25 Aralık 2009 Cuma

hayat varmış

salı günü rutin doktor kontrolüm vardı. rutin dediğim son iki yıldır ihmal etmiştim. eee beş yıl boyunca altı ayda bir tiroid kontrolüne gidince insan eeee başlayacağım senin gibi iş başı yapmayan tiroid bezlerine deyip kendi de onun için çalışmak istmeyebiliyormuş!
geleyim sadede, doktorum, ah burada reklam yapmadan geçemeyeceğim, dünya tatlısı yaşlıca ve gayet de bilindik isim. ikiz kardeşiyle tartışma programlarına çıkar, entelektüel kimliğiyle döktürürdü eskiden, yaşıtlarımız belki bu bilgiden uyanabilir kim olduğuna dair, çünkü ben burada isim vermeyeceğim. her gidişimde kontrol on dakika sürer, yarım saat de sohbetle geçer ki, bir başlar divan edebiyatından, matematiğe değin uzanan renklilikte bir geyik döndürürüz. aslında daha çok o konuşur, ben naçiz alman edebiyatı bilgimle katkıda bulunurum. gelelim asıl meseleye: baktı, "hmmm burada bir sertlik var, buna bir baktıralım dedi. Kötü huylu tümör olabilir. hani olmaz ama işte biz olmadığından emin olmalıyız" diye o şirin, alanında duayen olmanın ağırlıyla buyurdu. o buyurdu da bana neler oldu! gözümün önünde en ağır hal, yani cenaze marşı eşliğinde dört kolluda gidişim geçiyor! yutkundum. ve o yutkunmam üç gün sürdü. artık ölürsem anneme bırakabileceğim yegane miras, özel emeklilik sigortamda buna dair bir madde koydurmuş muydumun detaylarından tutun da, cenaze masraflarından, kedimi kime bırakacağıma kadar planları yapar buldum kendimi. işin enteresan kısmı, kan testini yaptırdığım ve sonuçları almam gereken süre içerisinde bunları düşünmeye başlayınca ve düşünmeye ü devam ettikçe rahatladığım. cenazemin tüm detaylarını planladıktan sonra asıl korkunun, ameliyatlarla sürünmek olduğunu fark ettim.

hani şimdi bazılarınız diyebilir, yaşın kırk, bundan sonra pırt! değil güzel okuyucum, değil valla, bu gencecik baharımda hastanelerde sürün, o ameliyat senin bu ameliyat doktorumun dolan dur, olacak şey değil, ben almayayım, sağol! nedense ölüm daha az ürkütücü geliyordu.
eve gelince araştırdım, tiroid kanseri ameliyatla çok rahat alınabilyormuş, tekrarlama ihtimali de düşük. ebem de güzelse öpsün amcamı! çok sağolun, sevineyim o halde!
bugün kan testi sonuçlarını götüreceğim, ama bugün gelene kadar akla kara seçme yarışlarında, ben konya dolaylarında üç buçuk atıyorum! her şey yolunda gitti ve ameliyat oldum ama az da olsa ses tellerinin zarar görme ihtmalini okuyunca bende bet beniz top attı! olur, öğrencilerimle telepati yoluyla ders yaparım artık!
git gel, in çık üç gün anlayacağınız kabus gibi geçti. gece uyku deseniz, o zaten haram, o kendini takstili satşılara ayırdı!
bugün doktorumun yolunu tuttum, ama yol mu beni tuttu, ben mi yolu, bilmiyorum. nihayet odasına girdim, verilere baktı tekrar. "topyekun alalım biz o tiroidi" dedi. dedi ama sonra da başladı, "o capcanlı insan gidecek, ve bezgin bekir gelecek, kilo alacaksın, isteksiz ve sinirli olacaksın..." oh oh, başka? yok ben zaten ameliyat olmaya sıcak bakmıyorum, ölüm başından beri daha sıcak bir opsiyondu bana, diyeceğim, ama manyak sanacak beni. yine de ne yalan diyeyim, hakkat ölüm daha sıcak bir opsiyon gibi. düşünsenize, daha önce deneyimlemediğniz bir tecrübe! cidden merak ediyorum. şimdi aranızda, gel madem ben sana hızlı bilet alıp göndereyim, diyenler çıkacaktır. olur ama ya sevmezsem, yandım o zaman! tabii cehennem cennet meselesine çevirmeyeceğim bunu şimdi, inanmayan biri olarak benim için zaten namevcutlar! -gözünüzü seveyim, dini bütünler alınmasın şimdi, ben sizin inancınıza bir şey diyor muyum?- yandım derken, dönüş yok manasında o! reenkarnasyon varsa iyi, bitki böcek olarak ilişirsin yaşamın bir kenarına, hani sevmedim kardeşim ben bu diyarı, bok böceği olarak bile olsa geri döneceğim diye tutturursam diyorum. -şimdi de budist kardeşler alınmasın, nasılsa okuyucularım arasında yoktur diye bu dini örnek olarak seçeyim dedim. ben de az değilim haaa.-
ne diyordum? ha evet, ameliyat kilo alma, sinirli ve bezgin bir tip haline dönüşme... yeni kişiliğim resmi geçit yapıyor, doktorum"o nodül ne büyüklükteydi?" diyerek verileri tekrar gözden geçirirken, ben "hocam, son tespitte nödül yoktu ki, o beş yıl önceki ultrasonda çıkmıştı" dedim. baktı baktı, aa bu pseudo nodülmüş, onda kanser olmaz ki!" demesin mi!
benim gözler faltaşına aşık atarcasına açıldı. "ne diyorsun doktor civanım" diyerek boynuna atılmadığım kaldı sevinçten.
evet sevgili okuyucum, kefeni yırttım bir kez daha -sanki öncesinde otuz beş kez deneyimim oldu da, bir kez daha diyorum-!
yani anlayacağınız benden kurtulamadınız!
hem ben bu gazla belki blog sayfama daha fazla ilgi gösteririm artık...

24 Ekim 2009 Cumartesi

öylesine

konu yok, fotoğraf ya da resim yok... bu sefer blogumu özledim, konu belki de tam da bu!
kaç zamandır burnumda tütüyor, tezim tezim diyerek kaçıyorum sonra oyun oynamaya! halbuki
gönlümce verip veriştiriyorum işte burada, laf eden arada çıksa da çok can yakmıyorlar, hadi çıktı diyelim, yaşasın delete tuşu!
yaşamda da şu delete tuşu olsa gibisinden geyiklere bağlamayacağım, korkma ey sadık okuyucum! tabii hala bu şekilde hitap edebileceğim bir melaike varsa oralarda bir yerde. (offf yağcılıkta üstüme yok!)
ama işte yazmaya başladım, konu tükendi bile. hani yoktu diyeceksin, doğru, yoktu, olmayışını konu edinmeye çalışıyordum, onu bile beceremedim. suyunun suyu bir yazı oldu bu, suyunu çıkardım yani işin. hani okursun bir yazıyı, bi mana ifade etmez ya, işte o yazılardan! helal olsun bana, kendi yazımı hiçledim. ama zaten hiçlikte başlamıyor mu anlam? hegel'in ellerini öpem, ee husserl amca da eksik kalmasın. özüne dönmek var, asıl anlam orada, saf öz, en bi öz.

oh manyak komşum da sağolsun, varlığını belli etti kapısını çarparak. o kapı iki yıldır bu çarpmalara dayandı ya, benim şahit olduğum günde iki kez, ona da helal olsun. kapı gibi kapıymış!

24 Mayıs 2009 Pazar

bir yıl geçti

aslında mevzu ortada: cup!

bir yıl, bir gün geçti. en yakın dostumu özledim, eşşek herif rüyalarıma giriyor... sabah anırmalarını bile özlüyorum.

ama insanoğlu bu, acıya alışıyor.

üstelik gidişi alaca'ya yaradı. epey bir yakınlaştık haspamla. cup'un sağlığında asla olmayacağı kadar. ama yine de cup'un tutarlığı, o dozunda olan dostluğu bambaşkaydı...

iyi uyu be oğluşum, her neredeysen şimdi.

anane

eski, sonradan da sadık okuyucum olan çok şeker bir arkadaşım dün fırça kaydı, bir gözüktün, yine kayboldun, yazı yazsana diyerek.
söz verdim, yazmam gerek, ama sabahtan beri güzel bir konu düşünüyorum; cık, gelmiyor...
sonunda sınav için kullanmaya karar verdiğim karikatür beni dürttü! nasılsa öğrencilerim blogumu bilmiyor, yarın sabahki sınava harıl harıl çalışıyorlardır, dolaysıyla gönül rahatlığı ile buraya alabilirim karikatürü. ruhları bile duymaz!

derste işlediğimiz kitabın son konularından biri yaşlılık, yaşlıların sorunları, huzurevi, üç jenerasyon aynı evde oturmalı mı ve yaşlılığınıza dair bir plan var mı kafanızda gibi, yirmili yaşların başında olan nesile gayet fuzuli görünen bir meseleydi.
o yaşları hatırlasanıza, başımızda kavak yelleri, değil yaşlılığı, otuzlara gelmeyi bile çok uzaktaki bir hadise olarak görüyorduk. hele kırkına gelmek! resmen bir ayağın çukurda!
al işte, bu yaz kırk oluyorum! ayağımı çukur dışında tutabilmek uğruna her havuza gidişimde iki kilometre hababam yüzüyorum... (deri mi diye espri yapanın dersini yüzerim, iki kilometre de yetmez!)

ama o yaşlarda bana ders olacak bir tecrübe de anneannem sayesinde bahş olundu. yerimiz var, yenimiz de dar değil, hadi anlatayım:
kadın müthiş huysuz. ikinci kocası, yani üvey dedemin ölümünden sonra yalnız kalmasın diye yanımızda otursun demişti annem. ama geçinmek ne mümkün?! her gün başka bir hır çıkıyor. üstelik tüm aile bireyleri ile ayrı ayrı kavga etmeyi becerecek kadar da yetenekli haspam. az biraz da paranoyak. bir defasında o uzun donlarını çaldım diye beni suçlamıştı. dolabın alt köşesinde ortaya çıkaana kadar da diretmişti, geri ver diye. 17 yaşlarında mıyım neyim. o zaman uzun kukuletalar da moda değil ki, başıma geçireyim o donları akça pakça. hatta ortaya çıkınca da, gizlice geri koydu diye inat etmişti. yani hatun huysuzluğun kitabını yazmış! tamam kabul, genetik bir durum söz konusu! ister istemez geçmiş! kan çekiyor, ne yaparsın...

anlayacağınız, bizim hatun yapamadı bizle. annemin bütün geri gel yalvarmalarına karşın, evini barkını bağışladı bir huzurevine, ömür boyu bakım garantisi alıp gitti yerleşti. (annem
de hafiften mazohist korkarım, niye yalvardıysa, kendi de günde 5 vakit savaş horonlarını tepiyordu halbuki).
işte bizim yaşlı kız, gittiğinin kaçıncı ayı bilmem, yaşlı bir amca bul! fingirde, ve evlenmeye karar ver. kendi deyimiyle 68, bizim hesaplarımıza göre 74 yaşında üçüncü kez dünya evine girdi. off siz ama öncesinde annemi görün! ful kuvvet itiraz! konu komşu, akraba, yedi düvel diyar ve sülale boyu ne dermiş.
yalan yok, anneannemi sevmezdim, ama bu meselede tam destek çıkan bi ben olmuştum. belki de annemi bu kadar zıvanadan çıkarması başka bir sebepti benim için, ne de olsa asi gençlik yıllarım, ama diğer yandan, müthiş cesurca da buluyordum. sen kalk 74ünde tekrar evlen, olacak şey mi!
ama nasıl bir evlilikti anlatamam. taze gelinle damat ziyarete geldiklerinde şaşı beş olmuştuk hep beraber: el ele, diz dize, göz göze. diyeceğim o ki, anneannem son golü sağlam atmış, zil zurna aşık olmuştu. üstelik sutyeninden ayırmadığı, hiç birimize koklatmadığı para cüzdanını amcanın eline tutuşturacak kadar da güvenmiş.
annem evlenmelerinden önce sormuş, "anne, ya bu adam başka şeyler de isterse ne yapacaksın?" anneannem utangaç başını eğmiş, "ee yaparız o zaman, ne yapacan" diye cevap vermiş. bu arada damat da bir yaş büyük anneannemden!

amca hala sağ mıdır bilmem. evlilikleri de çok sürmedi zaten, üçüncü yılında anneannem felç geçirdi, eli ayağı tutmaz oldu. ama o amca ona nasıl baktı! el üstünde tuttu, hani kuş sütüyle besledi desem, kuşlar bile cik cik şahitlik yapar! ihtiyar kız bir üç sene de öyle yaşadı. sonra da bu kadar yoğun bir aşka dayanamadı, huysuz melek tadında öbür diyara uçuverdi.
annemden amcanın haberlerini çok uzun zaman evvel son kez almıştım, sonrasında onlar da irtibatı kaybetmişler: amca altıncı hatunu boşadıktan sonra gezmeye gelmiş annemleri. kim bilir, belki onuncu hatunla evlenme hazırlığındadır, ya da hurileri kovalıyordur başka mekanda...
gerçi, o tarafa geçtiyse, anneannem izin vermeyecektir ona kesin.

hani kıssadan hisse, aşk başınıza muhakkak bela olacaktır, er ya da geç! elbette gönül abla 74 yıl beklemek istemez... hele bir de prens için mevcut tüm kurbağaları öpme mevzusu var ya, neyse ona hiç girmeyelim şimdi...

durun bakalım, yarın öğrencilerim ne yumurtlayacak....

14 Nisan 2009 Salı

ben buraya küstüm

yok yahu alakası yok. tam sadık okuyucular edinmiştim ki mastır yapma gafletinde bulundum! tabii ya, senin neyine, mezun olalı neredeyse 14 yıl omuş, sen kalk mastır yap!
özel hayatım göçtü, mesleki yaşam da etkilendi, işe ayırıp para kazanacağım zamanı öğrenciliğe ayırmak zorunda kaldım. eee baba da yok ki, yeniden öğrenci bebesi olan kızına baksın... tabii bundan en çok blogum hasar aldı, yanına uğramaz oldum!
ama neyse ki, yazılarımı yeni keşfetmiş bir okuyucunun yorumları beni accık dürttü. huuu blogçu, silkin ve kendine gel demedi tabii. ama yorum yapması bile "aaa benim cici bir blogum varmış" dememe yol açtı. elleri dert görmesin okuycumun (gerçi her yorumun altına kendi blogunun linkini kondurması, azıcık reklam kokuyopr gibi, ama o kadar kusur kadı kızında da olurmuş. ben de boş durmadım, onun bloguna reklam kondurdum. he he...

şimdi belki merak edenler çıkacaktır (tabii, hala okuycum var da, bir de aralarından meraklısı çıkacak. aloo, dünya'dan zibi'ye, uyan uyan! aaa bozmayın beni yahu, varsayımlardan yola çıkayım izninizle) ee ne oldu mastır diye. bir şey olduğu yok, dersler bitti, bu sene tez aşamasındayım. ama durum feci. 15 sayfa edebi dergi tadına bir şeyler yazdım, bir de tez hocamın sarkastik yorumlarına mazhar oldum, yani anlayacağınız az gittim uz gittim, bir arpa boyu yol gittim. bit bile benden çok yol alırdı bunca zamandır.

neyse efem, tezden bunaldıkça şuraya bir göz atmaya söz vermiyorum, ama umuyorum, hayaller kuruyorum ki, yeniden yazmaya başlayayım, eski okur kitlem de beni affedip tekrar okumaya başlar diye hayallerimin kare kökünü alıp parçalıyorum.

umarım; bir gün...

not: fotoğrafın alakası yok, ama bahar yorgunu okuyucuları imrendirsin diye koydum...