13 Mart 2008 Perşembe

sulukule yıkılmasın!

kaç zamandır gündemde konu, ama aktif bir şekilde hiç bir şey yapılmıyor belediye tarafından, yıkmak dışında tabii.
facebook'daki grubuna üye olduğumdan bugün için eylem yapılacağı duyurulunca destek olayım düşüncesiyle gittim.
yolu fazlaca hesaplayınca, neredeyse bir saat kadar erken vardım semte, daha önce arkadaşlarla fotoğraf avına gitmiştim, ama ilk yalnız gidişimdi. mahalleye girince biraz çekinmedim değil, ne de olsa pek çok şey anlatılıyordu semt hakkında. eylem noktası diye tarif edilen yerde kimseleri göremeyince, üzerinde "istanbul'u başımıza yıkacaklar" yazılı bir t-shirt giymiş ufaklığı görünce seslendim, o da gel abla diyerek tuttu beni yan sokağa götürdü, eylem burada olacak diye.
belki benle yaşıt, belki de beş on yaş büyük benden, ama çoktan torun torbaya karışmış iki kadın karşıladı. buyur ettiler hemen, kapı önündeki taburele çöktük. gazeteci sandıklarından başladılar dertlerini anlatmaya, söylediysem de gazeteci olmadığımı, dertlerini ortaya döktüklerini görünce itiraz etmedim tekrar, dinledim onları.
solda oturan türkan, kocası hapiste, iki oğlu da cezaevinde, koca cinayetten yatıyor. hiç bir geliri yok, "konu komşu ne verirse işte" diyor. "ama bu evlerimiz yıkılırsa nereye gideriz" diye söyleniyor, ama beş dakika sonra sanki yakınan o değilmiş gibi gözlerinde gülücükler açıyor.
ayakta duransa görümcesi sevtap, onun kocası ölmüş, çocuğu da yok. sinir hastası, fakirlikten ilaçlarını zor alıyor, okuma yazması yok, ama nasıl da neşeli. hele ki evinin duvarına yazdığı yazıyı görünce, ne diyeceğimi bilemedim, "harfleri ezberledim de yazdım, yoksa nasıl yazayım. gerçi yanlış oldu ya, ne yapayım" diye özür dilercesine açıklıyor. fotoğrafları çekerken de "aman haa, seccademle bayrak da çıksın" diye uyarıyor.

bir gece aniden, hem gelinin hem de kendinin saçlarını kesiyor bunalmışlığında. neden diye soruyorum "ailem saçlarıma aşıktı, kimse görmesin bir daha dedim ve kestim, sonra da kapandım, dine döndüm" diyor. seccadeyi işaret ediyor bunu söylerken.
bir kaç defa Bakırköy'de yatmış, ama tedavi bitmeden çıkarılmış hastaneden. "ne olur yaz hepsini haa" diyor, evet manasında başımı sallıyorum.
yeğeni boncuktan çakmaklık yapmış, gururla gösteriyor onu. "bunu ben yıllarca taşırım artık. dağılıp bozulunca da, benim bir fotoğraf kutum var, onun içine koyar saklarım" diyor sır verircesine. yengesi de söyleniyor öteden, "amaaaan yine mi fotoğraf kutusu" diye.

kahvaltı etmemişler daha, içeri buyur ediyorlar, çekiniyorum birden. "ben mahalleyi bir fotoğraflamak istiyordum aslında" diye sıvışmaya çalışıyorum, uyarıyorlar, "amaaan haa, mahalleli bizim gibi uysal değil, belki saldırırlar, gitme tek başına" diyorlar, duraksıyorum birden, uysal mı? sinir hastası, ağabeyi cinayetten hapis... geri kalan mahalleliyi düşünemiyorum, hemen evet diyorum yanıma çocuklardan birini vereceklerini söyleyince, "seni kahveye götürsün, dernek başkanı da oradadır". takılıyorum çocuğun peşine. kahve, erkekler kahvesi, içeride okey oynanıyor, dernek başkanı gelecek diyor karayağız incecik bir adam. kahvenin önündeki derme çatma tahta taburelerden birine ilişiyorum. mahalle fakir ama kahvenin önünde gıcır gıcır siyah bir hyundai park etmiş, etraftaki fakirliğe nanik dercesine duruyor. kime ait acaba?
sokaklarda tavuklar cirit atıyor. tam önümde toprakta eşelenen horoz dikkatimi çekiyor, sağ gözü kapanmış, pek açamıyor. arkasındaki piliç kadar da çelimsiz, ama yine de şişine şişine dolaşıyor bir o yana bir bu yana. onu seyrederek oyalanıyorum. biraz da pişman olmuş gibiyim tek başıma geldiğime, bir işe yaramayacağını gelişimin diye içimden ver yansın ediyorum kendime. ama kalkıp da gidemiyorum, onca yol geldim ne de olsa.
eylem saati gelmiş geçiyor, gazeteciler görünüyor tek tük, nedense bizdensin tavrı var onlarda da, bireysel destekçi gelemezmiş gibi. ses etmiyorum, katılıyorum aralarına. sonra dernekten birileri görünüyor, bir anda bir gazeteci ordusu peydah oluyor. dernek başkanı olup olmadığını bilemediğim bir kadın, ama belli ki mahalleli tarafından sevilen biri basın açıklaması yapıyor. "dilekçe için damga pulunu alacak pazarımz yok, toki'nin konutlarına taksidi nereden bulalım" diyor. etrafı çevrilmiş. arada başka sesler yükseliyor, bağırış çağırış. dernektekiler afiş bastırmış, tutuşturuyor herkesin eline "çok görünelim, tutun şunları yukarı" diye sesleniyorlar birbirlerine. bir avuç insan var, mahalleli nerede diye bakınıyorum, onlar da az. bazıları satıp gitmiş üç kuruşa evlerini, diğerleri de beyhude diye mi düşünüyor acaba? ama ya destekçiler? facebook daha çok insana seslenir diye umut etmiştim, ama zaten ben de pişman değil miyim geldiğime?!
bir iki dernek üyesi olduğunu düşündüğüm kadınla konuşmaya çalışıyorum, soğuk soğuk gülümsüyor ve cevaplamadan yanımdan geçip gidiyorlar. sonra sevtap'ı görüyorum, elinde afişlerden biri, canhıraş derdini anlatıyor dağılmaya başlamış gazeteci ordusuna.
dalıyorum coşkusuna, çırpınışına. çırpınmak zorunda, kaç baş o küçük evde yaşıyorlar, yıkılırsa gidecek yerleri yok. ondan ötesi, orada bir tarih var, türkler istanbul'u fethetmeden bile var olan, yok olup gidecek olan. o neşeli roman havasının, yüzyıllardır mevcut bir kültürün yok olabileceğini düşünmek istemiyorum, hem de ne için! "mutenalaştırmak" adına, zenginlere mesken sağlamak uğruna. içim bir kez daha cız ediyor.

saat ilerliyor, ayrılmak zorundayım, kendi dünyamın mecburiyetleri çağırıyor.
boşuna mıydı gidişim? bilmiyorum. en azından sevtap ve türkan'a verdiğim sözümü tutayım diye yazımı yazıyorum, ama bir yerlere ulaşır mı bilmem...

1 yorum:

Özgür Biber dedi ki...

En azından bana ulaştı. Teşekkür ederim...

SULUKULE YIKILMASIN!..

“Kentsel Dönüşüm Yağmacılarının çarpanlarına böldüğü, Sulukule Kültürü;

Parçalanıyor, bir kültür gözler önünde. Piç gibi oradan oraya savruluyorlar, alınlarındaki kocaman kırmızı çarpıyla.”

Sulukule adıyla anılan bölge, tarihte Romanların ilk yereşik hayata geçtikleri bölge olarak önemli bir yer teşkil eder. Fatih’in İstanbul’u fethinden yaklaşık 4 yüzyıl önce bu bölgeye yerleşen Romanlar, Osmanlı döneminde İstanbul eğlencelerinin en önemli adreslerinden birini yarattılar. Romanların çalıp, dans edip şarkı söyleyerek gelenleri eğlendirdikleri evler Cumhuriyet sonrasında “devriye evleri” adıyla anıldı ve her kesimden insanın uğrak yeri oldu. Ayrıca bu evler pek çok müzisyen ve dansçı için de bir hayat okulu olarak, yarattığı ekonomi ile pek çok iş sahası sundu.

1960’larda Sulukule adı verilen bölge yıkıldı ve devriye evleri bugün Neslişah Sultan ve Hatice Sultan Mahallelerinin olduğu yere çekilerek eskisi gibi Sulukule adıyla anılmaya devam etti. 1992 ve 1994 yıllarında bölgedeki devriye evleri dönemin Yedikule Emniyet Müdürü Hortum Süleyman lakabıyla bilinen Süleyman Ulusoy tarafından yapılan şiddetli baskınlarla kapatıldı. Bu dönemden sonra ekonomik dinamiğini kaybeden bölge yaşayanları fakirlik ve işsizliğe; dünyanın en önemli kültür miraslarından biri de ölüme terk edildi.

Bugün ise bölge sakinleri 5366 sayılı yasa ile bin yıllık mahallelerinden zorla çıkartılmaya çalışılıyor. “Kentsel dönüşüm” programı kapsamında kentin çöküntü alanları olarak ilan edilen bu bölge İstanbul’un rant piyasasına altın tepside sunuluyor. Bu durum karşısında şimdiye dek her daim barışçıl tavırlarıyla dikkat çeken bölge sakinleri, ata mirası geleneklerini, kültürlerini ve mülklerini kendileri adına alınan yıkıcı kararlar karşısında koruyamama endişesini taşıyor.