asıl büyüme hem anneni, hem babanı kaybettiğinde başlar diye.
on yaşımdan beri tuttuğum günlüklerimi okuyorum bir haftadır, ve bu sözün ne kadar doğru olduğunu, gerçek manada özgürlüğün ancak iki ebeveyni de yitirdiğinde başladığını anlıyorum.
çünkü artık kimsenin çocuğu değilsin.
kendi içine doğru asıl yolculuk da o zaman başlıyor.
iyi ki deli gibi günlük tutmuşum o zamanlar.
zira yaşadığım o zor yaşantıda kaçış noktam yazın, yani edebiyattı. ister günce, ister şiir, ister gözlem, öykü, roman fragmanları... neyin üzerine bulsam yazmışım, bir peçeteye, annemin sigara kağıdının arkasına, teksir kağıtları, kullanılmış hediye paketi kağıtları. ve deli gibi defter tutmuşum...
yayınlanmamış bir raf dolusu yaratıma bakıyorum, dün düzenledim o rafı, bazılarını okudum, bazılarını attım.
amma çok yazmışım, nefes almaktan ziyade yazmışım.
keşke ondokuz yaş öncesi yazdıklarım da duruyor olsaydı... ruhu nur içinde yatsın, annem yırtıp hemen hemen hepsini çöpe atmıştı.
gözlerini bozacaksın, bunlar yüzünden çıldıracaksın diye kızarak...
ve yayınlanmış bölük pörçük, azıcık şeyler...
abartmıyorum, sahte mütevaziliği de sevmem, ama yazdıklarımın onbinde biri bile yayınlanmış değil.
zira türkiye'de kitabını basacak olan yayıncı, ya arkadaşın olmalı, ya basılsın diye fingirdemeyi göze alacaksın (artizlik yönetmenin yatağından geçer cümlesini genç yaşımda, hem de çok bilindik bir derginin yayın yönetmenin o iğrenç teklifi sayesinde, henüz yirmi yaşımda öğrendim), ya da bir şairin müridi olacaksın (hah, ki o şair " kumaş var, ama işlenmesi lazım." minvalinde aslında yapıcı, ama müridi olmadığım için de elinden tutulmaya değer bulmaz bulmuştu beni, kendisi pek tanınmış, değerli bir şair, denemeci ve hocadır) ya da senden kötü şiir yazan, ve belli ki henüz aşamadığı kompleksleri yüzünden, sana yol göstermeyi göze alamayanların (o da çok tanındık, ama rezalet şiir yazar, ama yine de severim kendisini, aralarında elimden tutmamasına rağmen, üşenmeyip yazdıklarımı okuyan ve eleştiren bir o olmuştu) ara sıra ziyaretçisi olacaksın.
genç yaşımda edindiğim bu deneyimlerden sonra kapı kapı tıklatıp o az ve öz yayıncı, yazdıklarıma değer biçecek bir editör aramaktan çabuk yıldım.
yayınlanan o azıcık şeyler de, ya bir arkadaşımın elimden tutup sürüklemesi, ya da ben üşenmeyip, ya da kendime biraz güvenim gelip, posta yoluyla gönderdiğim az girişimlerim sayesinde oldu...
o yüzden şimdi, öğrencilerimi iyi tanımaya çalışıyor, almancanın ötesinde kim olduklarını görmeye çalışıyorum. aralarında yeteneklisini gördüğümde de dürtmeye, uyandırmaya gayret ediyorum.
bu ister resim olsun, ister sinema, ister edebiyat olsun. hatta son dönem, aşçı bir öğrencim vardı. genç yaşında yemek yapmanın yaşamdaki en büyük tutkusunun olduğunu, ve yemek yapmazsa, öleceğini söyleyen yakışıklı mı yakışıklı bir delikanlı. ama o çoktan bulmuş yolunu, çok şık bir restoranda çalışıyor. eminim ileride çok ünlü bir şef olacaktır.
ama maalesef, o çok yetenekli genç insanların çok azına ulaşabiliyorum. zira ne kadar yetenekli olduklarının farkında bile değiller.
geçen gün çok eskilerden beri tanıdığım, amerikalı bir edebiyat prof'u arkadaşımla yaptığım sohbet bu konuda beni onayladı.
zeki ve yetenekli bir çocuğa, yetenekli olduğunu söylemediğin, (şu aşçı öğrencim gibi) o bunu kendi başına da keşfetmediği sürece, hep diğerlerinin de kendisi kadar zeki ve yetenekli olduğunu zannetmeye devam edecektir. dolayısıyla ne kadar özel olduğunu bilmeyecek.
ne kadar acı değil mi?
şimdi çocuk, ömrü boyunca bunu kimseden duymadıysa ne yapsın? sonra da kalkıp dil öğreten alelade bir hocası bunu söylediğinde, elbette ki inanmaz, emin olamaz, olayın üzerine gitmez.
edebiyat dersini verdiğim yıllardı, baş örtülü bir öğrencim, nasıl güzel hikayeler yazıyor, ben boyna daha çok getirin, okuyayım diyorum. o getirdikçe, ben keyifden bayılıyorum. ona, sizi yarışmalara sokalım dedim. ders almanca, o da tabii almanca yazıyor.
hadi araştırın internetten yarışmaları, birlikte bakalım, bir kaçına mutlaka katılmalısınız diye motive etmeye çalıştım. gözleri parlamıştı.
ama sonra tekrar haber alamadım ondan. baş örtülüydü. muhafazakar ailesinden çekindi belki de... bilmem.
ya da çap (iki bölüm birden okuyan, üstelik ikisi de çok zor müspet bilim bölümü) yapıp, bu alandaki öğrenci olarak okulu birincilikle bitiren bir deha vardı.
o edebiyat dersime değil, ama almanca 301-302 derslerini, yani iki dönem orta seviyenin sonundaki düzeyde iki dersime girmişti. yazdıkları çok çok seviyesinin üzerinde. inanılmaz bir üslup, inanılmaz bir yaratıcı güç. "daha çok yazın, olağandışı bir yeteceksiniz!" dediğimde, çok ukala, ama bir o kadar da sevimli bulduğum bir cevap vermişti: "hocam, benim edebiyatla işim olmaz, siz istiyorsunuz diye yazıyorum. benim amacım dili öğrenmek, başka bir şey değil!"
eminim çok başarılı bir bilim adamı olacaktır o çocuk.
demek istediğim, orta okul ilk dışında, yazıya karşı yeteneğimin olduğunu söyleyen bayan regate (ayhhh, çok google arama yaptım, bulamadım kadını) dışında, benimle böyle ilgilenen bir hocam olmadı hiç. bunun özlemini çektim. özlediğim şeyi öğrencilerime vermeye çalışyorum, ama korkarım o genç zihinler beni yanlış anlıyor.
zira geçen gün, "eee öykünüzün devamı ne oldu. hani şato, bebek, gizem, konuyu nereye bağlayacaksınız?" diye sorduğum çocuk, "aaaah, cidden merak ediyor musunuz? ben sizin beni gaza getirmeye çalıştığınızı sandım." dedi.
hayır, gerçekten ilgileniyorum çocuklarla.
kendi görmediğim ilgiyi, doğurmadığım, ama belki de tam da bu yüzden çocuğum olarak bağrıma basmak istediğim, üstelik her dönem değişen bu bir sürü öğrencime vermek istiyorum.
ahhh, bir anlasalar...