14 Ekim 2006 Cumartesi

Karabatak

Sakince su yüzeyinde süzülüp başlarıyla etrafı selamlarcasına, hani selamlamaktan da ziyade, etrafı kolaçan eder, gelen giden ya da tepesinin üzerinden saniyeler içerisinde geçecek olan bir deniz taşıtı var mı diye etrafı tarar bir vaziyette, balerinleri kıskandıracak bir zarafetle tüm gövdelerini ileriye itip su yüzeyinde hiç var olmamışçasına dibe dalışları yok mu!
Her defasında hayranlık ve heyecan duymama neden olurlar.

Sonra bilmece çözer gibi bakınır durursunuz, nereden çıkacak yüzeye tekrar diye. Bazen öyle uzun sürer, öyle bitmez görünür ki bu su yüzeyine geri dönüş, balık oldu çıktı bu kanatlı hergele diye düşünmeye başlarsınız.

Tam umudu kesmişken, hop diye peydah olur, hem de hiç tahmin etmediğiniz ücra bir yerinde kıyının.
Hatta şüpheye düşersiniz, su altında kankasına işaret etti bu, hani bizi seyreden varsa serseme çevirelim, o şaşkına bir güzel oyun oynayalım da aransın dursun avanak!
Sansın ki, saniyeler sonra yunusvari bir hızla orada meydana çıkan az evel dalan karabataktı.

E tabii oyanayacak biz fani akılsızla, ne işi var ki, gün boyu balık umuduyla dalıp da boş gagayla geri dönmekten başka!

Kimi zaman da Haydarpaşa önünde başlayan dalgakıran üzerinde güneşlenirken görürüm bu haytaları. O kuğulara taş çıkartan zarif yüzücü paytak ördeğe dönüşmüştür bile. Kanatlarını iki yana açıp sonbaharın son güneşinde ısıtır, ıslaklığından arındırır ya! Sıra sıra dizilmişlerdir, hani neredeyse geçen vapurlara karşı hazırolda, kanatları açmışlar selam çakıyorlar dimdik.

Pek bilinmeyen diğer adlarını da düşünüce -ki söyleyince neden bilinmediğini de anlarsınız- İstanbul'a nazır, İstanbul'a has bu kuşları sevdiğimi biliyorum. Hay sizi gidi yumurta piçleri, hay sizi piç kuruları sizi!

Hiç yorum yok: