23 Mart 2008 Pazar

bu bahar adamı fena ediyor

şikayetçiyim! kardeşim kim baharı angaje etti gün evvel? bir yakalarsam onu! gün evvel açtırdı bahar dallarını, güneşi koydu taa yüreğimin içine, lodoslarını saldı üzerime üzerime. sanki onca işaret yetmezmiş gibi, bir de kediler dalaşa başladı.

yahu işin gücün yok mu bahar kardeşim?! ne geliyorsun bu kadar erken?
gerçi mart şimdi kapıdan baktırıyor ya, bak görün, daha sonlarına gelmeden bir güzel soğuk yapacak! diyeceksiniz ki, ahanda geldi işte sonu, hani nerede diye, merak etmeyin hafta bitmeden totonuz donacak! donsun ya, baharı gün evvel çağıranın totosu donsun önce, kafa bırakmadı bizde! biz demem, başı dönenler adına konuştuğumdan. yoksa şizofrenik bir vakaya dönüşmedim.
tamam kutup ayıları kış yukusuna yatamaz oldu diye de kıştan erken çıkacağız manasına gelmiyor ki bu!
ah bahar, git geldiğin yere, kafam zaten allak bullak!

13 Mart 2008 Perşembe

yunuslar karşıladı seni hüzün

şairane duygular kapsadı kuzey batıdan gelen rüzgarı diye girişeceğim yazıya, olmayacak, yakışmayacak bloguma. ne ben şairim, ne de bu yunuslar romantizme vurgun. o halde ben iki cephe adına da haybeye kurşun sıkılmasına engel olayım.

vapurdayım, aniden bir yunus yüzgeci çıkıyor dalgaların arasından. hem de bir kaç metre ötede, heyecanlanıyorum, elim ayağım birbirine dolanıyor, hemen fotoğraf makineme sarılıyorum. yanımda dikilen genç bir kadın, "sağa bakın orada daha çok" diye uyaruyor, deklanşöre basıyorum gitsin, parmağım acıyor basmaktan, yakın bir kaç poz yakalasam, yok, durmuyorlar ki yerlerinde haytalar, boyna dal çık, dal çık. yahu iki saniye sakin durun, poz verin diye sesleniyorum, duyan kim. neyse, tek bir poz da olsa resmetmeyi başarıyorum sonunda. yıllar sonra bu denli yakından görmüş olmak da cabası.
bilmem ki kaç sevinmişi vardırıyor bu sabah vapur beşiktaş kıyısına...

sulukule yıkılmasın!

kaç zamandır gündemde konu, ama aktif bir şekilde hiç bir şey yapılmıyor belediye tarafından, yıkmak dışında tabii.
facebook'daki grubuna üye olduğumdan bugün için eylem yapılacağı duyurulunca destek olayım düşüncesiyle gittim.
yolu fazlaca hesaplayınca, neredeyse bir saat kadar erken vardım semte, daha önce arkadaşlarla fotoğraf avına gitmiştim, ama ilk yalnız gidişimdi. mahalleye girince biraz çekinmedim değil, ne de olsa pek çok şey anlatılıyordu semt hakkında. eylem noktası diye tarif edilen yerde kimseleri göremeyince, üzerinde "istanbul'u başımıza yıkacaklar" yazılı bir t-shirt giymiş ufaklığı görünce seslendim, o da gel abla diyerek tuttu beni yan sokağa götürdü, eylem burada olacak diye.
belki benle yaşıt, belki de beş on yaş büyük benden, ama çoktan torun torbaya karışmış iki kadın karşıladı. buyur ettiler hemen, kapı önündeki taburele çöktük. gazeteci sandıklarından başladılar dertlerini anlatmaya, söylediysem de gazeteci olmadığımı, dertlerini ortaya döktüklerini görünce itiraz etmedim tekrar, dinledim onları.
solda oturan türkan, kocası hapiste, iki oğlu da cezaevinde, koca cinayetten yatıyor. hiç bir geliri yok, "konu komşu ne verirse işte" diyor. "ama bu evlerimiz yıkılırsa nereye gideriz" diye söyleniyor, ama beş dakika sonra sanki yakınan o değilmiş gibi gözlerinde gülücükler açıyor.
ayakta duransa görümcesi sevtap, onun kocası ölmüş, çocuğu da yok. sinir hastası, fakirlikten ilaçlarını zor alıyor, okuma yazması yok, ama nasıl da neşeli. hele ki evinin duvarına yazdığı yazıyı görünce, ne diyeceğimi bilemedim, "harfleri ezberledim de yazdım, yoksa nasıl yazayım. gerçi yanlış oldu ya, ne yapayım" diye özür dilercesine açıklıyor. fotoğrafları çekerken de "aman haa, seccademle bayrak da çıksın" diye uyarıyor.

bir gece aniden, hem gelinin hem de kendinin saçlarını kesiyor bunalmışlığında. neden diye soruyorum "ailem saçlarıma aşıktı, kimse görmesin bir daha dedim ve kestim, sonra da kapandım, dine döndüm" diyor. seccadeyi işaret ediyor bunu söylerken.
bir kaç defa Bakırköy'de yatmış, ama tedavi bitmeden çıkarılmış hastaneden. "ne olur yaz hepsini haa" diyor, evet manasında başımı sallıyorum.
yeğeni boncuktan çakmaklık yapmış, gururla gösteriyor onu. "bunu ben yıllarca taşırım artık. dağılıp bozulunca da, benim bir fotoğraf kutum var, onun içine koyar saklarım" diyor sır verircesine. yengesi de söyleniyor öteden, "amaaaan yine mi fotoğraf kutusu" diye.

kahvaltı etmemişler daha, içeri buyur ediyorlar, çekiniyorum birden. "ben mahalleyi bir fotoğraflamak istiyordum aslında" diye sıvışmaya çalışıyorum, uyarıyorlar, "amaaan haa, mahalleli bizim gibi uysal değil, belki saldırırlar, gitme tek başına" diyorlar, duraksıyorum birden, uysal mı? sinir hastası, ağabeyi cinayetten hapis... geri kalan mahalleliyi düşünemiyorum, hemen evet diyorum yanıma çocuklardan birini vereceklerini söyleyince, "seni kahveye götürsün, dernek başkanı da oradadır". takılıyorum çocuğun peşine. kahve, erkekler kahvesi, içeride okey oynanıyor, dernek başkanı gelecek diyor karayağız incecik bir adam. kahvenin önündeki derme çatma tahta taburelerden birine ilişiyorum. mahalle fakir ama kahvenin önünde gıcır gıcır siyah bir hyundai park etmiş, etraftaki fakirliğe nanik dercesine duruyor. kime ait acaba?
sokaklarda tavuklar cirit atıyor. tam önümde toprakta eşelenen horoz dikkatimi çekiyor, sağ gözü kapanmış, pek açamıyor. arkasındaki piliç kadar da çelimsiz, ama yine de şişine şişine dolaşıyor bir o yana bir bu yana. onu seyrederek oyalanıyorum. biraz da pişman olmuş gibiyim tek başıma geldiğime, bir işe yaramayacağını gelişimin diye içimden ver yansın ediyorum kendime. ama kalkıp da gidemiyorum, onca yol geldim ne de olsa.
eylem saati gelmiş geçiyor, gazeteciler görünüyor tek tük, nedense bizdensin tavrı var onlarda da, bireysel destekçi gelemezmiş gibi. ses etmiyorum, katılıyorum aralarına. sonra dernekten birileri görünüyor, bir anda bir gazeteci ordusu peydah oluyor. dernek başkanı olup olmadığını bilemediğim bir kadın, ama belli ki mahalleli tarafından sevilen biri basın açıklaması yapıyor. "dilekçe için damga pulunu alacak pazarımz yok, toki'nin konutlarına taksidi nereden bulalım" diyor. etrafı çevrilmiş. arada başka sesler yükseliyor, bağırış çağırış. dernektekiler afiş bastırmış, tutuşturuyor herkesin eline "çok görünelim, tutun şunları yukarı" diye sesleniyorlar birbirlerine. bir avuç insan var, mahalleli nerede diye bakınıyorum, onlar da az. bazıları satıp gitmiş üç kuruşa evlerini, diğerleri de beyhude diye mi düşünüyor acaba? ama ya destekçiler? facebook daha çok insana seslenir diye umut etmiştim, ama zaten ben de pişman değil miyim geldiğime?!
bir iki dernek üyesi olduğunu düşündüğüm kadınla konuşmaya çalışıyorum, soğuk soğuk gülümsüyor ve cevaplamadan yanımdan geçip gidiyorlar. sonra sevtap'ı görüyorum, elinde afişlerden biri, canhıraş derdini anlatıyor dağılmaya başlamış gazeteci ordusuna.
dalıyorum coşkusuna, çırpınışına. çırpınmak zorunda, kaç baş o küçük evde yaşıyorlar, yıkılırsa gidecek yerleri yok. ondan ötesi, orada bir tarih var, türkler istanbul'u fethetmeden bile var olan, yok olup gidecek olan. o neşeli roman havasının, yüzyıllardır mevcut bir kültürün yok olabileceğini düşünmek istemiyorum, hem de ne için! "mutenalaştırmak" adına, zenginlere mesken sağlamak uğruna. içim bir kez daha cız ediyor.

saat ilerliyor, ayrılmak zorundayım, kendi dünyamın mecburiyetleri çağırıyor.
boşuna mıydı gidişim? bilmiyorum. en azından sevtap ve türkan'a verdiğim sözümü tutayım diye yazımı yazıyorum, ama bir yerlere ulaşır mı bilmem...

9 Mart 2008 Pazar

çocuk yap ey kadın! en az üç tane...

üç tane de olmaz, dört olsun, dört de yetmez beş olsun...
ortalık bıcır bıcır, kıçı açık, yalın ayak, tarlaya işçi olabilecek çocukla dolsun ortalık!
kadınlarımız başka ne işe yarar ki zaten?
bence kadınlar gününde söylenebilecek en anlamlı tebrik mesajı buydu! hatta çocuk bayramında da yinelenmeli, ki unutulmasın hemen. dün talimatla hemen üretime girişen çiftler 23 nisan'a kadar yorulacaktır, yeni bir emirle taze enerji dolarlar, yeniden üretime girişirler bence.


hem neymiş o öyle, yok eşitlik, yok pozitif ayrımcılık, kadınlar çalışacakmış... tövbe tövbe! bak sen! çocuk doğuracaksın sen kadın! haddini bil!

doğurganlıklarını heba eden, hiç doğurmayanları da direkt kafese kapatıp damızlık yapmalı!

ikinci dünya savaşı'nın ünlü simalarından bıyıklı bir zat da bu yüce bilginin ayırdındaydı, ve ulusunun erkeklerine emretti: her sağlıklı kadın hamile bırakılmalıdır!

eee haklılar sonuçta, her ikisi de. ne de olsa
ortalığa kıçı açık bebe, tarlaya işçi, ve en mühimi, cephede ön saflara sürülebilecek gariban vatan evladı lazım!

8 Mart 2008 Cumartesi

dayak

pek severek okuduğum bir gazetenin online versiyonunun sağ tarafında "özlü sözler" bölümü olur ve akıllara durgunluk verici veciz sözleri yayınlarlar orada. genellikle sarkastiktir, sözü söyleyenle de sözün kendisiyle de "başak" geçer ve sizi epey güldürürken de düşüncelere gark eder.
ancak tesadüfidir, yani aynı sayfayı açsanız bile sağ yanda aynı veciz sözle karşılaşma ihtimaliniz düşüktür, lakin başka bir sayfada tekrar karşısına çıkabilir sürpriz yaparak.
hani kutlanan günleri sevmem, ama yine de güne uygun bir söze denk gelince, bu sabah gazeteyi okurken, sizlerle paylaşmadan kendimi alamadım:
ÖZLÜ SÖZ #235
"Öyle dövüyordu ki, her defasında doktora gidiyordum. Birkaç kez burnum kırıldı. Ağlıyordum. Darbelerinden çok, kurduğu cümleler kalbimi kırıyordu. Ben ona kötü bir şey söylemeye bile kıyamazken, o bana 'Yakında ölürsün,' diyordu."
Karısı Gisele S.'den her gün dayak yediği için canından bezen Alman Manfred S. yakınıyor.
genellikle takdir ederim o köşenin hazırlayıcsını, onikiden şak diye tutturan cümleler seçer, ancak bunu anlayamadım. evet, günün anlamına pek uyar gibi görünüyordu, ama dayak yiyen bir erkek, dayağı atansa o adamın karısı.
eee?
dayağı erkeğin yemesi ve bunu şikayet etmesinde sarkazmı oluşturabilecek bir sebep göremedim ben, bilemiyorum belki de günün anlam ve ehemmiyetine yaraşırcasına ailedeki işe yaramaz bir erkeğin neden olduğu borçları ödemek zorunda olduğumdan mı göremiyorum sarkastik yönünü nedir...
sahi ben bu yazıyı şimdi niye yazdım?

neyse, meraklısına birde böyle haberler var!

1 Mart 2008 Cumartesi

bir kale daha yıkıldı


geçenlerde bomba gibi bir düşen bir haber vardı, bilinen bir kaç ünlü sakinleştiricinin placebodan başka bir şey olmadığına dair.
peki dedik, ne yapalım, yola başka sakinleştiricilerle devam ederiz. ne bileyim, arada bir dostlarla buluşur demlenir, psikolojik tedavinin alâsını alırız diye düşünüyordum ki, bu sabah gazeteyi açınca kahroldum!
meğerse alkol de işe yaramıyormuş! üstelik işe yaramadığın da yetmiyor, kötü anıları unutturmuyor, bellekte daha uzun süreli kalmasına sebep oluyormuş.yahu tevekkeli değil, içtikçe sarılıp ağlaşıyorduk karşılıklı "öpüjem" nidaları eşliğinde. demek ki tüm kötü anılar canlanıyor, biz o halet-i ruhiye içinde ne edeceğimizi şaşırıyormuşuz...
yok yok, artık hiç bir sarhoşa kızmayacağım, gülmeyeceğim, n'apsın gariban!

ama bu araştırmayı yapan japonların da işi gücü yok galiba, gitsinler fotoğraf filan çeksinler, bizi böyle hüzünlü haberlere gark eyleyeceklerine...