20 Mayıs 2014 Salı

büyükşehir'de bedensel engelli olmak...

bu yazıyı onbeş yıl evvel, dizlerimi bisikleti günde 30-40 km kullanarak haşat edip de, bir anda hayatım alt üst olduğunda da yazabilirdim. ama o zaman blogum yoktu. yazamazdım yani. -blog yoktu, kalem yoktu, notblok hele hiç yoktu, icat olmamıştı henüz!-

o zamanlar yeşilköy'de yaşıyordum. moda ile alakası yoktur. şehrin ortasında vaha gibidir, sayfiye yeri. suç oranı da düşüktür. hırsız onca yolu niye yapsın. geceleri de güvenilidir o bakımdan, gecenin üçünde bir kadın tek başına rahatça yürür, kimse de dönüp bakmaz. haaa, tabii hafta sonları hariç. o zaman hiç bir yerlisi sahile, kumsala inmez. çubuklu pijamalı amcalar, beyaz donuyla denize giren bücürlerin istilası günüdür onlar. belediye otobüsüyle ellerinde dolmalı tencereleri, portatif mangalları ile akın akın gelir tüm gün kalır, akşam son otobüsle dönerler.  yeşilköylü de evine, bahçesine çekilir; haddini bilir, beş gün biz sürdük sefasını, hafta sonu da onlar sürsün. ama ah, bir de çöplerini bırakmasalar...
farkındayım, konudan sapıyorum. 

nerede kalmıştım? ha, evet bisiklet!
bisiklete, yürümeyi öğrenip de tekerleğin icat edildiğini keşfettiği yaştan beri deli gibi binen, merdivenleri üçer dörder koşar adımla çıkan, sabahları koşuya çıkan, hafif tırmanış yapan, akla gelebilecek pek çok sporu denemiş (saymadığım var daha var) spor delisi bir zatı düşünün. 
işte öyle bir eleman bisiklet kazası geçiriyor! hem de -yeşilköylüsü bilir, çiroz'dan, zorlu'nun evinin yanından dimdik bir yokuş iner aşağı, aaaah favori bisiklet iniş yerim- oradan hurrraaaaa diye saçlarımı rüzgarlara bırakarak inerdim hep. 
de bir sabah, yürüyüşçü teyzenin bir anda yoluma çıkacağı tuttu. ben de çarpmayayım diye yana kırdım. çimlere kırınca, taşlara mı takıldım, anımsamıyorum, bisiklet takla attı, ben de birlikte, sonra nasıl becerediysem, bisikletli dönüş yaptığım o artistik hareketin orta yerinde seleden uçtum ve direkt beton zemin üzerine iki dizim üzerine düştüm. (içimde kaldı, o yürüyüşçü teyze, kaç puan verdi o düşüşüme; soramadım). 
hani belimin üzerine düşüp de kafamı vurmayı becerdiğim o muhteşem düşüşüm, artistik puan sıralamasında o bisiklet düşüşümün çooooook geirisinde kalır. nasıl desem, biri olimpiyatçılara yakışır zariflikte, diğeri mahalle futbolu oynayan velet düşüşüne yakışır hantallıkta. 
tam bir ay yürüyemedim. inatla doktora da gitmiyorum, nasılsa geçer diye -tam türk aklı işte-  
eee baktım geçmiyor, mecburen gittim. 
direkt ameliyat dedi doktor. iki diz kapağım birden. sonraki doktorlar da farklıdır şey söylemedi. -bunlar aralarında gizlice sözleşti mi ne?!-
meğerse bisiklet yıllardır dizlerimdeki sıvıya vampirin kana yumulması gibi yumulmuş, kurutmuş. dizler de sinirlere sürtünüyor, diz kapakları aşınmaktan miyadını, son kullanım tarihinden tam otuz yıl önce tüketmiş olmuş. 
tabii ki tahmin ederseniz, o yürüyüşçü teyzeyi sevgiyle anıyorum hala. o olmasa, dizlerimin ne halde olduğunu asla öğrenemeyecek, belki hala deli danalar gibi bisiklete biniyor olacaktım. 

eee ne oldu sonrasında?
tepe taklak oldum! 

merdiven yasak, yokuş yasak, dizlerimi kırmak yasak! sene ya 99 ya da 2000, İstanbul'un neresinde mümkün bu? çalıştığım bina bile dört katlı. basamakları ikişer üçer çıkan bendeniz bir anda asansör kullanmak zorunda kaldım! bir ömür geçerdi sanki o külüstür asansörün gelmesi!
ya asansörü olmayan binalarda?! dizlerimin ağrısına dayanarak çıkışlarımı anımsıyorum. böylesi yerinde duramayan bir insanın bir anda tüm hareket yeteneğini elinden alıyorsunuz, ama görünüşünde hiç bir şey değiştirmiyorsunuz. bu ne demek biliyor musunuz? toplu ulaşım araçlarında öldünüz demektir. ayakta gittiğimde, diz ağrısından öyle duramaz hale gelirdim ki, yere oturmaya bile razı olurdum, ama otobüsün sıkışıklığında, değil yere oturmak, çömelmek bile mümkün değil. içimden inleye inleye -biraz yerli filmi çevireyim- göz yaşlarımı içime akıta akıta, dayanmaya gayret ettiğimi anımsıyorum. 

ilk bir kaç yıl kabus gibiydi. salt bedensel değil, zihinsel olarak da tükenmiştim. 
ama derdim ki, daha otuzların başında genç biriyim, üstelik görünürde hiç bir engelim yok, niye biri kalkıp bana yer versin. yer istemeye hele acayip utanırdım. hiç isteyemedim. 
geceleri çaresizlikten kaç yastık çürüttüm zırlamalarımla, onu bir bana, bir de ömrünü tamamlamadan çürüyen yastıklara sorun. 

haaaaaah, geçmiş zaman ya, şimdi bir şey değilmiş o diyorum. zira yeşilköy'de yaşıyor, yenibosna'da işe gidiyordum, o da çoğu zaman arkadaşın aracıyla. yani toplu taşıma araçlarına, ancak bakırköy'e, taksim'e işim düşünce biniyordum. o aralar nedense çok düşerdi işim... ama Yeşilköy'e dönmek, sabahları kumsalda şehrin keşmekeşini, zalimliğini unutmak mümkündü. 

gel gör ki, bel incinmesi bambaşka bir şeymiş. zaten derler ki, bel ve boyun vücüdun iki dayanak noktası. onlar incindi mi, halin yaman. 
hele ki engelli vatandaşını onbeş yıl sonra dahi -engelli otobüslerini, sesli trafik lambalarını, yürüyen merdivenleri saymayın bana! kaç yerde var onlar? sandığınız gibi çok değil- düşünmeyen bir belediyeye sahipsen. 

zamanında dizlerim için bir yararı olur düşüncesiyle şu nordic walking stick denilen sopalardan almıştım. son yıllarda kuzey ülkelerinden tüm avrupa'ya yayılmış yeni bir spor türü bu: aslında bildiğin doğa yürüyüşü; tek farkı iki tane sopaya dayanarak hopidi hopidi destek alıyorsun bunda. ama işte bastonlar bildiğin bastonlardan değil! bastonun uzay modelini düşün, diyeyim ki havalı olsun. boyu ayarlanıyor, bileğine geçirdiğin tutamaçları var. hani öyle baston gibi elinden kayıp gitmesi mümkün değil. 

belimi incitince aklıma bunlar geldi. tozlu köşelerinden çıkardım. bir de kullanma talimatında, tam da böyle bel incinmelerinde tavsiye edildiğini okuyunca, körden tek göz dileyip iki bastona sahip olan kör, (benim durumumda "beli incinik") gibi sevindim.
önce ikisiyle birden yürüdüm, hatta tekniğini öğreneyim dedim, ama benim bu sakat belle henüz erken olduğunu, daha ilk sabah, mahallede blogun etrafında tur atıp da yeniden inildiye inildiye yatağa düşünce anladım! 
ama baston olarak öyle güzel işe yarar oldular ki! hay icat edenin ruhu cehennem yüzü görmesin! 

iş başı yapmam kazadan yaklaşık üç hafta sonrasına düşüyor. biraz ürkerek çıktım kalabalık yollara. zira kazanın iki gün sonrasında başıma gelen ilk olay daha korkutmuştu beni: ilk kez bel ağrısı tüm ihtişamıyla kendini hissettirdiği akşam, yogaya gitmiş, daha doğrusu gitmeye çalışmıştım: yoga merkezine ölümüm varmıştı adeta (peh, abartıya bak! hala sağım halbuki) . hocam "derse katılma en iyisi, dinlen sonra eve git!" demişti. elime de yoga nidra şifalandırma cd'sini tutuşturmuştu (bunun için kendisine ne kadar dua etsem azdır). ben de yarım saat dinlendikten sonra eve gidebilirim sandım. nerrdeeeee! doksanlık nine teyzem, yanımda yüz metre koşucusu sayılır! 

ama sakin mahalle sokağındayım, yayalar tek tük. ıkına sıkına, ağrıdan ara ara dinlene dinlene yürümeye gayet ediyorum,daha bastonlarımı da keşfetmemişim evde. 
şimdi resmi canlandırın kafanızda, sürüne sürüne yürüyen genç bir insan. öyle acınası, vahim bir tablo. tam evimin köşesine vardım arkamda tıkır tıkır yüksek topuklu pabuç sesi. sanki yollarda arabalar vızır vızır geçiyor ya, ille de kaldırımda yürüyecek, bir oflama sesi işittim onca ağrımın içinde. dinleneyim diye durmuştum zaten. kadın bir hışımla, hafiften çarparak geçti, aynı hışımla döndü, belli ki bir fırça kayacaktı ki, acıdan kaymış yüz ifademi gördü. "haaa, belliydi bir sorun olduğu, ben de niye yürümüyor bu kaldırımın ortasında diyordum!" acıdan bitkin haldeyim, tartışacak ne gücüm, ne istediğim var. "kusura bakmayın, belimi incittim, zor yürüyorum" dedim. benim bu yumuşak cevabım karşısında sinirini üzerinden atamamış hanım, bilemiyorum, belki de kendine sinir olduğundan, ya da, "madem yürüyemiyorsun, ne işin var sokakta!" demek isteyip de diyemediğinden mi bilmem, aynı hışımla "geçmiş olsun, dikkat edin!" diyerek hızla yürüdü gitti. 

daha mahalle arasında fırça atan kadından sonra, ölüm kalım meselesi varmışçasına koşturan istanbullu karşısında nasıl direnebilirdim ki?

ve ne yalan söyleyeyim, korktuğum kadar varmış! 
aceleden gözü dönmüş bir insan güruhunun hızı karşısında yerlere düşüp ayakları altında sürüklenip, ezilmedim elbette. halime şükretmem lazım, değil mi?!  
ama yine de yollarını tıkadığımı, çoğu yerde görmezlikten gelindiğimi, hatta, madem engellisin, niye çıkarsın yollara diyen gözlerle baktıklarını hissettim. bastonuma takılıp da, hışımla bakanları mı ararsın, ya da neye takıldığını, az kalsın o takıldıkları kişiyi düşürdüklerini görmeden geçip giden aceleci koşturanları mı ararsın... 
bu histerik, iki saniye bekleme sabrı olmayan istanbul'lu, işe gidip gelmek zorunda kaldığım şu bir kaç hafta içinde beni deli gibi yordu.  
sen öyle değil miydin yani? değildim. hiç olmadım. sakat dizlerimle dahi yaşlısına, hastasına, hem de sırtımda ağır çantam olmasına rağmen yer verdiğimi, tanımadığım amâların, yaşlı teyzelerin koluna girip karşıya geçirdiğimi çok anımsarım. 

dolu bir otobüse bindiğimde ise tek bir türk'ün oralı olmayıp, fransız bir turistin yer vermesi ise en acıtan ikinci tecrübe oldu. ilki neydi ya desen, maalesef kendi öğrencim demek durumundayım. 

yemekhanlerde öğrenci personel karışık yeriz. okula döndüğümün ikinci günü yemekhaneye gitmeye cesaret ettim tek başına. tabldotumu aldım, bastonumun üzerine dayamış cambazlık yaparak adım adım götürmeye çalışıyordum ki, tanımadığım türbanlı bir öğrenci fırladı, elimden aldı tabldotu, masaya götürdü, beni oturttu. tatlı bir dille, başka yapabileceği bir şey var mı diye de sordu. bir yandan mahçubiyet, bir yandan mutluluk, böyle karışık kuruşuk bir halde oturdum masaya.  tam yemeğe başlayacağım ki hemen bir masa ötemde karşımda, bir öğrencim oturuyormuş meğer. gülümseyerek el salladı, merhabalaştık. sanki dünyanın en doğal durumuymuş gibi. halbuki o tabldotla tam da onun masasının önünden geçmiş olmalıyım. görmemiş olması mümkün mü? iyi niyetli düşüneyim, dalgındı, görmedi diyelim. 
ama insanın canı acıyor işte: kendi güçlü kuvvetli erkek öğrencim otururken, tanımadığım çelimsiz bir kızcağızın yardıma koşması acıtıyor. 
diyelim ki gördü; duyarsızlığını erkek oluşuna mı bağlamalıyım? ya da hoca, nasılsa yapar, bastonu üzerine dengeliyor, cambazlık yeteneği gelişir mi düşündü. -iyi niyetli düşünmeye çalışıyorum-

ertesi gün de benzer bir durum yaşadım. bu sefer personel yemek hanesindeydik (burası hep geç açılır. aynı yerin, karanlık, penceresiz, bıyıklı işçi abilerin hafiften bıyık burarak baktığı sevimsiz bir yemekhane). bu sefer arkadaşımla gitmiştik. o önden gidip kendi tabldotunu masaya koyup hemen benimkini almaya gelecekti ki, onca erkek varken -bıyık burmasını bilirler ama!- yine türbanlı bir hanım bitiverdi yanımda. tüm "arkadaşım gelecek şimdi" itirazlarıma rağmen, "a, ne olacak, elime yapışmaz ya!" diyerek tabldotumu kaptığı gibi masaya taşıdı. başka bir yardım lazım mı diye o da sordu. ben de yine mahçubiyetten halden hale girdim. hatta arkadaşım bile utandı. gerçi onun utancı farklıydı: ne kadar kötü arkadaş olduğumu düşünecekler! diye üzüldü o. 

yedinci haftaya girdim, yardım eden, yardım teklifinde bulunan kişi sayısı yediyi geçmez. genellikle erkekler, özellikle vapura inip binerken yardım teklifinde bulunuyorlar, ama o da şık giyindiysem! hadi şimdi kötü niyet aramayayım, bazısında hiç de, salt "yüzüne baklılır nitelikte bir kadın" olduğumdan dolayı yardım ediyor hissiyatı oluşmadı. 
alenen kavga eden çıkmadı.  ama ya "engellisin, ne işin var sokakta nazarıyla paylayanlar? 

söze dökülen sadece tek bir vaka yaşadım. o da tam beşiktaş iskelesi çaprazında, vuku buldu: kadının biri, bir anda önüme çıktı, manevra yapamadım, kadının ayağına bastonum takıldı, sendeledim ve belim acıdı, ah diye çığlık attım. hışımla döndü, yüzümü fark etti, "ama siz çarptınız!" doğru ya, onun sağına soluna bakmadan, bastonlu insanların önüne atlaması trafik kurallarına aykırı değil! ben yine alttan aldım "kusura bakmayın, belim aniden manevra yapmama izin vermiyor, önüme çıktığınızı geç fark ettim!" 
bu kızcağız, yaptığı edepsizliği fark edebildi. özür diledi. sesinde samimiyet vardı. sağına soluna bakmayan tipik istanbullu işte!

ama şu var ki, hani şu ignorans dedikleri görmezden gelme üst seviyelerde. kaç defa ezilme tehlikesi geçirdim: çarpıp, neye çarptığını hiç fark etmeyenlerden tut da, aracını üzerime süren taksiciye değin (iki önceki yazım). tüm bankların dolu olduğu iskelelerde beş dakika bekleyip de yer vermediklerinde, çantasını banka yaymış olanın yanına, nazikçe özür dileyerek, durumumu da açıklayarak ilişiyorum artık. ne yapayım, belimin ağrısı ağır basıyor, duramıyorum ayakta, gururumu rafa kaldırdım. 

ama sırf ayakta kalmamak uğruna, iki durak yürüyüp ana durağa yürümek 'koyuyor! hele ki durağa varmak üzereyken harekete geçen, bastonumla el etmeme rağmen durmayan otobüs şoförlerine de içerliyorum. 
büyükşehirde belediye bile engelli şehirlisini düşünmezken, şoföründen, hatta alelade sivilden mi bekleyeceğim bu duyarlılığı?

hadi seninki geçici. sık dişini, şurada altı ay, bilemedin bir sene sonra normale dönebileceksin.  ya ömür boyu engeli olan insanlar ne yapsın?! 
evet, maalesef, onların hali çok daha kötü. 
bu ülke, kendisinden yardım isteyen engelli seçmenine, "iş vermişiz, daha ne istiyorsun!" diye hakir görebilin bakanların olduğu bir yer, kalkmışım ben de o ülkenin vatandaşından duyarlılık bekliyorum. 
utanayım değil mi kendimden?
evet, evet, çok feci utanıyorum, geçiçi de olsa bir engele sahip olmaktan ölesiye utanıyorum. 
hiç olmazsa hitler almanya'sında gaz odasına gönderir, kurtulurlardı benden. burada bunu da yapamıyorlar. 

geyik bir yana,
tüm engelli canların Allah yardımcısı olsun! 

Hiç yorum yok: