14 Temmuz 2010 Çarşamba

anonyma - eine frau in berlin

tezim nedeniyle savaş kavramıyla fazlasıyla yüzleşmiş ve şiddet kavramının gelişimini irdelemek zorunda kalmış biri olarak "berlin'de bir kadın"ın bildiğiniz savaş filmlerinden farklı bir kulvarda değerlendirmek gerektiğini belirtmeliyim. ikinci dünya savaşı içeriği nedeniyle suyu çıkarılmış bir konu olabilir, ama etik açıdan bakıldığında işlenmiş en büyük insanlık suçlarından biriyle yüzleşmenin bu denli kolay bitmemesi anlaşılır bir durum. isterseniz kapitalist açıdan bakın, sineğin bile yağ verdiği zengin bir içerik deyin. ne derseniz deyin, "anonyma - eine in frau in berlin" hem az değinilmiş bir konu olan 'savaşta kadın' sorunsalına bakıyor, hem de kaynağını almış olduğu ve savaş sonrası basılıp, büyük tepkiler çektikten sonra ikinci basımı yasaklanan gerçek bir günlüğün yeniden hatırlanmasını sağlıyor. bir taşla iki kuş durumları...
savaşta en çok yara alan -hoş, hayatın içinde de öyle değil mi zaten!- kadınlar oluyor yine. erkek egemen dünyanın "zayıf" elemanı hedef alınıyor. şiddet zayıf olana yöneltiliyor. elbette şimdi pek çoğu karşı çıkıp "ya çocuklar" diyeceklerdir. çocuklar kadın kavramının doğal bir uzantısı olarak yer alıyor, çok daha savunmasız onlar, ama şu an konumuz onlar değil. yetişkin olup, iyi ve kötü ayrımını idrak edebilen, ama yine de sistemin acımasızlığı karşısında çaresiz kalan bireyden bahsediyoruz.
mekan berlin, zaman rusların işgal anı. hitler'in intiharı filmin ortalarında bir yerde vuku buluyor. berlin'de ancak kadınlar, çocuklar ve tek tük yaşlı erkekler mevcut. bir de tabii işgalci kuvvetlerin savaşın koşulları doğrultsunda şiddettin legalleşmesine, dolayısıyla da şiddet uygulamaya alışmış zorba erkek güruhu. tabii aylardır kadın yüzü görmemiş erkeklerin ilk işi de özellikle karşı koyan kadınlara tecavüz etmek. kadınların karşı koyması onların temiz olduğu anlamına geliyormuş! başlarda kaçmaya çalışsalar da, kaçısın mümkün olmadığını kısa sürede anlıyorlar. tecavüz kaçınılmazsa zevk almaya çalış klişesinin canlanmış hali olarak da zamanla rutin bir şekil alıyor bu tecavüzler. filmin pek çok karesinde "tüm almanya kocaman bir genelevi" tümcesini duyuyoruz. hatta filmin bir karesinde kikirdeyerek kaptıkları hastalıkları ya da rağbet gören pozisyonları konuşan kadınları görüyoruz. başrolde olan ve günlüğü de kaleme alan kadın karakter, aslında kültürlü, okumuş bir gazeteci. komutanlardan birinin metresi olursa rast gele tecavüz eyleminden korunacağını düşünerek komutlanlara yaklaşıyor ve sonunda bir binbaşının metresi olmayı başarıyor. böylece içinde yaşadığı evi de binbaşının ve kurmaylarının sık sık girip çıkmasıyla tam olmasa da bir nevi koruma altına aldırmış oluyor. filmin başında tüm bu yaşadıklarını yazmış olduğu yırtık pırtık defterden temize çekmek üzere ilk sayfayı daktiloya yerleştirirken görüyoruz, sonrası kesintisiz bir 'flashback' şeklinde geçiyor. ve hemen başında isimsiz kadının cephede çarpışmaya giden bir bir partneri olduğunu görüyoruz, filmin sonunda ortaya çıktığında film boyunca elinde kurşun kalemle sürekli yazmış olduğu günlüğünü ona verdiğini görüyoruz. ancak erkek bu gerçekle başa çıkamıyor ve alıp başını gidiyor. aslında bu davranışıyla, savaş sonrası cepheden dönen erkekleri simgelemiş oluyor. erkek egemen dünyasının kabul etmek istemeyeceği gerçeği yok saymaları, işgalci kuvvetlerin tecavüzüne uğramış pek çok kadının susmasına neden olmuş, ve sanki böylesi bir zulüm hiç olmamış gibi davranılmıştır.
bu durumda kitabı yazan "anonyma"nın ölümünden sonrasıa kadar neden adını saklamak istediği anlaşılır bir durum. tek bir erkeğin dahi kabul edemediği bir gerçeği erkek egemen bir ulus asla kabul etmeyecektir. nitekim de öyle olur: 1959'da isviçre'de kitap yayınlandığında büyük tepki çeker ve alman kadınına karşı hakaret olarak algılanır, ikinci basımı da yasaklanır. ancak 2003'de ölümünden sonra alman süddeutsche zeitung'da bir editör yazarın gerçek kimliğini marta hillers olarak açıklar.
kitabın kendisini okumadım, film ne kadar kitabın kendisine sadık kalmış bilemeyeceğim. ancak film boyunca baş karakterin isimsizliği, kimlik korumadan ziyade bir kimliksizlik imgesi yarattı bende. hitler'e inanmış ve hitler ekonomisinin ülkeyi kalkındırdığı yıllarda olan bitene sesini çıkarmamış olan birisinin yenilgiden sonra mağdura dönüşmesinin bir simgesi gibidir bu isimsizlik. kaybettiği her şeyleriyle birlikte, kimliğini belirleyen en önemli unsurlardan biri olan ismini de kaybettiğini göstermektedir. yani "kadının adı yok"tur, yzyıllardan beri olduğu gibi. tecavüz kavramı ancak ismi belirsiz bir kadının başına gelebilir, isim aldığında canlanacak ve bizlerden biri olacaktır,.. ama tezat olarak da, isimsiz kalması tüm kadınlığı kapsadığı anlamoına da gelmiyor mu... işte size tam bir çelişki!
beni bir parça rahatsız eden meselelerden biri, filmim zaman zaman almanların ruslara yaptıklarını görgü şahitlerinin anlatımıyla değinmesi. zaten o açısı fazlasıyla işlenmiş bir konu bu, tekrar değinmeye gerek var mıydı sorusu sanki kadınların tecavüzünü meşru mu göstermek istiyor sorusunu da getiriyor. ilk sahne askerin köyündeki çocukların alman askerleri tarafından nasıl zalimce anlatıldığı ve baş karakterimiz olan kadın gazetecinin çevirmenlik yapmak zorunda kaldığı sahne, diğeri ise binbaşının karısının almanlar tarafından öldrüldüğünü, binbaşıya aşık olan ilk yardım görevlisi kadının gazeteci kadını suçlarcasına söylemesiyle gündeme gelir. bu bir suç karşılaştırması mıdır? bunu yapmak ne oranda doğru? alman ordusunun tarih içindeki en büyük insanlık suçlarından işlediğini tüm dünya biliyor zaten, ama hitler rejiminin getirdiği refaha pragmatist açıdan yaklaşıp gerçekleri sorgulamamış, rahatını sırf bozmamış olduğu için kadınları böylesi ağır bir şekilde cazlandırmak mı gerekir? tabii ki bu aşırı bir yoruma kaçmış olabilir, ama bende uyandırdığı izlenim bu. elbette şimdi, alman halkını bir de mazlum durumda mı görmemiz gerekiyor gibisinden protestoları duyar gibiyim. burada söz konusu olan hangi tarafta olunduğu değildir, zira savaşta her zaman siviller, ama en çok da kadınlar ve çocuklar mağdur olur, ölür, katledilir... üstelik savaşı onlar başlatmamıştır.
filmdeki en çarpıcı ve belki de en kitş yönlerinden biri, tüm bu vahşi tecavüz sahnelerinin gerisinde "bilmediğimiz anlamda" bir aşk öyküsünün de gelişiyor olması: binbaşı anatol ile gazeteci kadın arasında. anatol iki üç dil bilen, piyano çalabilen ve askerliği de meslek olarak icra etmediği anlaşılan eğitimli biridir ve anonyma'nın kültürlü oluşundan, güzelliğinden son derece etkilenmiştir. zaman içinde anonyma da ona karşı duygular beslemeye başlar, ama filmde de altı çizildiği üzere, bilinen anlamda bir aşk değildir bu, zira aşkın tarifi bu koşullar altında değişmiştir. ancak binbaşı ona daha fazlasını, yani onunla gitmeyi teklif ettiğinde, "kocam döndüğünde bıraktığı kadını bulmalı" gerekçesiyle reddilir. fakat kocası zaten bıraktığı kadını bulmayacaktır.
dolayısıyla herakleitos'un dediğine geliyoruz yeniden "savaş her şeyin babasıdır". yeni bir düzenin gelebilmesi için eskinin yıkılması gerekmektedir ve bu ancak savaşla mümkündür. kimini efendi ve özgür, kimini köle yapacaktır....

meraklısına eser ve yazarıyla ilgili linkler:

Hiç yorum yok: