10 Temmuz 2015 Cuma

modern köle ticareti

ne zamandır aklımda bu mevzu, yazmak istiyorum, elim bir türlü değmiyor. 
okuyucum bilir, mastır tezimi şiddet üzerine yaptığımdan beri, ara ara bu mevzuları deşer dururum bloğumda. 
gel de irdeleme: ister istemez şahit olduğum şiddet olaylarına daha farklı yaklaşır, şiddetin türlü derecelerini toplumsal yaşantı içerisinde gözlemler oldum, nasıl yazmayayım? 
biliyorsunuz şu klişe zinciri: baba anneye şiddet uygular, anne çocuğuna, çocuk ise ya kardeşine, ya da mevcutsa evdeki köpüşe, kediciğe, dört bacaklı, kanatlı uçan koşan diğer canlara, yani "hayvanlara" uygular. 
neticede canlıların her katmanında vuku buluyor bu trajik mefhum. güçlünün zayıfı ezebildiği her katmanda var olmaya da devam edecektir. güçlü ezebildiği sürece, ve ezilen karşı koymadığı sürece zayıfı ezecektir.

bazen ise zincirin birkaç halkası birden atlanır, yalnız yaşayan biri evine aldığı cana işkence uygular. alt kat komşumun köpek, kedi alıp onlara hayatı dar etmesi gibi. (ah bu ayrı bir yazı konusu olurdu, ama adamı, annesini intihara sürüklediğinden beri (bknz anne şiddeti ya da .... adlı yazıma) değil o adamı detaylı bir şekilde yazmak, aşağıda var olduğunu bile düşünmek istemiyorum. 
geçen gün babasının girişimi ile başarılı bir şekilde kedi kurtardım bunun elinden. yedi sekiz aydır kim bilir ne eziyet görüyordu o güzel sarman kız bunun evinde. 
az evvel belirttim ya, bu herif artık pek yazmak istemeyeceğim türden bir yazı konusu, şu veteriner gibi (sahi o konuda çok sevgili bir öğrencimden geri dönüş oldu, sanırım davanın sonucunu yazmayı ihmal etmişim. yüreğim el verirse yazarım bir ara, ama kısaca belirteyim, hakaret davasından beraat ettim. elbette.) 

hah, evet, şiddeti inceleyince, hele ki bu işin kaynağının neye dayandığını kapsamlı bir şekilde felsefi alt yapısını irdeleyen bir ismi anmadan geçemeyeceğim. geçememek mi? yerli yersiz, derslerde bile (öğrencilerimin şaşkın ve uyku mahmuru bakışları eşliğinde) severim hegel'in köle efendi diyalektiği'nden dem vurmayı.  

tamam dem vuruyorum bu kadar da, nedir hegel'in gözünde efendiyle kölenin alıp veremediği, ya da aslında "kölelik nasıl oluşmuştur" çok değerli felsefi alt yapısına. 

kardeş, niye ezebilen bu kadar ezmek istiyor diğerini, sadece gücü olduğu için mi? hegel amca kojeve'in aktarımıyla şunu der 
"[...] insanın gerçekten ve tam anlamıyla "insan" olabilmesi için, demek ki kendi hakkında benimsediği fikri, kendinden başkalarına benimsetmesi gerekir; başkaları tarafından (en ideal durumda herkes tarafından) bilinip-tanınmasını sağlaması gerekir." (bkn. alexandre kojeve - hegel felsefesine giriş S.83)
eh buyrun işte, kişi kendi hakkında edindiği gerçekliğin başkasına da kabul ettirmek ister. ee bu da kendiliğinden olamayacağına göre, yani karşısındaki kişinin de insan olacağı gerçeğinden yola çıkarsak, bu kişi de aynen hasmı gibi davranacaktır diye ileri sürüyor hegel.  
"[...] bundan ötürü de, "ilk" insanoluşturucu eylem, zorunlu olarak bir mücadele şeklinde ortaya çıkar; yani bu insan olduklarını iddia eden iki varlık arasındaki ölümüne mücadeledir; [...]"

tabii hegel, hasmını öldürenleri hangi kefeye koyar, bu hususta bir bilgi yok, yukarıda bahsettiğim kitapta buna dair bir bilgiye rastlamadım. zira hegel'e göre karşısındaki kişiyi ortadan kaldıran, yani  "mücadele eden insanın hiçbir işine yaramaz" hasmını ortadan kaldırmak, ona göre biri diğerini "'diyalektik' olarak yok etmesi gerekir. yani hasmına hayatı ve bilinci bırakması, ama onun sadece özerkliğini tahrip etmesi gerekir.  onu kendisine karşıt ve karşı eylemde bulunan olması bakımından ortadan kaldırması gerekir. başka bir deyişle, onu köleleştirmesi (kullaştırması) gerekir." 

hadi buyrun işte, geldik bir anda köleliğe. ama anladık mı niye eziyormuş? 
niye olacak ayol, karşı taraf beni, benim kendimi gördüğüm gibi görmesini istiyorum da ondan. hani karşı taraf ayna olacak, ama çift taraflı değil, sadece ve sadece beni yansıtacak.  ben onu görmeyeceğim bir nevi. 
aaa susuyorum, galiba hegel daha net anlatmıştı, ben karıştırdım ortalığı.  

bunu genişletip savaşlara kadar vardırabiliriz mevzuyu, ama benim bu yazıya başlama ereğim o değil:
başlıkta dediğim gibi, modern köle ticaretini irdelemek, dürtmek ve bu sayede kitlesel bazda sayısı çok yüksek(!) olan mevcut okuyucumu dürtmek. 
ama moderne geçmeden evvel, kölelik anlam itibariyle nasıl bir şey ona bakalım. alman wikipedi'ye göre, "köleler başka ülkelerden, kendi etniklerinden ve ailelerinden koparılmak suretiyle kendilerine tamamen yabancı etnik, dilsel ve sosyal çevrelere yerleştirilmektedirler.  hak sahibi olmanın dışında durmakta, mallaştırılmakta, dolayısıyla insan olmaktan çıkarılmaktadırlar ve istenildiği gibi alınıp satılabilen metalara dönüştürülmektedirler. o halde bir insanın köleleştirilmesi fiziksel ve kurumsal şiddeti de beraberinde getirmektedir." (çeviri bana ait olduğundan devrik ve kötü cümleler için özür dileyeceğimi sanıyorsan, yanılıyorsun sevgili okuyucum. git kendin daha iyisini yap ve gözüme sok yorum bölümünde ltf, hıh) 

döndük dolaştık şiddete geldik yine. (ah be insanoğlu, birbirinin gözünü, kulağını, pestilini çıkarmasan olmuyor değil mi!?) 
ama bu kısır döngünün ya da yılanın kuyruğunu ısırmasına izin vermeden, kısaca köle ticareti kısmına bir parmak daha basmak isterim: eskiden en yoğun köle ticareti insan üzerinden yürümekteydi. kaldı kı, fark ettiyseniz, köle kavramı açıklanırken insan üzerinden yol alınmaktadır.  
oysa ki, daha yeni, yeni zelanda gibi dünya literatüründe daha demokratik, ekonomik açıdan kalbur üstü sayılabileçek bir ülkede hayvanlar meta olmaktan çıkarıldı ve yaşayan, duygusal varlıklar olarak kabul edildiler yasa karşısında. hak sahibi olmaları için sanırım insanoğlu'nun daha epey, yüzlerce fırın ekmek yemesi gerekir gibi duruyor, hele ki hayvan hakları evrensel bildirgesini bile imzalamamış bir türkiye için sanırım iki bin yıl gibi bir süre verebiliriz.  
aslında o bildirgeye baktığımızda hayvanların "saygı" gösterilemesi gereken birer köle oldukları gerçeğini  şıp diye ayırt ediyorsun. 
türkçe Vikipedi'de bulduğum bildirgeyi aynen kopyalıyorum buraya:

1. Bütün hayvanlar yaşam önünde eşit doğarlar ve aynı var olma hakkına sahiptirler.

2. Bütün hayvanlar saygı görme hakkına sahiptir. Bu hakkı çiğneyerek onları sömüremez. Bilgilerini hayvanların hizmetine sunmakla görevlidir. Bütün hayvanların insanca gözetilme, bakılma, ve korunma hakları vardır.

3. Hiçbir hayvana kötü davranılamaz, acımasız ve zalimce eylem yapılamaz. Bir hayvanın öldürülmesi zorunlu olursa, bu bir anda, acı çektirmeden ve korkutmadan yapılmalıdır.

4. Yabani türden olan bütün hayvanlar, kendi özel doğal çevrelerinde karada, havada ve suda yaşama ve üretme hakkına sahiptir. Eğitim amaçlı olsa bile özgürlükten yoksun kılmanın her çeşidi bu hakka aykırıdır.

5. Geleneksel olarak insanların çevresinde yaşayan bir türden olan bütün hayvanlar uyumlu bir biçimde türüne özgü yaşam koşulları ve özgürlük içinde yaşama ve üreme hakkına sahiptir.

6. İnsanların yanlarına aldıkları bütün hayvanlar doğal ömür uzunluklarına uygun sürece yaşama hakkına sahiptir. Bir hayvanı terk etmek acımasız bir davranıştır.

7. Bütün çalışan hayvanlar iş süresi ve yoğunluğunun sınırlandırılması ve güçlerini artırıcı bir beslenme ve dinlenme hakkına sahiptir.

8. Hayvanlara fiziki ya da psikolojik bir acı çektiren deneyler yapmak hayvan haklarına aykırıdır. Tıbbi, bilimsel, ticari ve başkaca biçimlerdeki her türlü deneyler için de durum böyledir.

9. Hayvan beslenmek için yetiştirilmişse de bakılmalı, barındırılmalı, taşınmalı, ölümü de acı çektirmeden ve korkutmadan olmalıdır.

10. Hayvanlardan insanların eğlencesi olsun diye yararlanılamaz, hayvanların seyrettirilmesi ve hayvanlardan yararlanılan gösteriler hayvan onuruna aykırıdır.

11. Zorunluluk olmaksızın bir hayvanın öldürülmesi yaşama karşı suçtur.

12. Çok sayıda yabani hayvanın öldürülmesi demek olan her davranış bir soykırım, yani bir suçtur.

13. Hayvan ölümüne de saygı göstermek gerekir. Hayvanın öldürüldüğü şiddet sahneleri sinema ve televizyonda yasaklanmalıdır.

14. Hayvanları koruma ve savunma kuralları, hükümet düzeyinde temsil olunmalıdır. Hayvan hakları da insan hakları gibi yasayla korunmalıdır.

bana göre eksiklerle dolu bir hayvan hakları bildirgesi, her bir maddeyi tek tek ele alıp verip veriştiresim var, ama konudan fena feci halde sapacağım korkarım. 
hayvanlar dünyanın pek çok yerinde mal olarak görülmekte ve yukarıda da belirttiğim gibi yeni zelanda dışında insanlara eş değer duygusal varlıklar, hem de yasalar karşısında eşit olarak kabul eden başka bir ülke yok. ben bulamadım, bilen bir okuyucum olursa da bir zahmet bildirsin. bu bilginin ışığnda olumlu bakmak gerekiyor bu bildirgeye galiba. bir sürü dini ritüel uğruna binlerce canlının katledildiği, hele ki et ürünleri, süt ve süt ürünleri uğruna bir günde katledilen can sayısını düşününce, bu bildirge bir iyileştirme olarak görülmeli muhakkak. 

diğer yandan, elbette ki insanı merkeze koymuş bir bildirge bu. başka nasıl olmasını bekleyebilirsiniz ki? belki karşı çıkanlarınız olacak, biz insan bedeni ve zihni sınırlarından bakıyoruz, aksi mümkün mü diye. böyle düşünüldüğünde, nasıl mümkün olsun?! ego temel alındığında, sadece kendi dünyasının sınırlarından yaşama bakmaya alışmış, algısı kıt, gözlem yeteneğinden yoksun insan yavrusu, değil en az bir adet yabancı dile, kendi diline bile vakıf olamazken, nasıl başka suretteki canlıların dilini öğrensin!? nasıl kendini merkezin dışına itebilsin? empati diye bir mefhumu da duymamıştır şüphesiz. 
ah, bizimle aynı habitatı paylaşmaya çalışan canları birazcık gözlerimizi açıp izlesek, nasıl da kendini harikulade bir şekilde ifade ettiğini, bizimle nasıl da iletişime geçtiklerini göreceğiz. 

bu konuda sosyal medya üzerinde geçen sene çok güzel bir yazıya denk gelmiş, aylarca üzerine yazmak istemiş, hep de ertelemiş durmuştum. gel gör ki, dün saatlerce aramama rağmen bulamadım. 
yazı, yunusların kendi aralarındaki dili insanoğlunun yorumlamaktan ne kadar aciz olduğunu, bu dilin aslında olağanüstü gelişmişliğini anlayamadığımızı, kendi odağımızdan baktığımızda teknolojik gelişmeyi aletsel boyutta -hani şu uzay gemileri ile cirit atan, teknolojinin akıl almaz boyutlarında gezinerek dünyamıza ulaşan ve her ne hikmetse form olarak hep insanımsı olan canlılar olarak- algıladığımızı, halbuki yunusların kullandığı sonar iletişimin filmlerdeki bilim kurgu filmlerinde öne çıkarılan ultra gelişmiş holografik janjanlı sistemlere beş çeker olduğundan dem vuruyordu. 

aslında hayvanların ne kadar gelişmiş bir algıya sahip olduğunu kedi ve köpeklere bakarak dahi anlamak mümkün. en basitinden, ne kediler kendi aralarında miyavlıyormuş, ne de köpekler kendi aralarında havlama adetine sahipmiş. bunu o canlının sadece insanıyla iletişim kurabilmek için geliştirmiş olduğu ileri sürülüyor. hatta, bu sabah okuduğum bir makalede köpeklerin, sahiplerinin davranışını zaman içinde nasıl okumayı öğrendikleri belirtiliyordu. o kadar ki, köpek, sahibinin bakışını, yani göz koordinasyonunu bile izleyeçek düzeyde, onun neye odaklandığını anlayabilir hale gelmiş. 
en yakın akrabalarımız olan şempanze ve bonobolar bile insan davranışını bu kadar okumaya kabil değilmiş. hadi buyrun buradan! 
en komik yanı da, makalenin yazarı, bizim kurtları,dolayısıyla köpeklerideğil, onların bizi evcilleştirdiği yönünde düşünmesi. aç kurtların, insanoğluna yaklaştığını söylüyor, zira insan henüz kurtların nasıl bir yarar sağlayabileceği yönünde bir fikri yokmuş bu vuku bulurken, ne de olsa insanın kendisi iyi bir avcı o zamanlar, başka, ya da kendisine destek verecek bir avcıya neden ihtiyaç duysun?  
profesörün görüşüüne göre böylece kurt aç kaldığında çöp karıştırmak için insana yaklaşmıştır. 
bu ne zaman vuku bulmuştur, açıkçası hangi yüzyıldan bahsettiğin anlamadığım için, bu kısmı üzerinde durmayacağım, zaten beni konudan yeterince uzaklaştırdı (yazıyı merak edenler, alttaki nat geo linkini tıklasın!)
ama birbirimizin dilini anlamaya gelince, insanoğlu ciddi manada sınıfta kalıyor. başka cinslerden geçtim, kendi insan cinsini anlamaktan aciz ne yazık ki. daha doğumla başlıyor mevzu. anne bile bebeğinin dilini yeterince okuyamıyor, kendi dili etrafında yorumluyor yaptıklarını. ama sanırım burada annelik endişesi, duygusallık ön plana çıkıyor, ağlayan bebeğe meme verilir, geri hakkında çok kafa yorulmaz. böylece onu anlamak yerine, bebeğe en kısa sürede kendi dilini dayatıyor. bu belki de bir nevi kaspar hauser sendromu olarak görülebilir. aslında ingeborg bachmann'ın "otuz yaş" adlı öyküsüne gönderme yapmak belki doğru olacak. çocuklara dilimizi öğrettiğimiz anda onların kirlenmesine de neden oluyoruz. ama bu başka bir yazının konusu olacak kadar geniş kapsamlı ele alınması lazım. bilemiyorum benjamin button filmini bile çocukların bilge doğdukları, ama cahil öldüklerine dair bir analoji olarak algılayan bendeniz, en iyisi mi konuyu çok da dağıtmadan, daldan dala budaklanmadan, dört bacaklı dostlarımıza geri döneyim. 
dost demek de ayrı bir komiklik, ben dostlarımla ancak gönül sohbetinde görüşürüm, bu dört bacaklı veletler ise birlikte yaşadığım ailem düpedüz. insan cinsini en tepe noktada Görenler buna elbette karşı çıkacaktır, kendi dertleri, hiç de umurunda değil, ama bütün canları eşit gören biri olarak ailemin üyeleri gerekirse kanatlı olur, gerekirse yüzgeçli, soğuk kanlı ya da işte pıtı pıtı kuyruk sallayan cinsinden.  
belki de tam da bu yüzden köpek davranışı üzerine akademik düzeyde okuduğum makaleleri, evimdeki çocuklarımın yaptıklarıyla bağdaştırmayı, dolayısıyla çocuklarımın dilini okumayı öğreniyorum. öğrendim diyemem henüz, daha çooook yolun başındayız, ama sevgiyle herşey öğrenilir. yol aldığımızı görüyorum, ufak ufak. 
mesela benno'nun görsel algısının benimki kadar neredeyse gelişmiş olduğunu gözlemliyorum; yeni her şeye karşı olağanüstü bir merakı var, televizyon izliyor zaman zaman, ya da mağazalara girmeye bayılıyor. ya da tad alma duyusu! yeni herşeyi denemeye hazır, sevmiyorsa tükürüyor zaten.
 
en üzücüsü de tasmalarından ne kadar az hoşlandıklarını fark ediyorum. sabaha karşı sadece, insanların ve arabaların az olduğu saatlerde tasmasız çıktığımız saatler onlar için olağanüstü eğlence zamanları oluyor. hopidi hopidi sokaklarda koşuşturmalarını görmek mutluluktan başka bir şey veremez gerçek bir cansevere! 
ama boyunlarından o kayışı geçirdiğim anda, özellikle yaşça büyük olanında ciddi bir mutsuzluk gözlemliyorum. ah diyorum o zaman, keşke doğa içinde, şehirden uzak bir yaşantımız olsa, çocuklarım  özgürce benimle her yere gelebilse...

ama çocuğunu bile kendi şureti, yani kendi kanından olduğu için seven, dolayısıyla aslında kendisinden başka canı sevmekten aciz insanlarla dolu bu şehirde gel de anlat, bu canların da en az onlar kadar özgürlük hakkı olduğunu. anlatmaya bile başlamadan boğazına sarılıyorlar, başka olanı öldürmeye meyilli olduğunu gösteriyor hatta.  evet ya hegelciğim, bu kısmı eksik bırakmışsın işte, köleleştirmekten dahi aciz bu insanlar neyin nesidir? şimdi bazı insanseverleri duyar gibiyim, ohooooo hayvanlara gelene kadar, şu an ülkemizin içinde bulunduğu kaosu düşün, önce insanı kurtaralım! hayır efendim, sizi gidi insanseverler sizi! kulaklarınızı açın da iyi dinleyin: faşizm sadece etnik köken, dil, cilt rengi vb ayrımlarda vuku bulmaz, benden başkasına tahammülüm yok dediğiniz anda mevcuttur zaten. 

zaten ben canseverlere sesleniyorum, insan- ya da hayvanseverlere değil! hepsini eşit sevmeyi başarmış, her türlü canın yanında olmayı beceren o canverserler! ama o kadar azsınız ki... belki çok olsanız iyilik dengeyi bozacak yine. gece ve gündüz, yin ve yang...

ve evet siz benseverler! nasıl anlayış gösterebilirsiniz ki? sizler için diğer tüm canlar meta, birer tüketim nesnesi. istenildiğinde alınır, sıkılınca da benden sonra tufan rahatlığıyla ormanda terk edilir. ama buna şükür mü demeli! bazılarınız bilim adına kafalarına delikler açar, hatta keser, ya da en başta dediğim gibi et ve süt endüstrisi adına daha doğmadan öldürürler. 

ne diyeyim, iyi ki siz de varsınız, yoksa bu yazımı hiç kaleme almaz, mutlu mesut yaşar giderdim. 


kaynaklar

2 Temmuz 2015 Perşembe

nazlı

nazlı'yı ilk gördüğümde daha bıdıcık bir şeydi, kadıköy'deki beşiktaş iskelesi çıkışında minik karton kutusunu önüne koyar, oyuncak sazını çalmaya çalışırdı. kıvırcık saçları, masum bakışı ve romanlara hiç de özgü olmayan müzik kulağından yoksunluğu ile yanlış notalara basa basa nedense çok sempatik gelirdi. yine de yeteneksizlğine destek olmak istemediğimden alttaki fotoğrafı çektiğim an dışında, hiç para vermedim ona. 
uzun süre ortalıkta yoktu nazlı, ya da belki hep iskele çıkışlarında para dilenmeye devam ediyordu da çoğu standart büyükşehir insanı gibi ben görmüyordum onu. 
son bir kaç haftadır yeniden dikkatimi çeker olmuştu, bu sefer karaköy, eminönü iskelesi çıkışında oyuncak bir armonika çalmaya gayret ediyordu. aslında bir gayret de yoktu, rastgele tuşlarına basıyor gibiydi.

dün yine denk gelince, herzamanki gibi yanından geçip gitmedim, durdum izledim. son yolcular geçene kadar kenara iliştim. büyümüştü nazlı, ama hala müzik yeteneğinin olmadığını kantılarcasına canını çıkartıyordu oyuncak müzik aletinin. yanında bir de minik bir kız vardı, belli ki kardeşi. 
dayanamadım, yanına gittim. 
- adın ne senin?
- cağcan
- canan mı?
- caaaağğğğcannnnn
- ???
ben anlamadıkça o tekrar etti durdu. 
ben de ismini anlamaktan vazgeçtim, elindeki müzik aletine işaret ettim. 
- bunun adı ne?
ben de ne komiğim ha, kendi adını telaffuz edemeyen çocuk, sanki kalkıp müzik aletinin adını bülbül gibi şakayacak. 
o benden daha zeki çıktı, konuyu değiştirdi. 
- sana bir şey diyeceğim. 
sokularak sormasından belli, bir şeyler isteyecek. 
- söyle bakalım. 
- bana epmep alşana. 
iskelede ekmeği nereden bulacağımı düşünerek soruyorum, 
- simit mi alayım?
- hayıy, epmep!!
- ekmeği nereden alacağım? burada ekmek olmaz ki, büfeden döner mi istiyorsun?
o ısrarcı, ekmek diye diretiyor,
- maytetten
hemen ardından da ekliyor, 
- bi de peyniy
ohooo, hemen işi büyütmeye başladı bizimki. markete gidip alışveriş yapacağız beli ki. 
bu sefer konuyu ben değiştiriyorum. 
- senin annen baban nerede bakayım?
markete gideceğiz heyecanıyla hemen beni anneye götürüyor. anne yan gelmiş haldun taner sahnesinin arkasında bir arkadaşıyla oturuyor. yanlarında da bir anketör, beli ki bedava bir ürün kapma derdinde. nazlı topladığı bozuklukları, ki bir de dolar gözüme çarpıyor içinde, annesine veriyor.  
kendimi tutamıyorum, en sakin sesimle, mümkün olduğunca sakin soruyorum:
- niye çalıştırıyorsun bu çocuğu? 
- ben çalıştırmıyorum ki, kendi istiyor. 
- nasıl kendi istiyor yahu? sen niye çalışmıyorsun da buncağız çalışıyor? ayıp değil mi bu yaptığın?
annesine fırsat vermeden nazlı giriyor araya, 
- hadi maytette tidelim. 
bir anda yumuşuyorum. 
- adı ne bu kızın? daha adını bile söyleyemiyor, sen işe koşuyorsun!
anne de nasıl rahat, sırıtıp duruyor. ya bir şeyler almış olmalı, ne desem, alınmıyor, ya da kızına olan zaafımı algıladı, ne koparsa kârdır diye bakıyor. 
o zaman adının nazlı olduğunu öğreniyorum bizim ufaklığın. 
daha altı buçuk yaşında. 
- okula gidiyor mu nazlı?
çoktan anketörle fingirdeşmesine geri dönmüş kadın. duymuyor beni. 
belli ki annesiyle konuşmanın manası yok. olan bana olacak. dünya düzenini ben mi değiştireceğim?
tam tersine, müdahale etmemeyi öğrenmeye çalışıyorum. benim için zor bir aşama. hay hay demeyi öğrenmek. acıya da sevince kendini kaptırmamak. yüreğim taş kesmeli. 

nazlı yine asılıyor elime, 
- hadi peyniy tal. 
beklenti dolu gözlere bakıyorum. anne baba tarafından dilenciliğe çoktan alıştırılmış bu minik kıza. sıfır müzik yeteneği ile bu abuk subuk oyuncak müzik enstrümanlarını çalmaya zorlatılan çocuğa bakıyorum. 
nasıl taş kessin yüreğim? 
- hadi gidelim. 
az önce kendisine seslendiğimizi duymayan anne nedense hemen duyuyor kızına ne dediğimi. 
- erzak paketi al
diye sesleniyor ardımızdan. orta parmağımı kaldırıp bilumum işaretler yapasım geliyor. 

biliyorum, bu minik kızın dilenciliğini teşvik ettiğimi düşünecek sevgili okuyucum. buyur, dilediğince kız bana. 
nazlı'nın gözlerindeki o masumiyete teslim olduğum o saniye ile, markete yol aldığımız onlarca dakika bunu düşündüm durdum, kendimle hesaplaştım. senin kızman bana vız gelir, ben o yolda cehennemden geçtim. 

ve sanki nazlı da bunu hissetmiş gibi, bana boyna sorular soruyor, resmen aklımı çeliyor. niye kırmızı ışıkta durduk, niye sırt çantam olduğunu, nerede oturduğumu, ve şu an anımsayamadığım, minik bir zihnin açlığıyla sorulan sorular. 
yalnız bir yerde sağlam tökezliyorum. ailemi soruyor. annemle babamın olmadığını ağzımdan kaçırıyorum. ama ölümü, altı buçuk yaşındaki bir çocuğa, hele ki yaşam biçimleri ve bu tür kavramları nasıl aktıradıklarını bilmediğim bir roman çocuğuna nasıl anlatırım diye kalakalıyorum. yalan da söylemek istemiyorum. "annemle babam çok yaşlandı, başka bir yere gittiler, artık geri gelemiyorlar." 
neyse ki tam o anda markete varıyoruz da, o da "niye?" sorularına devam edmiyor. 

market ise kendi içinde tam tekmil bir tiyatro oyunu gibi oluyor.  
başıma gelecekleri, nazlı'nın istediği gıda ürünün epmepden peyniye terfi edişinden az çok tahmin edebiliyordum aslında.  
önce beni doğruca zeytin peynir reyonuna sürüklüyor. bunu al, şunu al, al da al! bir kaç çeşit kahvaltılık aldırmadan yakamı bırakmıyor da. 
her "hayır, aldık işte, bu yeter!" dediğimde,
- anlamıyorsun! diyerek o minik ellerini havaya kaldırışı var ki, sırf bunun için bile tüm marketi alaşım var. 
ama ah be nazlı'cığım, ne mirasyedi bir teyze var karşında, ne de hayatı boyunca paraya tamah etmiş bir aç gözlü, dolayısıyla aç kalmadan, açık kalmadan orta halli (galiba hayatı boyunca tek ereği zengin olmak olan ve tüm insanlığın da sadece bunun peşinde koştuğunu sanan parapestlerin  "looser" diye tabir edeceği) bir kişiyim, sana bütün o istediklerini nasıl alayım?
ama gel de bunu nazlı'ya anlat şimdi. 

kasa kuyruğunda gözü şekerlemelere ilişiyor. uzun uzun bakıyor. eline alıyor, yerine bırakıyor. bu sefer dilenmiyor bunlar için. içim daha bir acıyor. 
"hangisini istiyorsan al" cümlemi bitirmeden, sadece çocuklara özgü olan o hışımla bir torba kapıyor. eviriyor, çeviriyor, inceliyor. sanki evine mobilya alacak.  sonra onu bırakıp, diğer renkli poşeti alıyor.
- hah karar verdin mi artık?
evet dercesine başını sallıyor. 
ilk defa nedenini tam adlandıramadığım bir ışık görüyorum gözlerinde. sevinç mi, doygunluk, bilemiyorum. 
içim acıyor nedense. şekerlemenin öbür renkllisine uzanıyorum. onu da atıyoruz sepete. 
- bu da kardeşinin. 
- tamam 
- söz ama vereceksin ona. 
başını sallıyor evet manasında. 
sanki deminki talepkar çocuk gitmiş, minik utangaç, tatlı bir çocuk gelmiş yerine. ya da anne-baba tarafından öğrenmeye zorlanmış rolünden sıyrıldığı, ailenin geçimini küçük omuzlarında hissetmek zorunda kalmadığı, yani çocuk olabildiği kısacık bir an yaşıyoruz birlikte. 

mütevazi torbamızı dolduruyoruz kasada. 
tam çıkacağız, barbi dergileri ilişiyor gözü. ama bu sefer utangaç değil, o talepkar tavrı ile istiyor. 
fiyatlarına bakınca şapkam uçuyor. bu ne yahu? yarım kilo peynire denk geliyor! keşke peyniri bir kilo alsaydık diye hesaplıyorum kafamdan. 
elime almışken bırakıyorum. 
- olmaz. 
yeniden gözlerini kocaman açarak "anlamıyorsun!" demesini bekliyorum. demiyor. içim cız ediyor. 
belki başka zaman hediye olarak geçerken bir barbi bebek mi versem diye geçiriyorum aklımdan...

marketten çıktığımızda, nazlı'yı daha evvel fotoğrafladığım aklıma geliyor, bir pozunu daha çekeyim diyorum. önce kaçıyor, yüzünü çeviriyor. o daha önce hiç çekinmeden objektifime tatlı gülücük veren kız, nasıl böyle utangaç olmuş diyorum, ama öğretilmiş bir kötülük sezinliyorum bı kendini sakınışta. belki abartmış olacağım, ama hani yüzünü kapatan suçlu havası var. 
ah be yavrum, bu küçücük yaşta hangi suçun yükü bu?
- bak geri götürmem seni! diye tehdit edince ancak bu pozu veriyor kaçmadan. 
şimdi keşke çekmeseydim diyorum. tehdit duymaya alışmış belli ki. bir tehdit eksik kalaydı. 
ama şu tatlı yüzüne bakınca gülümsüyorum.  kolunu atmış başının üzerine, saçını çekiştiriyor. 

ışıklara kadar birlikte gidiyoruz, karşıya geçiriyorum onu. uzaktan onu doğuran kadını görüyorum. içimden sövüp sayıyorum kadına. ah be nazlıcık, o tertemiz yüreğin olmasa...
torbasını veriyorum eline. 
bizim bıdık ardına bakmadan koşa koşa gidiyor.