2 Mayıs 2016 Pazartesi

tekirdağ

istanbul'dan bunalan çok yakın bir arkadaşım ani bir kararla bu şehre taşındı bir kaç ay evvel. (ah ya ah, darısı başıma, şu istanbul cehenneminden ben de kaçabilsem keşke bir an evvel!)


(ha bu arada hemen başında söyleyeyim; sonra demedi demeyin: tekirdağ'ı anlatacağımı sananlar çok bekler, vakit erkenken sayfayı terk-i diyar eylesinler. şehirle ilgili bilgileri hazreti google anlatır onlara nasılsa.)
tekirdağ bildiğiniz küçük şehirlerden biri. bir kaç sene evvel il olduğundan beri harıl harıl bir büyüme söz konusuymuş. arkadaşım da tam bu büyümenin hızlı olduğu, şehrin hemen girişindeki yeni yerleşim yerinde ev bulmuş. iki, üç yıl evvel tarla olan yerlerde dört beş katlı site evleri yükselmiş vaziyette. anlayacağınız ne ağaç kalmış aralarında, ne başka bir şey. bu muymuş tekirdağ dedikleri memleket?
yahu, arkadaşımı ziyarete gelmişim, ister fizan olsun, ister fincan, gideceğiz, gireceğiz, gerekirse o fincanı oyacağız. arkadaş hatırı için çiğ tavuk yenirmiş; hiç sevmediğim site ortamında kalmışım bir kaç gün, ölmem ya!
hem, o kadar da acımasız olmayayım, güzel bir yanı da yok değil evin: epey tepede olduğundan tüm çatıların, binaların üzerinden aşağı sahile, uçsuz bucaksız bir denize nanik yapıyor. bu sayede ben de gece boyunca itinayla yaptım o naniği, zira yattığım yeri olmasa da yastığı feci yadırgadım. dön sağa, dön sola; baktım ki uyku yok, bari dışarıya bakayım dedim. perdeleri sonuna kadar açtım. ay neredeyse dolunay olmuş, utanmadan şavkını vurmuş denize, çıt çıkaran yok. uzandım koltuğa, kollarım başımın arkasında, evrenle tatlı tatlı bir sohbette daldım. 
ah ya, etrafta binalar olmasa, nefis kesici olurdu! (sus, söylenme!)
ama belki de tam da bu yüzden, istanbul'un göbeğindeki bahçemden (ah evet, bir sonraki yazım kesinlikle bahçemi anlatmalı!) baktığım, büyük ayı takım yıldızını gördüğüm o küçücük gökyüzü penceresini özledim. 

uykusuz bir halde şafağı edince, bari etrafta ne varmış, ama en çok da binaların arkasında kalan güneşin ilk ışıklarını yakalamak üzere üç bir yana bakan genişçe evin pencerelerini dolanırken binanın arkasından tepe üstü giden yolun direkt tarlaların arasına daldığını fark ettim. içimde sessizce bir sevinç çığlığı patladı. tabii hemen giyinip kendimi dışarı attım. ben de kendime yolun peşine vermeliydim! 
ama dilerseniz niye havuç görmüş eşek gibi sevindiğimi izah edeyim efenim: ortaokul ve lise yıllarım henüz kasaba olan Yalova'da geçmiştir. bisiklete atladım mı, yirmi dakika içinde kasabanın sınırına gelirdim. sonra başlasın tarlalar, el değmemiş ağaçlıklar, börtü böcekler.  

burada da öyledir herhalde diyerek başladım yürümeye. 

tarlalar hep satılmış, ama son apartmanların yanında hala bahçeden hallice minik tarlalarını çapalayanlar vardı. 
apartmanları ardımda bıraktığımda tarlaların kenarındaki satılık arsa levhalarını görmezden gelmeye çalıştım.  maalesef her yer koca bir inşaat alanının habercisi gibiydi. 
daha genişçe toprak yola çıktığımda yol çalışması hazırlığı ağır bir şekilde hissediliyordu. kum çakıl öbek öbek yığılmıştı yol boyunca. 

ve tabii ki bu yol çalışmasına verilen ilk  kurbanlar her daim ağaçlar olmak zorundadır. içim yandı, bu iki ağacın cesetlerini yol kenarında görünce.

arasıra tek tük arabalar, arkalarında kocaman bir toz bulutu bırakarak geçiyordu yanımdan. yarım saatlik bir yürüyüşten sonra vardığım tepeden, yolun çok da ağaçlık gibi bir yere götürmeyeceğini anlayınca geri döndüm. 

yanımdan geçen, belli ki sabah yürüyüşüne çıkmış bir çift şüpheyle bana baktı. belki de tek başına, hem de belli ki spor yapma amacıyla yürüyüşe çıkmamış, dahası kırmızı suni deri montumla bayağı eğlenceden sabahlamış da dönüyormuşum izlenimi veriyor olmalıydım onlara. 

evin arkasında toprak yola ilk çıktığımda çatlallaşan yoldan sağa dönmüştüm. 
oraya kadar geri dönüp bu sefer diğer yöne, yani sola gitmeye karar verdim. 
tüh, meğer orası çok daha keyifli bir yolmuş! henüz tarlaların arasında inşaat izleri yoktu. 
tek tük ağaçların yanından geçip, küçük bir patikaya daldım, başak tarlaları ve üzüm bağlarına varana kadar yürüdüm. yolun devamı çok cazip görünse de bu sefer çok uzaklaşmak istemedim. bunun bir de dönüşü vardı ve karnım epey bir guruldamaya başlamıştı. eve varamadan çiğ başakları kemirir bulurdum herhalde kendimi. 

onun dışında, şehirle ilgili anlatacak çok bir şey yok maalesef.  

köpekleri korkaktı. hani derler ya, bir yere geldiğinde önce sokak hayvanarına bak, senden kaçmıyorlarsa, orası iyi insanlarla doludur diye. demek ki buncağızlar eziyet görüyordu burada. işin tuhaf tarafı, kaldığım süre boyunca hiç tasmada, yani sahipli köpek görmüş değildim. benim yoluma mı çıkmak istemiyordu bu dört bacaklılar? 
en nihayetinde döneceğim gün, kapının önünde taksi beklerken köpekli orta yaşlı bir hanım gördüm. hemen yapıştım. son dakka da olsa, bunun hikmetini öğrenmem gerekiyordu.  
"hiç sevmezler köpeği, evde besliyorum diye beni bile apartmandan atmaya kalkıyorlar" diyerek şüphemi doğruladı. 
yok yahu, yanılıyordumdur: ayol, koca şehir de hayvansevmez olacak değil ya! umarım tekirdağ'lı bir okurum vardır da durumu bana izah eder. 


insanları tipik şeker küçük şehir insanı. hani yabancı gördüğü birine hemen merakla memleketini, şeceresini, niye geldiğini soran, bu soruların ölçüsünü kaçırıp, insana çapraz sorgudaki bir şüpheli işkencesi çektiren tatlı yurdum insanı işte. tamam itiraf ediyorum, kaç kişiyle tanıştım ki orada? bir elin parmaklarını geçmez, ama en keyiflisini anlatmadan geçemeyeceğim: arkadaşımla çarşıya çıktık, valiliğin önündeki meydanda sıra sıra banklarda oturan erkekler dikkatimi çekti. "niye hiç kadın yok?" dedim arkadaşıma. sonra da yarısı boş olan tek bankı göstererek "şimdi, bu beyaz giyinmiş adamın yanına otursak ne olur?" diyerek oturdum. başta arkadaşım da çekinirim düşüncesiyle, ortamıza oturmayı teklif ettiyse ben çoktan yerleştim abinin yanına. ne de olsa niyeti bozmuşum, çene çalacağım. 
arkadaşımı diğer yanıma oturttum. 

bir ara almanca konuştuğumuzu duyunca, yandaki abinin kulakları dikildi hemen. baktım, kıvranıyor, muhabbeti başlatmanın yollarını arıyor, daldım bodoslama, "abi, sizin hanımlar nerede, niye burada sırf erkekler oturuyor?" diye. meğerse abimizin de yarası varmış. "onlar çay bahçelerine giderler. beni de oraya almadılar. şu arkadaki çay bahçesine, aileye mahsustur dediler, sokmadılar beni geçen gün." halbuki abiye laf edecektim tüm tekirdağlı erkeklerin hesabına. oysa  "her yer sizin be abi, o çay bahçesi de bari hanımlara kalsın." diye teselli ederken bulduk kendimizi bir anda. sonra başladık abiyle bir muhabbete, tabii hemen nereli olduğumuzu öğrenmeye çalıştı. her zaman yaptığım gibi geçiştirdim onu. sohbetin en eğlenceli kısmı da şuydu (ama onu anlatmadan evvel, küçük bir açıklama yapmam lazım:  arkadaşım uzun boylu, ince yapılı çok hoş bir hanım, ama her nedense ayakkabı seçimini hiç tipine uygun yapmaz. "rahatlar" diyerek hep erkeksi ayakkabılar alır -sanki feminen rahat pabuç yok!-): abinin ayakkabılarını fark ettim. arkadaşımın evdeki ayakkabılarına nasıl da benziyordu! "aaaa bak, abiyle aynı tarz ayakkabı giyiyorsunuz! diye gösterdim arkadaşıma. az eşek değilim ha, fırsatı buldum mu hemen dürtüklüyorum sevdiklerimi. hani bekliyorum ki benim can dostum patlasın sinirden şimdi. ama nazik kız, adamın yanında kibarlığı elden bırakmadan "ama"lı bir cümleye başlayacak oldu, abi ondan hızlı çıktı, başladı ayakkabılarını anlatmaya. 
meğerse özel yapımmış bunlar. işinin ehli bir ayakkabıcıya bu yumurta topuk ayakkabılarını renk renk yaptırıyormuş. hiç şaşmaz, hep bu model. hazır ayakkabılar anca üç gidiyor, sonra çöpü boyluyordu, oysa bunlar öyle miydi?! üç sene tepe tepe giyiyordu bunları, hey anam hey! 
bu arada şu değerli bilgiyi de kendisinden öğrendik: has yumurta topuk ayakkabıya da aynı zamanda pavyon ayakkabısı deniyormuş. 
abi ne kadar tatlı da olsa, muhabbeti tadında bırakmak gerek diyerek, ayrıldık yanından. 

son fotoğraftan görüldüğü üzere, elbette deniz kenarını da dolandık, balık ekmek keyfi(!) yaptık. şimdi bunu okuyan arkadaşım, köpürecektir; tırnak içindeki ünlem işareti de aynı sebepten. 
zira martılar bir hayli keyfini kaçırdı. oturduğumuz sardunya çiçekli çok cici balıkçıda yaşadığımız hava saldırısında martılar en büyük zayiyatı arkadaşımın balık ekmeğine verdi. o yükseklikten böyle bir hedefi tutturabilmiş olmaları da ayrı bir yetenek mevzusu ya, hadi ona çok girmeyeyim. bazı hikayeleri tadında bırakmak lazım.
aynı bu yazımı olduğu gibi. 
öpüldünüz




1 Mayıs 2016 Pazar

bir mayıs

sabah oğluşlarımı çıkardığımda, bir haftadır parkta karşılaştığım ve ben demeden güleryüzüyle selam veren temizlik görevlisine dayanamayıp laf attım. 
"bu parka gelmiş en güleryzlü temizlik işçisi sizsiniz!"
başladık tabii muhabbette. işçi bayramında bile çalışmakta olmasından dolayı sistem adına özür dilercesine kutladım. ama o artık aşina olduğum güleryüzüyle hiç umursamadı. 
otuz yıl evvel taşı toprağı altın şehre ailesiyle gelmiş, ama hala kaybetmediği şivesiyle "diyarbahırliyem" derken nasıl dimdik duruyor. 
dört çocuğundan biri üniversite mezunu, biri üniversitede okuyor, diğer ikisi üniversite giriş sınavına hazırlanıyor. kıt kanaat işçi maaşıyla bunu becerebildiğiyle nasıl gururlu! gözleri öyle ışıl ışıl anlatıyor bunları, ben de ona kıyıp yüksek öğrenim konusundaki fikrimi söylemiyorum. tam tersine, onun ışıltısından etkilenip, candan bir "helal olsun!" çıkıyor ağzımdan. uçuyor sevincinden. hele ki mesleğimi duyunca zıplıyor sanki mutluluktan. 
ama sebebini öğrenemeden, sonradan avukat olduğunu gözümüze sokarak söyleyen elli yaşlarında bir hanım bölüyor bizi. parkın pisliğinden ve gençlerin moda parkını nasıl çöpe çevirdiğinden dem vuruyor. sanki şu anki gençler bizim eserimiz değil gibi!
ben anında topukluyorum oradan. 

dönüşte yine takılıyorum. tabii yine muhabbette açılıyor.
"maden işçilerinden sonra en ağır iş temizlik işçisinindir! zordur başkasının pisliğini temizlemek. " diyecek oluyorum. bu sefer bana işine duyduğu saygıyı gösteriyor. çantasında bir adet "poğföm", bir adet de hacı yağı var. ter kokmak istemiyor yanından geçtiği park ziyaretçisine. 
dur, sağol istemem diyemeden elime sürüyor hacı yağını. 

ellerimi kaç kez yıkadım,
duş aldım, yarım günden fazla geçti. hala elim kokuyor. hiç de sevmem hacı yağını. 
eyleme gidemedim, ama elimde kokusuyla tatlı ömer kardeş (ya da abimsindir belki, yaşını sormak aklıma gelmedi), senle hala kutluyorum gününü, haberin olsun! 

işçinin kendi bayramında çalışmak zorunda olmadığı nice bayramlara!!!