9 Haziran 2016 Perşembe

hiç kimse ya da hepimiz

lisenin kızlar tuvaletinde birbirimizi su savaşlarında sırılsıklam ıslattığımız, hatta evdeki sorunlardan bunalıp birlikte istanbul'a kaçmayı planladığımız ve hala görüştüğüm bir sınıf arkadaşım var. nihayet yıllar sonra onu tekrar sahnede görmek nasip oldu. 
bomonti park avm'deki tiyatro atölye'de "hiç kimse" adlı oyunu kocasıyla birlikte sergiliyorlar.
hemen belirteyim, bu sezon maalesef oyunu kaçırdınız, bana da sondan ikinci oyuncu seyretmek nasipmiş. ama sonbahar sezonunda tekrar sahnelemeyi düşünüyorlar, yani biraz sabretmeniz gerekecek.
boşuna demiyorum, zira seyretmeye değer bir oyun!



önce oyunun kısa bir özetini biletix'den apartılmış olarak vereyim:
"Devr - i Alem oyuncularından hiç kimse
Kimseyle yakınlık kuramayan, bütün çabalarına rağmen sosyal hayata giremeyen 45 yaşındaki Erkut; kendi kendisiyle kavgasını bitirememektedir. Aile, toplum, devlet ve tanrı inancını sorgulayan Erkut, bir klinikte tedavi görmektedir. Doktoru Zeynep Hanım'ın çabalarına rağmen umutsuzluğa yenik düşer. Varlık ve hiçlik arasında sıkışan Erkut, hayatını sonlandırmak istemektedir. Doktor Zeynep ise kendisini öldürebilecek en güçlü adaydır. Doktor Zeynep, iyileştirmek istediği hastasının yaşamını sonlandırmasına neden olacak ve Erkut ile aynı süreci yaşamaya başlayacaktır. Bu döngü içinde bocalayan sadece Erkut değildir. Evren ve küçük genç gezegendeki düzensizlik içinde tekrarlanan düzende çırpınan ve hep aynı sonu yaşayan insanlıktır.
Eser: Adnan Büyükbaş
Oyunlaştıran, yöneten: Tanya Aksu Gökdeniz
Dekor, kostüm: Harika Derya Erten
Müzik: Vurgun Deniz
Afiş: Gülşah Ünsal
Oynayanlar: Hasan Fehmi Gökdeniz, Tanya Aksu Gökdeniz"

tanya'nın dediğine göre, eser sahibi olarak adnan büyükbaş görünse de, yazarın kendisi oyunu seyrettiğinde, "aman ha, benim adımı çıkarın afişten!" diye ricada bulunmuş. gülerek ilave ediyor tanya, "boşuna değil, oyun sağ kesime hitap eden bir tiyatro eseriyken, ben onu tamamen sol bakış açısına göre yorumlayıp, kitapta olmayan bir sürü unsur ekledim."  
burada bunların ne olduğuna dair çok fazla detayına girmeyeceğim, ama aşağıdaki alıntılar bir fikir verecektir:
"Buradan bu kokuşmuşluktan gideceğim. Hatta bu dünyadan gideceğim. Orada sen ve senin gibiler olmayacak!
Biliyor musun orada para denen şey de olmayacak. Hiç kimse parası kadar konuşamayacak orada.Her şey kardeş payı, bölüşülecek. 
Hiç kimsenin gizli kasası hesap numarası olmayacak. Ortak olan tek şey kaderimiz olacak…"

özetinden de anlaşılacağı üzere oyunun tamamı neredeyse erkek oyuncu, yani erkut karakteri üzerinde dönüyor. ama ona gelmeden önce diğer karakteri, zeynep ele almak istiyorum: 
doktor zeynep'in fazlaca repliği yok. sahne aldığı kısa süreler içinde de arka planda, baş rol oyuncusunun monologlarını dinleyen, daha çok mimikleri ile destek veren bir role sahip. tanya oyunun hem senaristi, hem oyunlaştıranı olarak, zeynep'in başlarda grotesk bir tiplemeyken en sonda karaktere döndüğünü söylese de, bu son nedense gerçekleşmiyor. erkut'un kaderini değil, kendi yok oluşunu yaşıyor zeynep, ama bu yok oluş bile kör göze parmak şekilde hicveden bir tiplemenin yaşayacağı türden bir yok oluş olmaktan öteye geçemiyor. belki de tam da bu yüzden oyunun içerisinde sandığından daha derin bir manaya sahip. erkut gibi o yok oluşu isteyerek, bilerek çağırmıyor, tam tersine, hastasının bir virüs gibi kendisine bulaştırması neticesinde, başına gelenin tam ne oldiuğunu anlamadan kendini kaybettiği bir düzleme geçiyor zeynep . 
o yüzden oyunda yer alışı, repliklerinden ziyade kıyafeti önem kazanıyor: ilk girişte taşıdığı parlak taşlı güneş gözlüğü oyuncu tarafından kapatalizmi temsil ettiğini söylense de, bence daha çok şaşalı bir krallığı temsil eder durumda. oyun ingiltere'de geçiyor olsaydı, kimin eleştirildiğini hemen anlarız. her ne kadar güneş gözlüğü kısmı işçinin sömürüsü üzerinden kendine rahat bir hayat kurmuş olan orta üst sınıf kesimi bir yere kadar temsil ediyor olsa da, sade bir okuma gözlüğü sanki daha yerli yerinde olurdu. eğitimli ve enteletüel kesimi salt tatili çağrıştıran bir simgeyle anmak ne kadar doğru olurdu? üstelik zeynep de en sonda bu çarkın bir kurbanıdır ve bir okuma gözlüğü, psikiyatrın okumaktan ve yazmaktan erken yaşta bozulan gözlerini çok iyi anlatacaktı. en sonda, erkut'un kaderinin bir anlamda paylaşıyor olması, sistemin patronu değil, kurbanı olduğunun bir göstergesi değil midir? 
kıyafet seçimini ise çok yerli yerinde buldum. tek parçadan oluşan elbisesi, ki üzerindeki siyah beyaz çizgili ceketi(bu renklerin futbol fanatizmini mi simgeliyordu diye sormaktan alıkoyamıyorum kendimi)ni çıkardıktan sonra gördüğümüz elbise, sade haliyle büroda çalışan tipik ofis kadınını hatırlatıyor. diğer yandan ise, kısa kollu olmasına rağmen, belki uzak da olsa kara çarşafı çağrıştırmaktadır. bu da ülke gündemine enteresan bir gönderme olmuş. hele ki koca ve çocuğa sahip oluşu, kendisinden beklenen toplumsal rolü oynadığını göstermekte. eğitim de almış olsa, siyah elbisesiyle bir anlamda kara çarşafın baskına boyun eğmiş ikinci cinse ait olduğunu anlatmakta. altına giymiş olduğu kalın siyah çorapları bunun pekişmesini sağlayan unsurlardan biri. 
ama tam da tüm bu siyahlığa tezat oluşturacak kırmızı ruju, kalın siyah çoraplarının üzerine giyilmiş olan kırmızı paçalı dantelli donu ve kırmızı rugan ayakkabılarıyla kadın her ne kadar eğitimli de olsa toplumun en dış katmanlarından biri olan psikyatri kliniğinde dahi en niyahetinde pornografik bir meta olmaktan öteye geçemediğini gösteriyor. en sondaki krmızı ışık da, deliliğe geçişe de bir genelev havası katıyor nedense. erkut'un babasına ait fotoğrafı yiyor olması da bir nevi erkut'un babasını sindiren genelev kadını imgesini yaratıyor. acaba erkut'u yok ederken, babası üzerinden yeniden bir var ediş biçimi mi bu? 

erkut'un kıyafeti ise zeynep'in kıyafetinin tam tersi. beyaz pijama altı üzerine beyaz bir tişört. elbette kıyafetinden ziyade karaktere odaklanmamız istendiğinden bu sadelik. ama her nedense o beyazlık bir yerde yine de rahatsız edici. zira her türlü sorgulamayı yapan entelektüel birikimi çok yüksek bir karakter o bilgiyle kirlenmiş vaziyettedir, oysa ki beyaz saflığı, nötr bir hali, işlenmemişliği ifade ediyor. bu kirlenmişliği anlatabilecek en iyi renk siyah olurdu, ama tabii bir psyatri kliniğine siyah ne kadar uygun bir anlatım katabilirdi? belki de tam bu yüzden, karmaşaya neden olacak düz bir renk yerine, gerçeğe sadık kalınarak, hastanalerde görmeye alışkın olduğumuz "çubuklu" pijamadan şaşmamak gerekiyordu.   

erkut'u anlatmak olanaksız, o kadar zengin bir karakter ki, insan hangisinden başlayacağını bilemiyor. tüm oyun onun üzerinde döndüğünden o kadar çok konu var ki! erkut yeri geliyor şair oluyor, yeri geliyor ressam, ama asıl özünde sol geleneğinde kavrulmuş bir düşünür.

zaman zaman sufiliğe varan bir iç yolculuğuna gidiyor. aslında o sol geleneğe taban tabana zıt bir dinsel yaklaşımı var erkut'un. adem'le havva'nın cennetten kovulmasalar, var olmayacak toplumun içinde bunalmış, yalnızlığıını yaşayan bir adam erkut. ruha inanmadığını anlatırken dahi, aslında inandığını ifade eder. tam ruhun ne olduğunu anlayamadığı bir anda, ruhu sıkılmıştır zira. olmayan bir şey nasıl sıkılsın der gibidir. hele ki zeynep'in boşluk olmasa, resim olmaz ifadesine karşılık, resim olduğu için boşluk var demesi, bu manada en üst noktayı bulur. sufiliğin hiçlik kavramına gönderme olduğu son derece net bir ifadedir bu. yine de bunca derinliğine rağmen yarım kalmış bir hayat erkut'unki. hiç bir yerde olmak istemez, zamanı yok etmek ister, aynen sufiliğin özünde olduğu gibi. her ne kadar anda olmak istese de, bunu başaramaz. kendi arzusuyla da yarım bırakmayı en sonunda başardığı bir hayat olur bu. 

eserin orjinalini okumak isterdim, ama maalesef bulamadım. 
orjinal eserde de erkut karakteri bu kadar güçlü mü bilemem, ama fehmi'yle hayat bulan erkut sizi sandalyenize mıhlayacak cinsten! bir buçuk, iki saate yakın süren oyun süresince nefesimi pek çok sahnede tutmuş bir halde seyrettim. fehmi kendsini öylesine kaptırarak oynuyor ki, erkut rol olmaktan çıkıyor. adeta içiçe geçiyorlar. fehmi mi erkut, erkut mu fehmi ayırt etmek olanaksız hale geliyor. her ağladığında içim sızladı. hele ki kafasını vurduğu sahnelerde, sadece erkut'un değil, fehmi'nin de ciddi bir şekilde zarar göreceğinden endişe ettim. belki de şöyle söylemek gerekiyor: fehmi yok oluyor, hiçliğe karışıyor, oyun süresince sadece erkut var karşımızda!
açıkçası son bir kaç yıldır gittiğim iyi oyunların arasına çok rahat girer bu. tiyatro eleştirmeni olsam, ki acımasız bir edebiyat eleştirmeni olarak bunu rahatlıkla söylebilirim, 10 üzerinden 9 vereceğim bir oyun olurdu bu . 
ama oyuncusuna gelince, kesinlikle zon zamanlarda seyretme şansı bulduğum en iyisi! böylesine yetenekli bir oyuncunun neden büyük yapımlarda boy göstermediğine insan epey üzülüyor. oyununa bu kadar inandıran, seyircisini bu kadar sürükleyen bir oyuncu az bulunacak bir yetenek. üstelik, tiyatroyu brecht bakış açısıyla, yani yabancılaştırma unsuru olması gerektiğine inanan birisi olarak söylüyorum bunu. seyirci kendini oyuna kaptırmamalı, eleştirel mesafesini koruyabilmeli. ama fehmi'yi seyrederken "katarsis"i yaşamamak olanaksız. erkut'un acılarını diekt olarak siz de yaşıyorsunuz. 
aslında fehmi'yi trt 1'de salı günleri yayınlanmakta olan yunus emre dizisinde meczup rolünde görmek mümkün. ama açıkçası bu güçlü oyunculuğu görmek istiyorsanız muhakkak bu oyunu seyretmeniz lazım. yeni sezon için ajandanıza şimdiden "kesinlikle görülmesi gereken" notuyla kaydını düşmenizi öneririm.

Hiç yorum yok: