruz. başrolde olan ve günlüğü de kaleme alan kadın karakter, aslında kültürlü, okumuş bir gazeteci. komutanlardan birinin metresi olursa rast gele tecavüz eyleminden korunacağını düşünerek komutlanlara yaklaşıyor ve sonunda bir binbaşının metresi olmayı başarıyor. böylece içinde yaşadığı evi de binbaşının ve kurmaylarının sık sık girip çıkmasıyla tam olmasa da bir nevi koruma altına aldırmış oluyor. filmin başında tüm bu yaşadıklarını yazmış olduğu yırtık pırtık defterden temize çekmek üzere ilk sayfayı daktiloya yerleştirirken görüyoruz, sonrası kesintisiz bir 'flashback' şeklinde geçiyor. ve hemen başında isimsiz kadının cephede çarpışmaya giden bir bir partneri olduğunu görüyoruz, filmin sonunda ortaya çıktığında film boyunca elinde kurşun kalemle sürekli yazmış olduğu günlüğünü ona verdiğini görüyoruz. ancak erkek bu gerçekle başa çıkamıyor ve alıp başını gidiyor. aslında bu davranışıyla, savaş sonrası cepheden dönen erkekleri simgelemiş oluyor. erkek egemen dünyasının kabul etmek istemeyeceği gerçeği yok saymaları, işgalci kuvvetlerin tecavüzüne uğramış pek çok kadının susmasına neden olmuş, ve sanki böylesi bir zulüm hiç olmamış gibi davranılmıştır.
bu durumda kitabı yazan "anonyma"nın ölümünden sonrasıa kadar neden adını saklamak istediği anlaşılır bir durum. tek bir erkeğin dahi kabul edemediği bir gerçeği erkek egemen bir ulus asla kabul etmeyecektir. nitekim de öyle olur: 1959'da isviçre'de kitap yayınlandığında büyük tepki çeker ve alman kadınına karşı hakaret olarak algılanır, ikinci basımı da yasaklanır. ancak 2003'de ölümünden sonra alman süddeutsche zeitung'da bir editör yazarın gerçek kimliğini marta hillers olarak açıklar.
kitabın kendisini okumadım, film ne kadar kitabın kendisine sadık kalmış bilemeyeceğim. ancak film boyunca baş karakterin isimsizliği, kimlik korumadan ziyade bir kimliksizlik imgesi yarattı bende. hitler'e inanmış ve hitler ekonomisinin ülkeyi kalkındırdığı yıllarda olan bitene sesini çıkarmamış olan birisinin yenilgiden sonra mağdura dönüşmesinin bir simgesi gibidir bu isimsizlik. kaybettiği her şeyleriyle birlikte, kimliğini belirleyen en önemli unsurlardan biri olan ismini de kaybettiğini göstermektedir. yani "kadının adı yok"tur, yzyıllardan beri olduğu gibi. tecavüz kavramı ancak ismi belirsiz bir kadının başına gelebilir, isim aldığında canlanacak ve bizlerden biri olacaktır,.. ama tezat olarak da, isimsiz kalması tüm kadınlığı kapsadığı anlamoına da gelmiyor mu... işte size tam bir çelişki!
beni bir parça rahatsız eden meselelerden biri, filmim zaman zaman almanların ruslara yaptıklarını görgü şahitlerinin anlatımıyla değinmesi. zaten o açısı fazlasıyla işlenmiş bir konu bu, tekrar değinmeye gerek var mıydı sorusu sanki kadınların tecavüzünü meşru mu göstermek istiyor sorusunu da getiriyor. ilk sahne askerin köyündeki çocukların alman askerleri tarafından nasıl zalimce anlatıldığı ve baş karakterimiz olan kadın gazetecinin çevirmenlik yapmak zorunda kaldığı sahne, diğeri ise binbaşının karısının almanlar tarafından öldrüldüğünü, binbaşıya aşık olan ilk yardım görevlisi kadının gazeteci kadını suçlarcasına söylemesiyle gündeme gelir. bu bir suç karşılaştırması mıdır? bunu yapmak ne oranda doğru? alman ordusunun tarih içindeki en büyük insanlık suçlarından işlediğini tüm dünya biliyor zaten, ama hitler rejiminin getirdiği refaha pragmatist açıdan yaklaşıp gerçekleri sorgulamamış, rahatını sırf bozmamış olduğu için kadınları böylesi ağır bir şekilde cazlandırmak mı gerekir? tabii ki bu aşırı bir yoruma kaçmış olabilir, ama bende uyandırdığı izlenim bu. elbette şimdi, alman halkını bir de mazlum durumda mı görmemiz gerekiyor gibisinden protestoları duyar gibiyim. burada söz konusu olan hangi tarafta olunduğu değildir, zira savaşta her zaman siviller, ama en çok da kadınlar ve çocuklar mağdur olur, ölür, katledilir... üstelik savaşı onlar başlatmamıştır.
filmdeki en çarpıcı ve belki de en kitş yönlerinden biri, tüm bu vahşi tecavüz sahnelerinin gerisinde "bilmediğimiz anlamda" bir aşk öyküsünün de gelişiyor olması: binbaşı anatol ile gazeteci kadın arasında. anatol iki üç dil bilen, piyano çalabilen ve askerliği de meslek olarak icra etmediği anlaşılan eğitimli biridir ve anonyma'nın kültürlü oluşundan, güzelliğinden son derece etkilenmiştir. zaman içinde anonyma da ona karşı duygular beslemeye başlar, ama filmde de altı çizildiği üzere, bilinen anlamda bir aşk değildir bu, zira aşkın tarifi bu koşullar altında değişmiştir. ancak binbaşı ona daha fazlasını, yani onunla gitmeyi teklif ettiğinde, "kocam döndüğünde bıraktığı kadını bulmalı" gerekçesiyle reddilir. fakat kocası zaten bıraktığı kadını bulmayacaktır.
dolayısıyla herakleitos'un dediğine geliyoruz yeniden "savaş her şeyin babasıdır". yeni bir düzenin gelebilmesi için eskinin yıkılması gerekmektedir ve bu ancak savaşla mümkündür. kimini efendi ve özgür, kimini köle yapacaktır....

meraklısına eser ve yazarıyla ilgili linkler:

7 Temmuz 2010 Çarşamba

the road

cormack mccarthy'nin aynı adlı kitabından uyarlama olan filme yönetmen John Hilcoat'un elleri değmiş. kitabı okumadım, ama okuyanların izlenimi, yapılabilecek en iyi uyarlamanın bu olacağı yönünde.
aslında bu uyarlama işi zaten tam başa bela bir mevzu, çoğu kitap sever, eserin katlediğini düşünüyor -ki ben de bu görüşe çoğu zaman katılanlardanım- haksızlık da etmiyor bunu diyerek, yazıyla ifade edilen imgenin satır arası boşlukları olur, okuyucu bu boşlukları alır, tepe tepe kullanarak kendi yaratıcılığı doğrultusunda da gönlünce doldurur, oysa görsel sanatlarda, o eseri ele alan sanatçının yaratıcılığına mahkum oluyoruz. ama itiraf etmeliyim ki kitabın çok üzerinde, benim naçiz yaratıcılığmın belki de hiç erişemeyeceği boyutlara taşıyan filmler de olmuştur. J.G. Ballard'a hazılık etmeyeyim, ama Güneş İmparatorluğu Spielberg tarafından başka bir yapıt kategorisine girivermişti gözümde hemen. farkındayım konudan saptım, edebiyat uyarlamalarını işlediğim bir dersi bir sene boyunca verince insan kendini kolayca kaptırıyor bu mevzuya.
gelelim "the road" filmine: adından da anlaşılacağı üzere, bu bir yol filmi. ama alışkın olduğumuz türden yol filmleri değil. gri bir arka plan üzerinde, ölmeye yüz tutmuş bir distopiada geçiyor. yollarda bir baba ve oğul. filmdeki veriler, filmin günümüzde geçtiğini gösteriyor. sebeninin hiç bir şekilde anılmadığı, ama günümüzdeki doğa kirliliği ve karbon dioksit salınımlarını düşününce dünyayı saran bir sera etkisinden kaynakladığını söylemek mümkün. öyle bir sera etkisi ki, çevrecilerin olacağını söylediği tüm kara tablo gerçekleşmiş gibidir: gri arka planın hakim olduğu sahnenin içinde ağaçlar birer birer ölüyor, hayvanların çoğu, hatta neredeyse hepsi yok olmuş, devlet mefhumu ortadan kalkmış, kaos hüküm sürüyor ve yer yer depremler şiddetini hissettiriyor. sürekli yanmakta olan bir amerika atmosferinde, yiyecek sıkıntısı baş göstermiş, dolayısıyla kanibalizm tavan yapmış, bilhassa çocuklar avlanmış ve mideye inidirilmiş durumda (Jonathan Swift'in "naçizane öneri" adlı satirik metnini anımsatan bir durum).
film boyunca isimlerini öğrenemediğimiz ve kısaca "papa" ve "boy" olarak isimlendirilmiş iki ana karakter filmi baştan sona başarılı bir şekilde dolduruyor. viggo mortensen oğlunu can pahasına korumaya çaba sarf eden, sürekli panik ve umutsuz bir babayı inandırıcı bir şekilde veriyor. ama beni en çok küçük oyuncu Kodi Smith-McPhee etkiledi desem yeridir. bu kara atmosfer içinde yetişmekte olan çocuk imajını başarılı bir şekilde veriyor. sadece iyiliğe olan inancında, belki çocuk naifliğinden belki de babanın negatif bakışına zıt kutup oluşturması için biraz gerçek dışı duran bir ısrar buldum. onun dışında yaşından büyük bir oyunculuk sergilediği kesin. özellikle böceği ilk kez gördüğü sahne hem atmosferi hem de çocuk merakını çok iyi aktaran başarılı bir ayrıntı.
yönetmeni kutladığım bir başka detay da tüm o gri, ölü atmosferi renkli 'flashback'lerle rahatlatmasını bilmesi. ama bu zaten siyah-beyaz çekilmiş filmlerin çokça tercih ettiği bir yöntem, arada renkli sahneler katmak. hem o sahnelere bir ayrıcalık verir, hem de siyah beyazla biraz monotonlaşma tehlikesine girebilecek film rahatlatılır.
lafı daha fazla uzatmadan, görme keyfinizi de bozmadan toparlamak gerekirse: görülmeye değer filmler arasına alınması gereken bir yapıt "the road"!

5 Temmuz 2010 Pazartesi

kapınızı yağlayın

iki hafta evvel yaptırdığım kombinin faturası hala gelmeyince açtım adamlara telefon veryansın ettim, nerede faturam diye. adamlar pişkin pişkin, eee biz gönderdik diyorlar, postada kaybolumştur! iyi de güzel kardeşim, bu benim sorunumu çözüyor mu? zaten faturayı hemen vermemeleri tuhaf gelmişti, yok postayla göndereceğiz bilmem ne... internetten bulduğun tamir servisi bu kadar oluyormuş demek ki... eee ne zaman göndereceksiniz? "valla şimdi öyle bir şey diyorsunuz ki bayan" zaten "bayaağğn" diye hitap edilemesine bayılırım... o sinirle kapadım. kapar kapamaz da, dur hele yaw, adamların günahını almayayım, belki de gelmiştir. hay demez olaydım...!
posta kutusu dediğim tüm apartmanın ortaklaşa kullandığı kocaman bir kutu, postaların çok rahatça başakaları tarafından açıldığı, açılmakla kalmayıp kaybolabildiği bir sistem bu (ayrı bir yazı konusu bu, gayet hoş tecrübelerim oldu). kutu da üstelik hemen benim kapını karşısında asılı. çıktım, tam postaya bakacağım, arkamda tık bir ses geldi. bir de dönüp baktım ki, oooo benim kapı kapılık işlevini yerine getirip güzelce kapanmamış mı? bir iki ittirdim, cık, kapandım artık, ikna edilmeye hiç müsait değilim diyor, açmammmm! normalde bu kapı böyle yapmazdı... hep aralık bırakıp kapı önünde durmuşluğum vardır, n'aptın ey güzel kapı bu sefer!
eh, herşeyin bir ilki varmış, benim de ilk kapıda kalma tecrübem böyle olacakmış demek...
ne yapsam diye bir kaç saniyelik düşünme hallerinden sonra, şıpıdık terliklerimle iki sokak ötesindeki çilingire yürüdüm. neyse onunla da pazarlık ederek, on lira indirim aldım. geldi, bir parça pvc sokarak kapıyı bir iki dakikda hiç zorlanmadan açtı! hani hep duyardım şu kredi kartı efsanesini, ama şehir efsanesi sanırdım. gözxlerim kocaman açıldı tabii. tevekkeli kilitlemeden kapımı bakkala bile gitmem, moral olsun diye oracaıktı kutladım kendimi. kapı açılınca hemen kontrol de ettim, bu hayta kapı beni niye böyle yüzüstü bıraktı araştırmalarına. kapı aralık durmuyor, vıjjjjd diye ağırlığıyla kapanışa gidiyor. sonunda jetonum düşüverdi, tabii ya, ben geçen hafta çok gıcırdıyor diye yağlamamış mıydım bu kapıyı?!
afferin bana!

6 Haziran 2010 Pazar

sivil insiyatif ya da israil ve cihad

meselenin neresinden başlasam bilemiyorum, her yanından fire veriyor.
ankara kulisi'nde onur öymen çok doğru olarak devlete yönelttiği bir soru vardı: israil'in 27 mayıs'ta mavi marmara'nın gelmemesini, izin vermeyeceklerini ve güç kullanacaklarını açıklamasına rağmen türk hükümeti'nin geminin limandan ayrılmasına neden izin verdiğidir. israil hükümetiyle hangi düzeyde bilgi alışverişi yapıldığı, 31 mayıs'a geçen süre içinde bile bile neden tehlikeli bir yolcuğuluğa, üstelik bir buçuk yaşında bir bebeğin de bulunduğu bu sivil girişime dur denmediği.
ihh mensuplarının ne amaçla o gemide demir sopalar bulundurduğunu düşünmek bile yeter. bunun için belki de 5 ocak'ta mısır kapısında oluşan çatışmayı hatırlamak da gerekli. yani ihh saldırganlığı üslup haline getirmiş gibi görünmekte.
bakınız, israil askerlerinin ilk iniş yaptığı anda ihh'cıların tekbir sesleri eşliğinde sopalarla saldırdığı filmlerde gün gibi aşikar. aynı anda beş gemi daha israil timleri tarafından ele geçiriliyor, peki orada neden saldırı yok?
elbette bu durum orantısız güç kullanıldığı gerçeğini ortadan kaldırmaz, ama ihh aktivistlerinin , daha askerler iner inmez saldırıya geçmeleri, tekbir getirerek ver yansın vurmalarını ben pek barışçıl bir kuruluşun girişimi olarak göremiyorum. amacını cihada çıkmışçasına gerçekleştirme çabasının olmadığını kim söyleyebilir?
diğer yandan, elbette, gazze üzerine dikkatleri çekmekte başarılı olduklarını, dünya kamuoyunda israil'e karşı nefret çıtasının yükselmesine katkı sağladıkları gerçek, ama gazze'nin ablukadan kurtarılmasını gerçekten sağlayabilecek mi bu? üstelik, salt yahudi olmalarıyla nedeniyle masum insanlara yapılan saldırıların hesabını kim verecek?
hemen ardından çıkan rachel corrie gibi gemilerin varlığı o anlamda umut veriyor. ama diğer yandan en başından israil'e direnmeyeceklerini bildirmişler ve askerler gemiye çıktıklarında direnmeksizin teslim olmuşlardır. tabii ki aleyhte konuşmak istendiğinde, israil'in gözü korktu, onun için bu sefer yaralı olmamasına dikkat etti diyenler olacaktır. o zaman hemen, mavi marmara ile aynı anda ele geçirilen diğer beş gemiyi anımsatırım.
orada ne olup bittiğine dair bizler ancak varsayımlarda bulunabiliriz. gerçek olan bir tek veri var, o da masum hedeflerle yola çıkmamış sivil bir insiyatifin saldırıya uğradığı, israil askerlerinin orantısız güç kullanıldığı, ve türkiye'nin bu olayda sorumluluğunu kabul etmeden kendisine savaş açılmış gbi davrandığı!
uluslararası alanda da bir yaptırım sağlayabilmiş değil türkiye, birleşmiş milletlere dahil tek bir ülkeden israil'i kınama bilgisi gelmedi. ancak şok olduklarını bildirmişlerdir ülkeler.
peki ne geçti elimize bütün bundan?
olan o dokuz kişin canına malolmakla kalacak ....

31 Mayıs 2010 Pazartesi

gazze, darfur ve türkiye ya da yunuslu bir gün

sabah beri canlı yayından neredeyse aralıksız aktarılan resimler herkesin zihnine yerleştirmiştir artık. insanın yüreği yüreği burkuluyor, midesine kramplar giriyor elbette.
tam da bu satırları yazmaya çalışırken, aniden ve sanki teselli etmek istercesine iki yunus peydah oluyor vapurun hemen yanında!!! bir anda sabah beri yüreğimi burkan haberleri bertaraf edip flaş haber olarak yerleşiyor kafama. neredeyse netbooku elimden fırlatıp fotoğraf makineme davranıyorum, bu kadar yakından yıllardır görmemiştim ne de olsa, ama serseriler uyanık, devasa bir yakınlıkta bir gösteriyor kendini biri, sonra dalıp gidiyor, belli ki balık sürüsünün peşinden derinlere. hiç olmazsa, bu vapurda onları fark etmiş bir kaç ölümlüye masum bir dünyanın hala var olabileceğini söylüyor sanki bu iki yunus.
resim çekemedim, ama düş görüme öyle bir resim yerleştirmeyi başardılar ki, savaş deklerasyonu yapılmışçasına yaşadığım o panik gitti. ama yine de cinsinin mutur olduğunu anladığım bu iki haylaz konuyu saptırmamalı.
sivil bir yardım örgütünün önderliğinde yol alan bu konvoyunun, hem de uluslararası sularda uğradığı bu saldırı anlaşılır bir şey değil. bu yazıyı yazarken gelen son haberler 16 kişinin öldüğü, elliye kadar da yaralının olduğuna dairdi. resmi makamlarca onaylanmış bir rakam olmasa da ürkütücü bir durum. israil bu yardımı onaylamış olmadığından, ve ablukayı delici bir eylem olarak gördüğünden provaktif olduğunu ve gemide hamas'a yardım götürüldüğü için saldırdığını söylüyor. bu sivil bir yardım kuruluşunun ve bir sürü farklı milletten insanların bulunduğu ve barış amaçlı yola çıktığı belli olan bir filoya saldırma gerekçesi olabilir mi?!!!
yazıyı vapurda bitiremedim, taksim'de olan eylemin sonuna yetiştim, ama eylemin kendisinden ziyade ardında bıraktığı çöp yığınını görünce, eylemlerin çevre kirliliğine katkısını düşünmeden edemedim. yetişemediğim galiba iyi olmuş. muhtemelen beni yadırgarlardı aralarında, ne de olsa daha çok, ya da sadece islami kesimin gövde gösterisiydi bu eylem.
diğer yandan israil'in, yardım gemileri yola çıkmadan çok önce, gelinmemesini, içeri alınmayacaklarını söylediğini anımsatmak bir şey getirir mi bilmiyorum, bu gerçeğin farkında olarak zaten yola çıkıldı. şimdi bazı kesimler, yapay kriz yaratılmak istendi spekülasyonlarını geciktirmeyeceklerdir. peki gerçekten spekülasyon mu? kriz kasten mi çıkarıldı?
kendi içinde yıllardır süregelen kürt meselesini çözmekten aciz bir ülkenin, darfur için ağzını açmaz, hatta katiline kucak açarken, gazze için aslan kesilmesini nasıl açıklamalı? insanlık yardımı nerede başlıyor? hangisini görmeli ya da görmezlikten gelmeli??
yok yok, ben yunusları düşlemek istiyorum...

6 Mayıs 2010 Perşembe

böyle millete böyle meclis

"Anayasa paketinin görüşmeleri dün sabah kavgayla başlayıp kavgayla devam etti. Gece saatlerinde Başbakan Tayyip Erdoğan’ın mal varlığıyla ilgili çıkan tartışma gerilimi iyice artırdı, AKP ve CHP’liler yumruklaştı."
niye şaşırıyorsunuz? bu kabadayıları seçen kim? sokaktaki adamdan ne farkları var ki? yan baktığı gerekçesiyle adam öldürülen bir ülkede, elbette fikir ayrılıkları kavga sebebi olacak. sonuçta halkı temsil etmek üzere oraya seçilmediler mi? ha yani milletvekili olmaları daha medeni bir şekilde anlaşacaklarının garantisi mi olacaktı? yo bence en layığıyla halkı temsil ediyorlar! daha iyisi can sağlığı. yoksa değil mi? mesela meclise silah sokamıyorlar, zaten sokabilseler, kesin çoktan sıkmışlardı birbirlerine kurşunları... peki ne olurdu öyle olsa? olacak değil ya, yine de en düşsel ihtmalle 550'den biraz düşerdi sayıları. ne de olsa dünya üzerinde neredeyse en iyi maaş alan milletvekilleri bizde. kimin cebinden çıkıyor bu? elbette biz ödüyoruz maaşlarını, hani bir ikisinin maaşı eminim on aileyi gayet güzel geçindirirdi. üstelik, hiç bir ülkede var olmayan ömür boyu emeklilikleri de cabası... tabii bana e-mail yoluyla gelen şu bilgiler gerçeği yansıtıyorsa:

Yılmaz Dağdeviren, emek vermiş, zaman ayırmış, ter dökmüş tuzu kuruluğun kıyaslanabilir tablosunu çıkartmış, Sizin de bilginiz olsun.
Kesin, bir kenara koyun.

İş: T.C. Milletvekilliği

Görev tanımı:
Parti başkanının vereceği talimat doğrultusunda mecliste parmak indirilip kaldırılacak.
Sosyal haklar:
Ayda 9,5 milyar TL maaş
2 yılda emeklilik hakkı
Emekli olunca ömür boyu ayda 6 milyar TL maaş

Ülke Norveç:
Kişi başı milli geliri: 98.000 $.
Milletvekili maaşı: 7.500 $.
Yan ödeme: Yok.
Emeklilik: 65 ten sonra.
Maaşın milli gelire oranı: % 7.6.

Ülke İsviçre:
Kişi başı milli geliri: 65.000 $.
Milletvekili maaşı: 4.200 $.
Yan ödeme: Yok.
Emeklilik: Yok.
Maaşın milli gelire oranı: % 6.4.

Ülke Danimarka:
Kişi başı milli geliri: 64.000 $.
Milletvekili maaşı: 5.000 $.
Yan ödeme: Yok.
Emeklilik: Yok.
Maaşın milli gelire oranı: % 7.8.

Ülke Finlandiya:
Kişi başı milli geliri: 52.000 $.
Milletvekili maaşı: 4.000 $.
Yan ödeme: Yok.
Emeklilik: Memur gibi.
Maaşın milli gelire oranı: % 7.6.

Ülke Hollanda:
Kişi başı milli geliri: 52.000 $.
Milletvekili maaşı: 5.660 $.
Yan ödeme: 150 $.
Emeklilik: Memur gibi.
Maaşın milli gelire oranı: % 10.8.

Ülke Avusturya:
Kişi başı milli geliri: 50.500 $.
Milletvekili maaşı: 8.100 $.
Yan Ödeme: Yok.
Emeklilik: Yok.
Maaşın milli gelire oranı: % 16.

Ülke Belçika:
Kişi başı milli geliri: 47.000 $.
Milletvekili maaşı: 5.064 $.
Yan ödeme: 1.423 $.
Emeklilik: Yok.
Maaşın milli gelire oranı: % 10.6.

Ülke İngiltere:
Kişi başı milli geliri: 46.500 $.
Milletvekili maaşı: 6.200 $.
Yan ödeme: Londra kenti
9 gidiş-geliş bileti.
Emeklilik: Memur gibi.
Maaşın milli gelire oranı: % 13.3.

Ülke Fransa:
Kişi başı milli geliri: 46.000 $.
Milletvekili maaşı: 4.648 $.
Yan ödeme: Yok.
Emeklilik: 55 yaş sonrası.
Maaşın milli gelire oranı: % 10.

Ülke İtalya:
Kişi başı milli geliri: 40.000 $.
Milletvekili maaşı: 9.150 $.
Yan ödeme: Yok.
Emeklilik: Memur gibi.
Maaşın milli gelire oranı: % 22,8.

Ülke İspanya:
Kişi başı milli geliri: 37.000 $.
Milletvekili maaşı: 2.312 $.
Yan ödeme: 1.500 $.
Emeklilik: Memur gibi.
Maaşın milli gelire oranı: % 4.

Ülke Çek Cumhuriyeti:
Kişi başı milli geliri: 21.000 $.
Milletvekili maaşı: 1.900 $.
Yan Ödeme: Yok.
Emeklilik: Yok.
Maaşın milli gelire oranı: % 9.

Ülke Litvanya:
Kişi başı milli geliri: 15.000 $.
Milletvekili maaşı: 820 $.
Yan ödeme: Yok.
Emeklilik: Yok.
Maaşın milli gelire oranı: % 5.4.

Ülke Polonya:
Kişi başı milli geliri: 14.000 $.
Milletvekili maaşı: 1.893 $.
Yan ödeme: Yok.
Emeklilik: Yok.
Maaşın milli gelire oranı: % 13.5.

Ülke Ermenistan:
Kişi başı milli geliri: 4.000 $.
Milletvekili maaşı: 200 $.
Yan ödeme: Yok.
Emeklilik: Yok.
Maaşın milli gelire oranı: % 5.

ÜLKE TÜRKİYE.
Kişi başı milli geliri: 10.000 $.
Milletvekili maaşı: 5.600 $.
Yan ödeme: Harcırahlı.
Emeklilik: Yaş sınırı yok.
Çifte emekli geliri var.
Maaşın milli gelire oranı: % 56.

Küba'daki durum:
Milletvekili maaşı yok.
Beceriksiz çıkarsa, halkın geri çağırma hakkı var.
Emeklilik yok.
Harcırah, yolluk yok.
Sadece ve sadece Küba halkına hizmet etme onuru var.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

siirt ya da sineklerin tanrısı - 2

bu hususta çok yazılıp çizildi, ancak radikal iki'deki yazısıyla seda akço'nun dile getirdiklerini okumaya ve özellikle üzerinde düşünmeye değer buldum. olanlardan sonra dövünüp ağlanmanın ötesinde bunu nasıl önleyebiliriz üzerine kafa yormuş ve okuyucusunu da kafa yormaya davet etmiş akço. bu olayların hiç biri münferit değil, sadece gelişen medya vasıtasıyla artık daha kolay duyulur oldu. üstleik salt bize özgü de değil. dünyanın her birinde yaşanıyor ve tarihte eskiden beri var olagelen bir vahşet. yani prono sitelerini yasaklayarak önlenebilecek bir durum değil. - bu da tartışılmaya değer bir konu, gerçekten porno siteler mi teşvik ediyor? internet öncesi teşvik eden neydi o halde?-
bu hususta birey olarak ne yapabiliriz, onu düşünmek gerekiyor sanırım. hani hep birlikte istismara karşı dernek kuralım demiyorum, ama o denli yaygın ki çocuk istismarı ve o denli normal görünümlü kü bunu yapan manyaklar, sadece gözleri açmak gerektiğini düşünüyorum, zira yan komşunuzda dahi yaşanıyor olabilir ...

28 Nisan 2010 Çarşamba

siirt ya da sineklerin tanrısı

bu konuda yazıp yazmama hususunda, gündeme geldiğinden beri düşünüyorum. ağır mesele ne de olsa. siirt'te sekiz çocuğun iki bebeğe yaptığı zalimce olaylar. bu habere link vermeyi de doğru bulmuyorum, çünkü okuduğum haberlerin hiç biri etik limitin nerede başlayıp nerede bittiğine dikkat etmeden - niye şaşırtmıyor?- yazılmış. verilen detaylar şiddete susamış zihniyetleri doyurmaya yönelik bir şekilde yazılmış bir hava yaratıyorlar. ama gündemi takip edenler hangi olaydan bahsettiğimi biliyordur diye özet de geçmek istemiyorum.
13, 14 yaşlarında sekiz çocuğu buna iten nedir? işledikleri suçun boyutunu, yaptıklarının kötü olduğunu algıladıklarını belirtmiş onlarla görüşen uzman psikologlar. bu ise daha da korkunç bir boyuta taşıyor yapılanı. yani bilinçli bir şekilde suç işliyorlar, ve bunu bir defa değil, ikinci kez tekrarlıyorlar. anlatılanlardan da çıkan, bunu bir hafta öncesinden planladıkları, hatta alt zeminini yaratmak için ön hazırlıklarını -bebekleri kaçıran kıza şantaj- yapacak kadar da soğuk kanlılar.
psikologların bunu, oynadıkları bilgisayar oyunlarından etkilendikleri gibi ucuz bir açıklamaya girişmezler umarım, bildiğim kadarıyla hiç bir bilgisayar oyununda bebeklere tecavüz yok.
yalnız bu münferit bir olay değil. ingiltere de bir kaç evvel olmuştu, ki ufak çocuk bir bebeği kaçırıp döverek öldürmüştü. hatta o kadar uzağa gitmek de gerekmiyor, geçen sene bizde, mendil satan 5 yaşındaki bir çocuk yine 11, 12 yaşlarındaki çocuklar tarafından ölesiye dövülmüş, öldü diye köprü altına atılmıştı.
tezim nedeniyle şiddettin tarihçesini, toplumsal boyutlarını, savaştaki uzantılarını incelememe rağmen yine de insanoğlunun şiddet sınırlarını nasıl genişletebildiğini, acımasızlığını gün yüzüne çıkarabilme yetisine yine de şaşırıyorum, aklım alsa da yüreğim almıyor.
sonra gelip btün bu olan bitende basın suçluymuş, sanki basın öldürün, tecavüz edin demiş gibi demeçler veriliyor. başta baş baş bakan söylüyor bunu. bir yıl evvel olan olayı neden gündeme taşıyorlarmış şimdi, yara alırmışmış toplum. nedir bu? ört bas mı edilmesi gerekir? zaman aşımına mı uğradı suç? suç kapsamından mı çıkarıldı bu sayede?
sıçluyu aramak yerine böylesi hastalıklı hale gelen bir toplum nasıl tedavi edilebilir, onu bulmak gerekiyor. yok izmir'de seri katil, yok mainsa'da cinsel istirmarcılar ve daha nice üçüncü sayfa haberlerini dolduran olaylar... bu toplum ciddi bir şiddet ekseninde açılım yapıyor, başka hiç bir şeyde değil!

15 Nisan 2010 Perşembe

vurun gençlere! - 2

türkiye'de bir şeyler değişmeye mi başladı diyerek umutlansak mı? polis devleti olma yolunda tehlikeli bir gidişat sergiliyorduk, ama son zamanlarda, polislerin de sorgulanıyor olması, iyiye işaret olarak saymak istiyorum. darısı, polisin "kontrolsüz güç" kullandığı tüm diğer olayların başına o halde!

14 Nisan 2010 Çarşamba

vurun gençlere!

neymiş, okuldan dönüyormuş, ba ba ba yalana bak, 14 yaşındaki veledin okulda ne işi var? okuyup da başımıza bela mı olacak? onu okula gönderende kabahat! aslında kapatacaksın şu okulları! böylece potansiyel vatan hainlerinin yetişmesi de engellenecek. en güzeli bu işte. pek beğendim bu fikrimi. eğitim reformu olarak sunmakta fayda görüyorum. hani bir eğitimci olarak belki işsiz kalabilirim, ama olsun,vatan kurtulsun yeter. bu okulların ne faydası var ki zaten?