gel gör ki, bel incinmesi bambaşka bir şeymiş. zaten derler ki, bel ve boyun vücüdun iki dayanak noktası. onlar incindi mi, halin yaman.
hele ki engelli vatandaşını onbeş yıl sonra dahi -engelli otobüslerini, sesli trafik lambalarını, yürüyen merdivenleri saymayın bana! kaç yerde var onlar? sandığınız gibi çok değil- düşünmeyen bir belediyeye sahipsen.
zamanında dizlerim için bir yararı olur düşüncesiyle şu nordic walking stick denilen sopalardan almıştım. son yıllarda kuzey ülkelerinden tüm avrupa'ya yayılmış yeni bir spor türü bu: aslında bildiğin doğa yürüyüşü; tek farkı iki tane sopaya dayanarak hopidi hopidi destek alıyorsun bunda. ama işte bastonlar bildiğin bastonlardan değil! bastonun uzay modelini düşün, diyeyim ki havalı olsun. boyu ayarlanıyor, bileğine geçirdiğin tutamaçları var. hani öyle baston gibi elinden kayıp gitmesi mümkün değil.
belimi incitince aklıma bunlar geldi. tozlu köşelerinden çıkardım. bir de kullanma talimatında, tam da böyle bel incinmelerinde tavsiye edildiğini okuyunca, körden tek göz dileyip iki bastona sahip olan kör, (benim durumumda "beli incinik") gibi sevindim.
önce ikisiyle birden yürüdüm, hatta tekniğini öğreneyim dedim, ama benim bu sakat belle henüz erken olduğunu, daha ilk sabah, mahallede blogun etrafında tur atıp da yeniden inildiye inildiye yatağa düşünce anladım!
ama baston olarak öyle güzel işe yarar oldular ki! hay icat edenin ruhu cehennem yüzü görmesin!
iş başı yapmam kazadan yaklaşık üç hafta sonrasına düşüyor. biraz ürkerek çıktım kalabalık yollara. zira kazanın iki gün sonrasında başıma gelen ilk olay daha korkutmuştu beni: ilk kez bel ağrısı tüm ihtişamıyla kendini hissettirdiği akşam, yogaya gitmiş, daha doğrusu gitmeye çalışmıştım: yoga merkezine ölümüm varmıştı adeta (peh, abartıya bak! hala sağım halbuki) . hocam "derse katılma en iyisi, dinlen sonra eve git!" demişti. elime de yoga nidra şifalandırma cd'sini tutuşturmuştu (bunun için kendisine ne kadar dua etsem azdır). ben de yarım saat dinlendikten sonra eve gidebilirim sandım. nerrdeeeee! doksanlık nine teyzem, yanımda yüz metre koşucusu sayılır!
ama sakin mahalle sokağındayım, yayalar tek tük. ıkına sıkına, ağrıdan ara ara dinlene dinlene yürümeye gayet ediyorum,daha bastonlarımı da keşfetmemişim evde.
şimdi resmi canlandırın kafanızda, sürüne sürüne yürüyen genç bir insan. öyle acınası, vahim bir tablo. tam evimin köşesine vardım arkamda tıkır tıkır yüksek topuklu pabuç sesi. sanki yollarda arabalar vızır vızır geçiyor ya, ille de kaldırımda yürüyecek, bir oflama sesi işittim onca ağrımın içinde. dinleneyim diye durmuştum zaten. kadın bir hışımla, hafiften çarparak geçti, aynı hışımla döndü, belli ki bir fırça kayacaktı ki, acıdan kaymış yüz ifademi gördü. "haaa, belliydi bir sorun olduğu, ben de niye yürümüyor bu kaldırımın ortasında diyordum!" acıdan bitkin haldeyim, tartışacak ne gücüm, ne istediğim var. "kusura bakmayın, belimi incittim, zor yürüyorum" dedim. benim bu yumuşak cevabım karşısında sinirini üzerinden atamamış hanım, bilemiyorum, belki de kendine sinir olduğundan, ya da, "madem yürüyemiyorsun, ne işin var sokakta!" demek isteyip de diyemediğinden mi bilmem, aynı hışımla "geçmiş olsun, dikkat edin!" diyerek hızla yürüdü gitti.
daha mahalle arasında fırça atan kadından sonra, ölüm kalım meselesi varmışçasına koşturan istanbullu karşısında nasıl direnebilirdim ki?
ve ne yalan söyleyeyim, korktuğum kadar varmış!
aceleden gözü dönmüş bir insan güruhunun hızı karşısında yerlere düşüp ayakları altında sürüklenip, ezilmedim elbette. halime şükretmem lazım, değil mi?!
ama yine de yollarını tıkadığımı, çoğu yerde görmezlikten gelindiğimi, hatta, madem engellisin, niye çıkarsın yollara diyen gözlerle baktıklarını hissettim. bastonuma takılıp da, hışımla bakanları mı ararsın, ya da neye takıldığını, az kalsın o takıldıkları kişiyi düşürdüklerini görmeden geçip giden aceleci koşturanları mı ararsın...
bu histerik, iki saniye bekleme sabrı olmayan istanbul'lu, işe gidip gelmek zorunda kaldığım şu bir kaç hafta içinde beni deli gibi yordu.
sen öyle değil miydin yani? değildim. hiç olmadım. sakat dizlerimle dahi yaşlısına, hastasına, hem de sırtımda ağır çantam olmasına rağmen yer verdiğimi, tanımadığım amâların, yaşlı teyzelerin koluna girip karşıya geçirdiğimi çok anımsarım.
dolu bir otobüse bindiğimde ise tek bir türk'ün oralı olmayıp, fransız bir turistin yer vermesi ise en acıtan ikinci tecrübe oldu. ilki neydi ya desen, maalesef kendi öğrencim demek durumundayım.
yemekhanlerde öğrenci personel karışık yeriz. okula döndüğümün ikinci günü yemekhaneye gitmeye cesaret ettim tek başına. tabldotumu aldım, bastonumun üzerine dayamış cambazlık yaparak adım adım götürmeye çalışıyordum ki, tanımadığım türbanlı bir öğrenci fırladı, elimden aldı tabldotu, masaya götürdü, beni oturttu. tatlı bir dille, başka yapabileceği bir şey var mı diye de sordu. bir yandan mahçubiyet, bir yandan mutluluk, böyle karışık kuruşuk bir halde oturdum masaya. tam yemeğe başlayacağım ki hemen bir masa ötemde karşımda, bir öğrencim oturuyormuş meğer. gülümseyerek el salladı, merhabalaştık. sanki dünyanın en doğal durumuymuş gibi. halbuki o tabldotla tam da onun masasının önünden geçmiş olmalıyım. görmemiş olması mümkün mü? iyi niyetli düşüneyim, dalgındı, görmedi diyelim.
ama insanın canı acıyor işte: kendi güçlü kuvvetli erkek öğrencim otururken, tanımadığım çelimsiz bir kızcağızın yardıma koşması acıtıyor.
diyelim ki gördü; duyarsızlığını erkek oluşuna mı bağlamalıyım? ya da hoca, nasılsa yapar, bastonu üzerine dengeliyor, cambazlık yeteneği gelişir mi düşündü. -iyi niyetli düşünmeye çalışıyorum-
ertesi gün de benzer bir durum yaşadım. bu sefer personel yemek hanesindeydik (burası hep geç açılır. aynı yerin, karanlık, penceresiz, bıyıklı işçi abilerin hafiften bıyık burarak baktığı sevimsiz bir yemekhane). bu sefer arkadaşımla gitmiştik. o önden gidip kendi tabldotunu masaya koyup hemen benimkini almaya gelecekti ki, onca erkek varken -bıyık burmasını bilirler ama!- yine türbanlı bir hanım bitiverdi yanımda. tüm "arkadaşım gelecek şimdi" itirazlarıma rağmen, "a, ne olacak, elime yapışmaz ya!" diyerek tabldotumu kaptığı gibi masaya taşıdı. başka bir yardım lazım mı diye o da sordu. ben de yine mahçubiyetten halden hale girdim. hatta arkadaşım bile utandı. gerçi onun utancı farklıydı: ne kadar kötü arkadaş olduğumu düşünecekler! diye üzüldü o.
yedinci haftaya girdim, yardım eden, yardım teklifinde bulunan kişi sayısı yediyi geçmez. genellikle erkekler, özellikle vapura inip binerken yardım teklifinde bulunuyorlar, ama o da şık giyindiysem! hadi şimdi kötü niyet aramayayım, bazısında hiç de, salt "yüzüne baklılır nitelikte bir kadın" olduğumdan dolayı yardım ediyor hissiyatı oluşmadı.
alenen kavga eden çıkmadı. ama ya "engellisin, ne işin var sokakta nazarıyla paylayanlar?
söze dökülen sadece tek bir vaka yaşadım. o da tam beşiktaş iskelesi çaprazında, vuku buldu: kadının biri, bir anda önüme çıktı, manevra yapamadım, kadının ayağına bastonum takıldı, sendeledim ve belim acıdı, ah diye çığlık attım. hışımla döndü, yüzümü fark etti, "ama siz çarptınız!" doğru ya, onun sağına soluna bakmadan, bastonlu insanların önüne atlaması trafik kurallarına aykırı değil! ben yine alttan aldım "kusura bakmayın, belim aniden manevra yapmama izin vermiyor, önüme çıktığınızı geç fark ettim!"
bu kızcağız, yaptığı edepsizliği fark edebildi. özür diledi. sesinde samimiyet vardı. sağına soluna bakmayan tipik istanbullu işte!
ama şu var ki, hani şu ignorans dedikleri görmezden gelme üst seviyelerde. kaç defa ezilme tehlikesi geçirdim: çarpıp, neye çarptığını hiç fark etmeyenlerden tut da, aracını üzerime süren taksiciye değin (iki önceki yazım). tüm bankların dolu olduğu iskelelerde beş dakika bekleyip de yer vermediklerinde, çantasını banka yaymış olanın yanına, nazikçe özür dileyerek, durumumu da açıklayarak ilişiyorum artık. ne yapayım, belimin ağrısı ağır basıyor, duramıyorum ayakta, gururumu rafa kaldırdım.
ama sırf ayakta kalmamak uğruna, iki durak yürüyüp ana durağa yürümek 'koyuyor! hele ki durağa varmak üzereyken harekete geçen, bastonumla el etmeme rağmen durmayan otobüs şoförlerine de içerliyorum.
büyükşehirde belediye bile engelli şehirlisini düşünmezken, şoföründen, hatta alelade sivilden mi bekleyeceğim bu duyarlılığı?
hadi seninki geçici. sık dişini, şurada altı ay, bilemedin bir sene sonra normale dönebileceksin. ya ömür boyu engeli olan insanlar ne yapsın?!
evet, maalesef, onların hali çok daha kötü.
bu ülke, kendisinden yardım isteyen engelli seçmenine, "iş vermişiz, daha ne istiyorsun!" diye hakir görebilin bakanların olduğu bir yer, kalkmışım ben de o ülkenin vatandaşından duyarlılık bekliyorum.
utanayım değil mi kendimden?
evet, evet, çok feci utanıyorum, geçiçi de olsa bir engele sahip olmaktan ölesiye utanıyorum.