soğuk kış günü otobüs durağında o durağa genelde dolu gelen bir otobüs bekliyorsun. nihayetinde geliyor beklenen, ve herkes senden daha evvel koşuyor kapısına, sen arkalarda kalıyorsun, senden sonra gelmiş bir sürü kişi, senden önce binme ve belki de şansa boş kalmış son yerleri kapma lütfuna erişiyor. durumu kabullenemyen bir vatan evladı olarak hafitften kaynak yapma teşebbüsünde bulunuyor ama önündeki amca tarafından sertçe geri puskürtülüyor, hatta ittiriliyorsun. üstüne üstlük seni "kuyruğa geç" diye de hizaya getiriyor. altta kalmak istemiyorsun, "sizden önce geldim durağa, haksızlık değil mı!" diyecek oluyorsun, amca yaşına uygun bir kabalıkla yükleniyor: "salla!" haydaaa, mobese kameralarından kanıt mı istiyorsun? diye karşı çıkasın geliyor, susuyorsun, yaşlı ya, saygısızlık olmasın!
ama gerçekten yaşı büyük diye her yaşlı saygıyı hak ediyor mu?
yorgun argın işe giden ya da gelenlerin oturabileceği koltukları, sırf bedava
yolculuk hakları olduğu için gasp eden görece masumlarından tutun da taciz edenine kadar çeşit çeşit bence pek de saygıyı hak etmeyen yaşlı elemanlar kol geziyor toplu taşıma araçlarında. üstelik yaşları nedeniyle buna hakları olduğunu sananlar bile var. tacize olmasa bile, yer tutmacaya.
elbette sözüm meclisten dışarı bunu okuyan sevgili yaşlı okuyucum. zahmet edip şimdilerde zar zor gören ama vaktinde neler neler görmüş gözlerinle bu yazıyı okuduğuna göre, sen zaten o grup dede ninelerden değilsin. sen otobüse bin, sekiz saat ayakta ders vermiş yorgun halimle hemen fırlayıp yer vermezsem ne olayım! (yıkamacı yağlamacı olduğum kesin!)
yok benim derdim, büyük kent sevgisizliğinin girdabına kendini çoktan bırakmış yaşlılar: yaşınıza uygun bir parça daha tolerans ve şefkat sahibi olmanız gerekmez mi?
belli ki gerekmiyor...
bu koca kentin muzdaribi insanlar topyekün sevgisizler, tersine örnek olması gereken yaşlılar dahil!
Oradan şuradan, hayattan memattan yazılar: gündelik, eşelenmelik, zaman zaman da hart hart kaşınmalık...
29 Şubat 2012 Çarşamba
25 Şubat 2012 Cumartesi
zaman yolculuğu
var saydık ki mümkün, hangi zamana ve nereye gitmek isterdin?
evet evet anladın, woody allen'in son filmi'ndeki mevzudan bahsediyorum, ama beni asıl gaurdian'deki "literary time travel: where would you go?" adlı yazı uçurdu, 19 yy.'ın ortalarına atıverdi. kendimi baudelaire'in paris'ini arşınlarken, kara romantizmin kağıtlara yansıdığı o karanlık günleri didiklerken buluverdim. baudelaire ve manet ile içmeye gidiyor, ardından kötülük çiçekleri topluyoruz. derken feuerbach çıkıyor karşıma, kahramanım olan bu adama öyle çok sorularım var ki, nefes aldırmadan konuşabilirim gibi geliyor,
ilk sorum da, "ölüm sonrası yaşam hakkında gelecekten gelmiş, yani bir nevi onun ölümünden sonraki bir zamandan gelmiş, düşüncesine dialektik bir düzlemde var olan birine nasıl bir savunma yapacağı", olurdu. ve tam bu aşamada asıl sorularımı ölü feuerbach'a sormak istediğimi fark ediyorum. mesela, ölüm sonrası yaşamı red ederken, şimdi nasıl bir ölüm sonrası var oluşu sürdürdüğünü ya da maddesel var oluşunu bırakıp, iddia ettiği gibi gerçek benliğe dahil olup olmadıgını sormak isterdim.
tabii "hiristıyanlığa eleştirisi"inde duygulanımların, hissedişlerin ve imgelenimlerin yarı bilinç dışı, yarı bilinçli ortaklığını freud'un daha sonra "psyche" olarak adlandıracağı olguyu ondan önce dile getirmesiyle gurur duyup duymadığını ama en çok da, sonrasında zıt düşünceler savunduğu hocası hegel ile geçinip gecinmediğini öğrenmek isterdim.
hmm, yok yok; feuerbach'ı düşündükçe zaman yolculuğunu ben değil de onun yapmasını tercih ettiğimi fark ediyorum. ayağının tozuyla da evime misafir olmasını da tabii.
ya da en kolayı onunla, onun yadsıdığı ölüm sonrası yaşamda buluşmayı... ah ne leziz olurdu!
evet evet anladın, woody allen'in son filmi'ndeki mevzudan bahsediyorum, ama beni asıl gaurdian'deki "literary time travel: where would you go?" adlı yazı uçurdu, 19 yy.'ın ortalarına atıverdi. kendimi baudelaire'in paris'ini arşınlarken, kara romantizmin kağıtlara yansıdığı o karanlık günleri didiklerken buluverdim. baudelaire ve manet ile içmeye gidiyor, ardından kötülük çiçekleri topluyoruz. derken feuerbach çıkıyor karşıma, kahramanım olan bu adama öyle çok sorularım var ki, nefes aldırmadan konuşabilirim gibi geliyor,
ilk sorum da, "ölüm sonrası yaşam hakkında gelecekten gelmiş, yani bir nevi onun ölümünden sonraki bir zamandan gelmiş, düşüncesine dialektik bir düzlemde var olan birine nasıl bir savunma yapacağı", olurdu. ve tam bu aşamada asıl sorularımı ölü feuerbach'a sormak istediğimi fark ediyorum. mesela, ölüm sonrası yaşamı red ederken, şimdi nasıl bir ölüm sonrası var oluşu sürdürdüğünü ya da maddesel var oluşunu bırakıp, iddia ettiği gibi gerçek benliğe dahil olup olmadıgını sormak isterdim.
tabii "hiristıyanlığa eleştirisi"inde duygulanımların, hissedişlerin ve imgelenimlerin yarı bilinç dışı, yarı bilinçli ortaklığını freud'un daha sonra "psyche" olarak adlandıracağı olguyu ondan önce dile getirmesiyle gurur duyup duymadığını ama en çok da, sonrasında zıt düşünceler savunduğu hocası hegel ile geçinip gecinmediğini öğrenmek isterdim.
hmm, yok yok; feuerbach'ı düşündükçe zaman yolculuğunu ben değil de onun yapmasını tercih ettiğimi fark ediyorum. ayağının tozuyla da evime misafir olmasını da tabii.
ya da en kolayı onunla, onun yadsıdığı ölüm sonrası yaşamda buluşmayı... ah ne leziz olurdu!
19 Şubat 2012 Pazar
yalnızlık bir ömür boyu...
nasıl da severim kalabalık bir barda oturup kitap okumayı. etrafımda olan biteni gözler, arada bir seyler karalar, yeniden okuduğum mecmuaya dönerim. hem yalnızımdır, kendi dünyamda, hem de etrafımda olup biteni gözlemleyerek kalabalığın bir parçası olur, bir nevi aralarına karışırım. ama yine de onlardan olmam. arada bir garsonlarla ya da barmenle bir iki laf değiş tokuş eder, yeniden yalnızlığıma dönerim. işte öyle hoş bir tad bırakır bar taburesindeki maceralarım.
ama bu akşam, bu akşam bir tuhafım. gazeteleri arşınladım, kitabıma sığındım, hatta chomsky'nin son söyleşisini yudumladım rakımın yanında, yok kesmedi...
başka türlü bir şey benim istediğim bu akşam.
"başka türlü bir şey benim istediğim
ne ağaca benzer, ne de buluta
burası gibi değil gideceğim memleket
denizi ayrı deniz,
havası ayrı hava.."
bir dost, sıcacık bir gülümseme, dostça bir sarılış için krallığımı veresim var sanki...
yok yok, pek depresif kokuyor benim bu ruh hallerim bu akşam.
ama bu akşam, bu akşam bir tuhafım. gazeteleri arşınladım, kitabıma sığındım, hatta chomsky'nin son söyleşisini yudumladım rakımın yanında, yok kesmedi...
başka türlü bir şey benim istediğim bu akşam.
"başka türlü bir şey benim istediğim
ne ağaca benzer, ne de buluta
burası gibi değil gideceğim memleket
denizi ayrı deniz,
havası ayrı hava.."
bir dost, sıcacık bir gülümseme, dostça bir sarılış için krallığımı veresim var sanki...
yok yok, pek depresif kokuyor benim bu ruh hallerim bu akşam.
14 Şubat 2012 Salı
tüketin tüketmeyin
nedir bu tüketim manyaklığıyla icat edilmiş günlerden çektiğimiz azizim? birileri çıkıp "aha size nine günü!" diyor, biz de dükkanlara koşturup ninemize iç donları alıyoruz. kimse de demiyor, yahu benim nine tahtaliköy'e direk çakalı yarım asır oldu, ne edeceğim ben bu iç donu diye! amaç ne de olsa tüketim! kolayını bulsalar 365 günün her bir tanesini evirip çevirip nane ya da kekik günü mahiyetinde ot ve de b.. günü diye yedirecekler de, liberal ekonomi uzmanları ve de buna yön veren cemaat-i ahali kim oluyorsa, onlar bile -az da olsa- mantık sahibi, papazın her gün pilav yemediği gibi hoca da her gün bulgur yemeyecektir! hele ki haham ikisini de yemeyecektir diyerek bu tüketim günlerini çok da abartmıyorlar..
ama normal midir azizim bu halktaki bu tüketme arzusu? ille de tüketeceksen, gelecek nesillerin eline kalacak bu dünyayı tüketme güzel kardeşim! sen böyle manasız günlerde hababam aldıkça olan ona oluyor. tabii sen uslu ol ve diğer günlerde de alma bir zahmet!
tüketim deyince aklıma geçenlerde guy fawkes üzerine okuduğum bir makale geldi. guy fawkes senin de pek tabii bildiğin (bilmiyorsan da çaktırma ve gugılla) şu 5 Kasım kutlamalarının meclis bombalamaya çalışan terörist kahramanı. neyse işte filmde (v for vendetta) da kullanılan bu guy fawkes çizgilerini taşıyan maske de occupy hareketinin simgesi haline gelmiş vaziyette. lakin gel gör ki sermaye karşıtı bu hareketin simgesi olan maske her alındığında filmin yapımcısının servetine epey "sermaye" kattığı kesin...
ne diyeyim, valentin amcanın ruhu şaad olsun! bileydi adının böyle maymun edileceğini, yasaya karşı gelip evlendirir miydi yasaklı askerleri acep?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)