11 Ekim 2007 Perşembe

bugün, tam 78 yıl önce...

... karadeniz'in bir dağ köyünde bir erkek çocuğu gelmişti dünyaya.
ebesi, ki babaannesiymiş, (ve o yörelerde babaanneye ebe dermiş torunları), incelemiş hemen çocuğu, her şeyi yerli yerinde mi diye, ufacık elleri, ufacık ayakları her şeyi tamamdı da, bir bacağı öbüründen biraz kısaydı. olsundu, sağlıklı bir bebeydi. bir kız, dört oğlandan sonra dünyaya gözünü açan beşinci çocuktu ve ardından bir kardeşi daha doğacaktı.

zordu dağ köyünde yaşamak, inekleri güdecek, engebeli toprağı işleyecek insan lazımdı, ne kadar çok olursa çocuk o kadar iyidi.

en küçük oğlunun da doğumunu beklemeden ortadan kaybolan bir babanın ardında kalan bebeler oldular birden. ama köyde fark etmezdi bu. nasılsa hep birlikte altta ahırı olan üstte yaşadıkları koca bir evleri vardı.

düşe kalka, ite kaka büyüyorlardı. o kadar çocuk içinde geçirdiği çocuk felcini kimsenin, hatta kendisinin bile fark etmeyeceği kadar harala gürele içinde. öyle ki bu gerçek ancak 50 yıl sonra geçireceği kemik erimesi teşhisinin konulabilmesi için yapılan detaylı tetkikte ortaya çıkacaktı.

o yüzden çocukluğundan beri topallamaya başlamıştı. lakapları seven köy halkı da adının önüne topal eklemişti hemen. normal bir şey sanmış bunu. topal aşağı topal yukarı.

dağ köyünde yaşamak güzeldi, ama zordu işte. bir savaşın ağır yıkımlarını yaşamış bir ülkenin yeni bir savaşın arifesinde yaşadığı yoklukların içindeki mücadeleyle geçiyordu yaşam.
yine de durumları fena değilmiş. "tahılımız vardı, hayvanlarımız vardı, ama yine de yokluk içindeydik" diye anlatırdı topal. "çuvallar dolusu dururdu her şey ambarda, ama elimizi süremezdik."

dedesi sert adammış, "karşısında titrerdik, tek kelime edemezdik korkudan".

çuvallardaki zenginliği midesinde hayal edermiş, ama alabildikleri en büyük ödül sert bir ekmek dilimine serpilmiş azıcık toz şeker.
"bazen, kardeşim nöbet bekler, ben beyaz ekmeği keser, dilimin üzerine reçel sürer, sonra kardeşimle bir güzel yerdik" ama bir gün kardeşi uyuya kalmış nöbet beklediği yerde. ebesi de yakalamış topalı. "koca koca odunlarla dövmüştü beni, günlerce yürüyememiştim, ama yine de duacısıyım, dedeme söylese, bir daha o köye ayak basamazdım."

köylerinde okul olmadığı için komşu köye gitmek zorunda kalırlarmış. ne araç ne de binek hayvanı. beş saatlik yürüme yolunda yayan, ayaklarında parçalanmış çarıklar kar kış demeden giderlermiş.
bir gün tek başına dönmek zorunda kalmış, kar diz boyu, ormandan geçerken koca bir kurt sürüsünün ortasına düşüvermiş.
"korkudan dilim tutuldu, kaç saat kaldım o soğukta bilmem. kurtlar dolaştı çevremde, ama ilişmediler bana." diye anlatırdı hayretler içinde hep, sonra eklerdi gülerek "herhalde karınları toktu, yoksa benim gibi körpe eti hiç yemeden bırakır mıydı bunlar. köydekiler beni öyle konuşamaz halde bulmuşlar. eve götürüp yatırmışlar". ne olup bittiğini de anlatamadığı için de günlerce merak konusu olmuş, ne oldu bu çocuğa diye.

12 yaşında kaçmış köy hayatından, koca kent ankara’ya . 12 yaşındaki bir çocuk ne yapar tek başına, nasıl geçinir, ne yer ne içer? ailesi nasıl olur da onu bulmak için yollara dökülmez?
"inşaatlarda yatıp kalkıyordum, gündüzleri aynı inşaatta çalışıp, geceleri de çimento çuvalları arasında yatardım. ama iyi bir inşaat ustası oldum böylece."

ankara'nın büyüklüğü yetmez olmuş zamanla, istanbul'un kaldırımları altından lafına kanıp gelmiş bu diyarlara. ama artık aranan bir inşaat ustası olmuş, fena değildir geliri. minicik bir ev tutacak kadar iyi, hatta nişanlanacak kadar...

nişanlısını pek anlatmayı sevmezdi.
niye terk ettin diye sorduğumda susardı. sonra evlenmiş olduğu eşinden duymuştum. hamile kalmış nişanlısı ama çocuğu düşürmüş, o da buna dayanamamış... biraz karışık bir mesele...

ikinci dünya savaşı sonrasındaki ilk on yıllarda avrupa'daki büyük işçi kıtlığında japonya hayalleriyle başvuruyor topal. çalışkan bir işçi ya, umutları da o oranda büyükmüş. ama bir türlü japonya olmaz, o da o hayal kırıklığı ile almanya için başvurmuş. orası kabul ediyor başvurusunu.
davul zurnayla karşılamışlar almanya'da. ne de olsa bu türk işçiler ülkeyi kalkındıracaktır, sağlam iş gücü olarak bakılmış onlara.

çalışkan bir işçiydi ya, kısa sürede sevilmiş topal. bir kaç yıl içinde usta konumuna bile yükselmiş hatta. ama bir şeyler eksikti hayatında, arkadaşlarına bahsetmiş bundan. ağabey dediği bir büyüğü komşu şehirde onun gibi çalışkan bir türk kızınıyla tanıştırır.

türk kızı güzel de bir şeymiş ama pek beğenmemiş topalı. ama saygı duyduğu ağabeyin ısrarları üzerine bir şans vermek zorunda kalmış, yemeğe çıkmışlar, tanışmışlar. tanıştıkça kaynaşmışlar.

"yine buluşmuştuk bir gün, ama dönüşte trene yetişemedim. en yakın tren ertesi sabah. kız da yurtta yaşıyor, gidemezdim oraya, kıvrıldım istasyondaki bir bankta geceledim o soğukta. sabah kaskatı her yanım." gözlerinde muzipçe bir ışık olurdu bunu söylerken.
bir otel odası için parası da yokmuş demek ki...

sonra evlenirler, önce bir erkek çocuk, derken hep beklediği kız çocuğu gelir dünyaya.
"dünyalar benim oldu, o sevinçle 20 mark bahşiş veriyorum diye 100 mark vermiştim hemşireye. ama değdi galiba"

kız bir yaşına gelince eşinin babasını da getirmişler bu soğuk ülkeye. ne de olsa kayınpeder yalnızmış orada ve onların iki çocuğa bakacak birisine ihtiyaçları varmış.
böylece karısı da tekrar çalışmaya başlamış. beş kişilik güzel mi güzel bir ailesi olmuşlar. çalıştığı araba tamir ve lastik şirketinin kocaman avlusundaki müstakil iki katlı binada kocaman bir evleri de evleri olmuş. daha ne istesin bizim mülayim topal?


çalışkan bir işçiydi ya, defalarca gazetelere haber olmuş. övünerek, ama övüncünden biraz utanarak anlatırdı.işverenlerinden ödül maaş çekleri kazanmış, ama mülayimliğinden kullanamamış bunu yükselmek için. daha gayretli çalışır olmuş gitgide. "dört kişinin yaptığı işi tek başıma yapardım." usta olarak kalmış tüm hayatı boyunca.

hiç de yüksünmezdi bundan. “okuyamadık ki, başka ne olabilirdim daha” diyerek hırslı olamayışı için özür diler gibiydi.


kocaman kamyon tekerlerini yüklenirmiş bir başına. yine dört kişinin yükünü çektiği bir an, o koca tekerleklerden biri patlamış ve o altında kalmış, beli orada zedelenmiş. taktığı korseye işaret ederdi bunu ne zaman anlatsa. yine de yüzü gülerdi “buna da şükür” dercesine…

yetmişli yılların ortasında olmuş bu kaza. dokuz ay alçı üzerinde yatmak zorunda kalmış.

karısı güler yüzle gelmiş hep ziyaretine, katlanmış ister istemez bu dokuz aya. iki küçük çocuk ve bir baba bakılmak istiyordu, bir de her pazar bana gelirdi. uzaktaydı hastane, nasıl gelsin her gün.”

Paraya sıkışmışlar ister istemez, kadıncağız da iki işte birden çalışmaya başlamış.

dokuz ay sonra hastaneden taburcu olmuş topal ama yüzde yüz iş kaybıyla malulen emekliymiş artık.

emekli olmak için aslında genç sayılabilecek bir yaşta bambaşka bir açıdan bakmak zorunda kalmış hayata artık.
tekrar yürümeye başlamış ama topal lakabına iyice yaraşır bir şekilde topallamaktaymış.

neyse ki o zaman için iyi sayılabilecek bir malul maaşı bağlanmışlar, eşi de çalışıyordu, hatta kayınpederi de türk kültür merkezinin kahvesini işletmeye başlamıştı, geçim dertleri olmamış pek. o da evde yapabileceği işlere vermiş kendini, ev işlerini de devralmış zamanla. Elinden her iş gelirdi. hatta tamircinin yapamadığı çamaşır makinesini dahi tamir etmişliği vardı.

bir gece ansızın bir telgraf gelmiş. annesi ölmüş. ilk bulabildiği uçağa atlamış, bir başına gitmiş türkiye'ye. “babamı zaten bilmedim, ama annemdi yoktu artık” gözleri yaşarırdı hemen.

bir hafta sonra dönmüştü tekrar. yapacak ne vardı ki? hayat devam ediyordu işte.

oğlu okulda sorunlar çıkartır olmuş. “nasıl deli bir çocuk, söz dinlemez. büyükbabasının cep saatini çalıp satmıştı hatta.” baş edemez oğluyla. çocuk okuldan kaçar olmuş, hırsızlıkların boyutunu da büyütmüş.

karısı da evden atmış oğlanı. çaresiz kalmış topal. “ne yapabilirdim ki, bir yanda oğlum, bir yanda hanım”. serttir almanya’nın yasaları, sorunlu çocuğu hemen alıkoyarlar ve yarı kapalı bir ıslahevine gönderilir oğlan. “bu çocuk niye böyle oldu, hiç anlayamadık. Kime çektiğini de. benim ailemde yoktu böylesi” diye itiraf ederdi sıkılgan bir halde.

ama ıslahevi de adam etmez oğlanı, onbeşine gelmeden adam yaralamaya kadar vardırır, sınır dışı eder almanya çocuğu.

“dayısının yanına vermiştik, ama baktık orada iyice bozuluyor. diskolarda çalışıp eve hiç gelmez olmuş. hanım da mızmızlanıyordu, tası tarağı topladık geldik.”

alışamamış tekrar yurduna, ama mülayim insandı, ses etmezdi hiç. almanya'nın yürünebilecek yollarını, sağlık hizmetlerini, yaşam kolaylığını, orada aldığı maaşı özlerdi hep. “maaşım da yarıya inmişti.” yine de az da olsa bir parça birikimleri varmış o zamanlar.
geri dönünce oğlanı yanlarına almışlar tekrar, “ama iş işten geçmişti galiba, çocuk iyice kötü yola gidiyordu.”

memlekete gittiği haftanın içinde evden haber alır, kayınpederi ağır hasta diye. apar topar geri döner ama vefatına yetişemez.

onca yıldır ne kadar iyi arkadaş olduklarını, hiç görmediği babası yerine koymuş olduğunu yaşadığı acının büyüklüğünden iyicene anlamış.

oğlu ise onu tam anlamıyla hayal kırıklığına uğratmış. uyuşturucu müptelalığı, yasadışı işler derken mafyaya bile karışmış, dayanamamış gitmiş, oğlunu o pislikten çekip getirmiş eve. doktorlara, hastanelere taşımış, belki iyileşir, uyuşturucuyu bırakır da doğru yola döner diye umut etmiş, nafile.

yıllar geçtikçe daha da içine oturmuştu oğlunun bir baltaya sap olamayışı.

kızından yana derdi olmamış pek. sadece üniversiteye gitmek istemesi canını sıkmış başlarda. “kız başına, bizden uzakta… ama inatçıydı, okuyacağm dedi okudu” diye anlatıyordu biraz da gururlanarak.

“okulu bitince evlendi. damat fena çocuk değildi de, pek çalışmıyordu ama. kız çalışıyor buna bakıyordu. fotoğrafçı mıydı neydi çocuk. anlaşamadılar tabii, boşandılar."

üzülmedi değil bu duruma, “kız başına yine yapayalnız o koca şehirde”

ama oğlanın üzüntüsü ağır basıyordu. kız ne de olsa kurtarmıştı kendini, işi vardı, ayaklarının üzerinde duruyordu ne de olsa.

ama ya bu oğlan? “hıyarağası kapanıyor odasına, ne yapıyor bilmem, yine uyuşturucu mu kullanıyor ne” diye söylenirdi zaman zaman.

akıllanmak şöyle dursun, oğlan adamcağızın elinde kalan az bir parça parasını da heba etmiş.

türkiye'ye döndüğüne pişman olmuştu ya, dönmek için de çok geçti artık.

sağlığı bozulmuş gitgide, prostat ameliyatları, kalp rahatsızlıkları derken kıt kanaat maaşından biriktirdiği birazcık parasını da oğlanın yaptığı borçlara vermek zorunda kalınca iyice yıkılmış.
”ben büyük bir günah işledim ki, bu çocuğu layık gördü allah bana. cezamı dünyada çekmeye başladım” diye üzülerek yakınırdı.

yaşlılık mıydı bilmem, ama o mülayim, o sessiz sedasız adam gitmiş, yerine sürekli söylenen, oğlundan dert yanan bir baba gelmişti. yine güler yüzlüydü, tam söylenirken gülümserdi de bazen, hele ki kızı gelince ziyaretine, yüzünde güller açardı.

yetmişli yaşlarının ortasına gelmişti artık. hayattan ne beklentisi vardı ki? bir tek şu oğlan adam olaydı…

bir gün aniden beyin kanaması teşhisiyle acile kaldırdılar. kızı gelip onu apar topar istanbul'a götürdü. iyi de etmiş, burada teşhisi yanlış koymuşlar meğer.

guillian barre miymiş neymiş tüm organları felç eden bir hastalıkmış. doktorlar yaşayıp yaşamayacağını bile söyleyemez haldelermiş.

10 gün sonra kendine geldiğinde kimseyi hatırlamamış. bir tek kızını zaman zaman anımsamış. ne elini oynatabilecek ne de kafasını kaldırabilecek durumdaymış.

"bırakın da öleyim" diye yalvarmış. ama doktorlar umut vermişler. "hayati tehlikeyi atlattın amca" diyorlarmış da ailesi az da olsa sevinebiliyormuş.
hastalığı ne kadar ağır olursa olsun sesi çıkmayan, asla yakınmayan adam ölmek istiyordu. tüm ailesi endişeyle bakmış durmuş ona.

o işsiz güçsüz oğlan var ya bir ayı bile doldurmadan bırakıp kaçmıştı babanın yanından, hastane koridorlarından. hanımı da zaten yaşlıydı, kıyamıyordu bir yandan da ona. neyse ki kız vardı, öyle bir el koymuştu ki her şeye, bir parça yüreği ferahlıyordu.

kendi başına yemek bile yiyememek, bebek gibi günde üç defa altının bezlenmesi, hele ki o korkunç ağrılar onu az zaman yıldırmamıştı. üstelik
hafızası da gidiyordu zaman zaman, günü anımsamıyor, yanında olan insanları tanımıyordu, ama kızı gelince akan sular dururyordu.
"sen olmasan ben çoktan ölürdüm" diyerek gözleri yaşlı sarılırdı hep kızına.

artık kollarını oynatabilir hale de gelmişti, zamanla yemek yemeyi bile öğrenir olmuştu. kızı da yetişemeyince bir bakıcı tutmuştu. ne yapsın kız, hem çalışıp hem babaya yetişmeye çalışıyordu. hanımı çoktan dönmüştü yaşadıkları şehre, oğlanın aradığı sorduğu bile yoktu. yapayalnız kaldığını hissediyordu, kızı her gün iş dönüşü uğrayıp bir kaç saat kalıyordu kalmasına ama hastaneydi işte burası.

kim dayanır ki onca zaman?

tam tamına altı ay yatmak zorunda kalmıştı.

ama umutluydu artık. başlarda, oturabileceğinden bile şüphe duyan doktorlara rağmen yürümeyi bile yeniden öğrenmeye başlamıştı. sonunda taburcu da edilmişti.

kız bakıcısını iki ay daha tuttu. “hanım kaldırıp edemezdi, oğlandan zaten hayır yok, e kız zaten istanbul’da. ama ona da yazıktı, bakıcı dahil, herşeyin masrafını o karşıladı”

bakıcının da büyük gayretleriyle yürümeyi bir yürüteçle tek başına yürüyebilecek kadar ilerletmişti. hatta sokağa bile çıkar olmuştu.

bir sene geçmemişti henüz ama herşey iyiye gidiyordu ki,
nisan ayının ortalarıydı ağırlaştı birden, hep uyur olmuştu. eşi apar topar kızını çağırdı, “kızım gel, baban kötü" diye.

ve kızı gelince, öyle bir sevinmişti ki, kalkıp yürümüştü.

kızı durumu annesinin evhamına verip, "babamı özel doktora bir gösterin" diyerek, muayene ücretini bırakıp dönmüştü ertesi sabah.

kızı gider gitmez tekrar salmıştı kendini topal. aynı gün hastaneye kaldırmışlar, ama nedense doktorlar geri göndermiş, acil hasta değil diyerek.
yoksa anlamışlar mıydı?

eve getirmişler, yatak odasında yatırıp sarmalamışlar. değil ayağa kalkmak, oturacak gücü bile kalmamış.

hanımı üzerine titremiş, diğer odadayken sürekli yanına gitmiş, bakmış.

ertesi akşam üzere, bir ara yine yanına gitmiş, topal mışıl mışıl uyuyor, ses etmeden çıkmış odadan.

namaza durmuş ama tam ortasında içi sıkılmış birden. yarıda kesmiş, kocasının yanına gitmiş tekrar. "şeytan dürttü sanki" diye ağlayarak anlatacaktır bu anı sonra.

topal nefes almıyormuş artık. nabzını yoklamış, nabzı atmıyormuş.
kırk yıllık yoldaşının sakalını öpmüş, bir tülbentle çenesini bağlamış elleri titreyerek.


iyi ki doğdun babacığım...

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Canım taa içimden bir yerlere dokundun...Şeker bayramını yürekten kutlar,huzuru ,mutluluğu doya doya
yaşayabileceğin bir yaşamının olmasını dilerim.Yurda/Kuşadası.