22 Haziran 2018 Cuma

bebeğim, bennom ya da "affettim kendimi - en sonunda"

bilenler bilir, (hoş yazılarımı okuyan var mıdır oralarda bir yerde? bazen boşluğa yazdığımı düşünüyorum. sanki o söylencelerde adı geçen ağaç kovuğu bu blog. sırrımı saklamak için bütün acımı bağırıyorum kovuğun içine) - o yüzden giriş cümlem de havada asılı kaldı gibime geliyor.
sahi kim bu bilenler ve neyi biliyor?)

bilenler bilir mi, yoksa duymuşlar mıdır, bilmem,
ama benno başta olmak üzere, insan türünün dışındaki tüm çocuklarım (köpeklerim, kedilerim, kaplumbağım, kuşum ve çiçeklerim), dünyamın en büyük parçasını kapsıyor. insanın kendi ailesi kalmayınca, kendisine alternatif bir aile yaratıyormuş.

aslında bunu söylerken, öğrencilerime büyük haksızlık ettiğimin farkındayım. hepsi öyle özel, öyle pırıl pırıl ki. ve üstelik farkında bile değiller ne kadar dürüst, zeki ve algılarının açık olduğunu.
işte benim gibi aidiyet duygusunu doğuştan aslında hiç öğrenmemiş biri bile sonunda, çiçek-hayvan- öğrenci ekseninde, kendince bir aile oluşturabiliyormuş kendine.

bu manada benno, ilk kan bağı hissettiğim "seçilmiş" aile bireyi. resmen ben doğurmuşum bu çocuğu.

ama bunu, ve kendime ne kadar güzel bir dünya yarattığımı anlamak için, benno için ölüm endişesi duymam gerekiyormuş.

hayatım boyunca, çocukluğumdan beri hayvanların olduğu evlerde yaşadım. sadece ev mi? buluğum yaralı sokak hayvanlarını da veterinere taşırdım. ya da param yoktur, kendi imkanlarımla tedavi etmeye çalışırdım.
bir defasında hatırlıyorum, üniversite öğrencisiyim, benim gibi hayvan delisi olan erkek arkadaşımla eminönü'nde geziyorduk. adamın tekinin kartal sattığını görünce dehşete düşmüştük.  hayvancağız nasıl hırpalanmış, tüyleri yoluk yoluk haldeydi.
adam henüz evcil hayvan pazarına gidiyordu - o yıllarda envai çeşit hayvancağızın satışı mümkündü- dönemin parasıyla fena olmayacak bir ücret istedi. ikimiz de cebimizde ne var ne yok döktük, son kuruşuna kadar. adamın istediği paranın üçte biri mi neydi. adam bir paraya baktı, bir bize, zavallı durumdaki kuşu verdi. eminönün'den yedikule'ye yürüyerek dönmüştük. (kuşun akıbetini merak edene, ayrı öykü lazım.)

ancak onlarca, belki de yüzlerce (kuş, hamster, güvercin kafesini sayınca, kesin iyi yüzün üzerine çıkmıştır bu sayı) can içinde iki isim, içimde derin uçurumlar açtı.
cupcup
ve şimdi benno.

benno öncesi cupcup vardı. ruh ikizi oğluşum. 13'ünde ölüm döşeğinde, sesime tepki verip veteriner sedyesinde doğrulmaya çalışan cup'um. kolumda dövmesi duran tatlı bebeğim.
burada da öyküsünü bulmak mümkün anlatırdım, nasıl gözleri daha kapalıydı bulduğumda, nasıl ilk üç ay peşimde "anne" diye dolandığını… ama cup için hep "ruh ikizim" lafını ederdim.

sonra benno geldi. hem de hiç görmeden, emri vaki geldi.
benno'yla en başından farklı bir ilişkimiz oldu. daha ilk aylarda işe gitmeyeyim diye kendince sunabileceği en değerli hediyesi, kemiğini vermeye çalışırdı, mızıldanarak "gitme anne!" diyen o köpeğe özgü mızıldanmalarla.
gönlüm onda, iş yerinde ellerim "benno kokuyor" diye kaç kez ağladığımı anımsarım bugün gibi.

ancak dün sabah, o halsiz haliyle kucağımda kendini bıraktığında, dünkü yolculuk boyunca, o küçücük başı halsizlikten omuzuma düştüğünde, göz yaşlarına boğulduğumda tekrar tekrar NİHAYET bir şeyi anladım.
anlamak için altı yıl geçmesi gerekti, ama anladım.

hiç doğuramadığım oğlumdu benno. bir gençlik cehaletinde öldürdüğüm oğlum.

içimdeki varlığını sadece bir kaç günlüğüne bilme yüceliğine erebildiğim oğlum.
o üç haftalık "fetüs"ün oğlan olduğunu nereden bileceksin ki?
kadınsal sezgi?
biliyorum.

ve anladım ki, ruh bedene çok erken düşüyor.
doğuramadım, doğurtmadılar. karnımda bir kaç günden fazla taşımama bile izin vermediler.
bebeğin sperm vericisi adamın baskısı; ailem ne der korkusu; zorla elde ettiğim ve tek sığınağım olan üniversite eğitimi…

"bahane!",
"istesen her şeye karşı gelir, doğururdun!"
dediğinizi duyar gibiyim.

zahmet etmeyin! o cehennemi tam 25 yıldır ben kendime yaşattım. o kadar ileri gittim ki bu cezada,
kendime bir daha asla doğurma mucizesini yaşatmadım! üstelik bunu kendimce entelektüel-mantıksal bir düzleme yerleştirerek, kendimi bile ikna ederek yaptım bunu.

20li yaşların daha başında gencecik, onu doğru yönlendirecek kimseye sahip olmayan, "daha çocuk" sayılan bir insanın suçu değil o bebeğin doğmayışı.

ataerkil anlayışın bir eseri bu!
kadınlara böyle cehennemler yaşatıyor!

kadın içindeki canın idrakına vardığı an, olağanüstü bir ilişki içine giriyor bedeniyle/henüz doğmamış çocuğuyla.
yoksa niye, sadece bir kaç gün varlığından haberdar olduğum bir cana, hem de o gencecik yaşımda veda mektupları yazayım? kime veda mektubu yazılır? hiç tanımadığınız birine mi?

ve şimdi görüyorum ki, daha o yaşımda yazdığım VEDA mektubuna rağmen, aslında o doğmamış cana hiç veda edememişim.

hep bir çocuk özlemiyle yanıp tutuşmuşum.
doğacak, doğuracağım bir çocukla ancak bunun kefaretini ödeyebileceğimi,  kendimi ancak o zaman affedeceğimi sezinliyordum sanırım. ama öylesine suçluyordum kendimi, böyle bir affı bile kendime layık görmüyordum.
dolayısıyla evlenip çoluk çocuğa karışma potansiyeli olan erkekleri hayatımdan çıkarıyordum bir şekilde. kendime acı çektirmek için elimden geleni yapıyordum.
sadisti ve mazohisti tek bedende toplanmış bir sapkın!
tam 25 sene! bir çeyrek asır!

bu sırrımı kaç kişi biliyordu? bir elin beş parmağını geçmez…

yedi yıldır gittiğim terapistime bile, tam yedi yıllık terapinin neticesinde, dün sabah göz yaşları içinde söyleyebildim. çok çabaladı, çok kafamı ütüledi. ancak şimdi onun beni gördüğü gibi görebiliyorum kendimi. sevgi dolu, aşk dolu. kocaman bir yüreği olan bir anne.

ve tam da bu yüzden haykırmak istiyorum artık! sizin eril düzeniniz bebeğimi öldürdü!

şimdi bennocuğa bakıyorum, meğer o bebeği çoktaaaan doğurmuşum. belki fiilen bedenimden değil, ama o 25 yıllık cehennem azabından.

oysa ki, annelik şefkati, sevgisi, bana daha çocuk yıllarımda bahşedilmişti. ben ana olmak için doğmuşum meğer.
daha çocukluğumda bütün canlıları, cansızları, yeryüzünde karşıma çıkan her şeye büyük bir sevgiyle, aşkla yaklaşabilen, aşırı hassas bir çocuktum.
annem "ergenliğine kadar, -ağzına vur lokmasını al- boyutunda sessiz bir çocuktun der.
o öyle zannederdi.

halbuki sessizliğin sesi, dili çok daha güçlüdür. yanıltmaz sizi. sözcüklerle oluşturabilen bir yanılsama yaratamaz.

o sessizliğin dünyasında, çocuk hayal gücümle hayvanları, ağaçları, bulutları, yani insanların dışında tüm varlıkları gözlemleyerek, sezgisel bir yetiyle okumayı öğrenmeye başlamışım meğer.

az da olsa bir okurum varsa şu an düşüncelerinizi okur gibiyim.
hani daha önce olmadıysa da, şimdi kafayı yediğime kesin kanaat getirmişsinizdir. ama Wittgenstein "konuşamayacağımız mevzu üzerine, susmalıyız." derken, belki de tam bunu ifade ediyordu.
neyse, bu ayrı bir yazının konusu.

az evvel göz yaşlarından yazdıklarımı göremez oldum. hemen erkek zihnim girdi devreye,  yazdığıma yabancılaşmaya çalıştım, mantığıma bıraktım kendimi ve anında duygusallıktan o anaç tavrımdan uzaklaşıp, emir kipiyle konuşan erkek dünyasına, "entelektüel boyuta" taşıdım.
zira bebeğimi öldüren bu erkek dünyasını tanımanın en iyi yolu, erkekleşmekti. ama erkekleşip, onlar kadar güçlü olmaya çalışırken, kadınlığımızı unutmaya başladık. ah feminizm, seviyorum seni!

konudan uzaklaşıyorum.

çok şükür ki benno ölmedi, yarın ameliyat olacak.

ama dün sabah, hastalıkla geçen o son üç yılın, ama özellikle bu son 10 günün sancılı süreci sonunda, dün sabah, ben vedalaştım.
aslında tam 25 yılın sonunda vedalaştım. NİHAYET.

babam komadayken yapmıştım bunu, annemle abim dehşete düşmüştü. daha komadayken nasıl babana veda edersin diye.

komaya girmek, ya da kişiyi, bir canı bu kadar halsiz bırakacak bir hastalık, spiritüel manada, bedenin artık ruha yetişemediğini, ruhun o bedeni bırakmak istemesinin göstergesidir benim için.
o halde ben kimim ki, bencilce sevgimle, o ruhu burada tutmak için zorlayayım?

ölümün arkasından ağlamamız da aslında bunun göstergesi. ölenin nereye gittiğine hiç bir fikrimiz yok, sadece inançlarımız var.
ve inancımızı esas alırsak, sevinmemiz gerekmez mi? niye hala tırnaklarımızı geçiririz o naaşa, zorla burada tutmaya çalışırız?
yaradanına kavuştu diye bayram, dernek kutlama yapmamız gerekmez mi aslında?
niye ağlarız?

bunu altında salt bencillik yatar aslında, sevgi değil.
"beni yalnız bıraktı" bencilliği.

canım anam ne kadar derin bir şey söylediğini bilmeden güzel bir laf eder dururdu:"ölünün ardından dökülen gözyaşı günahtır!" söylediğini idrak edebilseydi, yaşama geçirir, geçmişte yaşamazdı.
ama ne yapsın kadıncağız, acıları kör etmişti onu. o da kendi cehenneminde yaşıyordu.
ah be anam, bir bileydin, idrak edebileydin o bilgeliği yüksek lafın manasını.

komaya girmeden evvel, acılara gıkını çıkarmayan derviş ayarında babamı ilk kez bu kadar yakınırken görüyordum. acı içinde kıvranırken, ilk kez "öldürün beni!" diye yalvarmıştı. gözümde hep, bir nevi derviş olarak kalacak babamın, neyi kast ettiğini şimdi anlıyorum.
o zamanlar sezgisel yaklaşmıştım.
galiba helallik almak dedikleri bu. veda etmek, gönül koymadan göndermek…

babamda yapabilmiştim.

dün sabah çocuğumda da yaptım.

öyle rahatlatıyor ki, sevdiğini bırakabilmek…
hani şu "geyik laf" vardır ya, "bırak gitsin; dönerse senindir. dönmezse; zaten hiç senin olmamıştır!" minvalinde bir şey.
ben de bıraktım.
ondan sonra çorap söküğü gibi geldi.

babamda öyle gelişti. ve içimden bir his diyor ki, benno'da öyle olacak. inşallah yanılmaz bu hissiyat. ama yanılırsa da, ben vedalaştım. gönül rahatlığıyla gidebilir.

sen de bebeğim, kucağıma almak kısmet olmadı, ama bil ki, ben seni hiç unutmadım. iyi ki, bir kaç gün o mucizeyi bana yaşatma fırsatı verdin. iyi ki seni çimde hissedebildim.
artık huzur içinde uyu bir tanem.
elveda

Hiç yorum yok: