efendim, anlatayım:
son yedi sekiz aydır sol kolum tenisçi kolu (genellikle tenişçilerin yakalandığı bir çeşit kol adalesi zedelenmesi olduğu için, adı böyle) olduğunun sinyallerini zaten veriyordu.
bari tenis oynasam, gam yemeyeceğim, ama benno veledinin halt etmesinden oluyor bu. yollarda yürürken "yok ben bu yöne yürüyeceğim, şu çöpü yiyeceğim, yok bu boka burnumu süreceğim", yoldan geçerken ise "arabalar çiğnesin, bana ne" triplerinde uzatmayı çekiştirdiğinden oluyor hep.
üç yıl evvel sağ kolumda aynı hadise başıma geldiği için, semptomları biliyordum. ayağım da kolumun yalnızlığına dayanamayaşından olsa gerek üstüne basılmayı engelleyecek şiddete bir ağrı peydahlamıştı. eh, kutsal üçlemeyi tamamlamak adına, bir de dolgusunu yeni yaptırmış olduğum dişim çıt diye kırılmasın mı! sert bir şey yerken olsa, buna da içim yanmayacak, ama ekmeğin yumuşak tarafına kurban gitmesi, dişin bile onuruna dokundu. kırılan parça, elime aldığımda göz yaşlarını tutamaz halde "valla dolgu üstüne dolgu yaptırdın, üstelik kanal tedavisi görmüş savaş gazisiydim, can mı dayanır buna" diye suçlayan bir tavırla son kez baktı ve o anda hayata gözlerini yumdu.
dişe fazla mı odaklandım ne? sebebini birazdan anlayacaksınız, ama zannettiğiniz gibi "kahraman diş" hikayesi değil, daha ziyade bir diş hastanesi macerası.
izin verin asıl mevzuya geleyim:
eh malum, çok kazanan biri değilim; dolayısıyla mecbur, tuttum devlet hastanesinin yolunu. ataşehir'de çok güzel, gıcır gıcır dört katlı, iki kanatlı devasa bir diş sağlığı hastanesi var. yol uzun sürse de, gitmeye değer. neticede devlet hastanesi, beklentilerinizi yüksek tutmazsanız memnun kalırsınız. dolayısıyla ben protez uzmanımdan gayet memnun kaldım.
elbette memnun olmayanlar da var. mesela, bir görevli telefonda bir hastayla kıyasıya kavga etti.
aradan on dakika geçmedi, bu sefer bina içinden bağırtılar yükseldi. binanın ortası komple boşluk olduğundan ötürü sanırım, bulunduğumuz kat dördüncü kat olmasına rağmen, giriş katında olup bitenler bize kadar geliyordu. hastane personeli, hastalar trabzanlara fırladı meseleyi anlamak için. danışmadaki kız dönünce birisi sordu, o da "hasta ya!" dedi elini sallayarak, böyle hastalardan yaka silktik demek istercesine. anlaşılan hastanın biri olay çıkarmıştı.
ortam sakinleşince, "işiniz zor, Allah yardımcınız olsun" dedim. görevli kız "sorma" manasında kafa salladı.
randevu vaktim geldi, içeri girdim.
tam işim bitmişti, koridordan çıkıp asansöre yönelecektim ki, hemen aynı hizada yürümekte olan bir hanıma yol verdim. kadın benden on-onbeş yaş büyüktü. genelde yol verildiğinin farkına varmayan dikkatsiz istanbul insanı gibi de davranmadı. üstelik farketmekle de kalmayıp bundan mutlu oldu. hatta "böyleleri de var" diyerek teşekkür etti. kadının söyleyiş tarzından bir hayli dertli olduğu anlaşılıyordu.
"galiba gününüz pek iyi geçmedi?" diye sordum. o da bu soruyu bekliyormuş ki başladı anlatmaya:
meğer kocası kimlikleri unutmuş, girişteki danışmada, randevuları olmasına rağmen görevli kişi onları hasta listesine almak istememiş. halbuki daha evvel kimlik numarasıyla işlem yaptırabilmişlerdi. o yetmezmiş gibi görevli bir de kalkıp bunlara "sizin gibi insanlara hizmet vermekten utanıyorum" demiş. "nasıl diyebilirler böyle?" kadıncağız belli ki hala kızgındı, çekinerek sordum, "az evvel aşağıdan bağrışmalar size aitti o halde?"
evet, onlarınmış, çok kötü davranmışlardı. bu yaştaki insanlara bunlar denilirmiymiş?! hem kocasının hem kendisinin tansiyonları yükselmişti.
kocaman hastanede, az evvel eleştirdiğim kişiyi yarım saat sonra karşımda bulma ihtimali nedir? bir yandan karma diyerek duruma şaşırmış, diğer yandan bu tatlı hanımı teselli etme isteği arasında kalmıştım.
yaşınız kaç diye sordum çekinerek. 58 dedi. "bakın, benden 11 yaş büyüksünüz sadece, izin verin bir kardeş olarak konuşayım. devlet okulunda hocayım. yarı yaşımdaki çocuklardan neler duyuyorum, bir bilseniz. ama genç onlar, elbette hata yapacaklar. biz yapmadık ki? bir kulağınızdan girsin, öbüründen çıksın. tansiyonlarınızı böyle çıkarmaya, kendinizi bu kadar üzmeye değer mi?"
kadın itiraz etmese de, "bunlar ekmek teknelerine tükürüyorlar, biz olmasak nasıl para kazanacaklar?" diye yakınmaya devam etti.
devlet üniversitesinde çalışıyor olduğumdan mı, yaşlandığımdan mı, daha bir empati kurar oldum. "iyi de onlar da çok zor şartlar altında çalışıyorlar, yığınla hastayla uğraşıyorlar. hem biz de onlara mecburuz, paramız olsa, özele gideriz" diyerek savundum.
yandaş bulamayışının hayal kırıklığıyla kadın kocasını görür görmez, vedalaşarak uzaklaştı. belli ki teselli etmeyi de becerememiş, tam zıt etkiyi yaratmıştım galiba.
kadın gitti.
ben ardından bakakaldım.
her gerçeğin iki yüzü var. her iki taraf da kendince haklıydı.
ve sanki bu iki yüzü de göstererek bana ders vermek isteyen karmanın işiydi her şey.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder