27 Mayıs 2012 Pazar

insanbul sanatevi ve şerif kino

bir sergiden anında bildirimdir diye başlamak isterdim. sergide başladığım yazı dallandı budaklandı, uzadı da uzadı. ama şikayetçi değilim, böylece ben de anlattım da anlattım.
daha çok şerif kino'nun çalışmalarından oluşan bir resim sergisine düştüm -daha çok diyorum, zira broşürde vaad edilmiş filiz hallıoğlu'nun tek bir tablosu kino'nun akrilikleri arasında öyle bir kaybolumş vaziyette ki, neden böyle bir iş yapıldığını insan merak etmeden duramıyor, üstelik sorsa da yanıt alamadığı için burada yakınmakla kalıyor-. düştüm diyorum, zira bir önceki gün alışveriş sonrası kazara girdiğim mekana, ki önce aşağı mı gitmem, yukarı kata mı çıkmam gerektiğini dahi bilmediğim, tam da vazgeçip çıkarken sanatevinin pencere perdesini aralayan güleç yüzlü bir beye sormamla buldum mekandan bahsediyorum.
içeri girince hali hazırda asılı resimlerle karşılaşmış, pek tabii o güleç yüzlü beyin galeri sahibi ernur bey olduğunu öğrenmiş, tatlı eşi zeynep hanımla da tanışma şerefine nail olmuştum.
öyle şirin bir çiftti ki, şiir performanslı sergi açılışını muhakkak görmem gerektiğine kanaat getirdim. ve sözümü tutarak ertesi gün saat beş denildiğinden, vakitlice bu yeni mekana damladım. her düşüş acıtır ya, uzun bir süre kenarda duran gözlemci olarak ayaklarımın ağrısını duyumsayarak "baş sanatçısını" sinir etmekle meşgül oldum. nedense bu sanatçı taifesi pek bir totosu kalkık. uzun bir süre sanatçısıyla konuşamadan o resim senin, bu resim benim, dolandım durdum. sonunda sağa sola attığım laflar yüzünden sanatçının dikkatini çekmeyi becerdim ki, iki üç lafın belini kırabildik, ama tam da bütün o bölük pörçük konuşmalarımızın arasında resimlerini gezerek şöyle ağız tadıyla analize başlıyorum ki, bana "sen çok şey biliyorsun, sus artık konuşma" diyor. susma emrini alınca naçizane kala kalıyorum. şimdi buraya ne yazsam fayda etmez gibi.  belki de  yorum yapmak yerine, sadece gördüklerimi aktarmakla yetinmem gerekiyor anlaşılan.
serginin başlıca konusu don kişot olduğunu söylersem, kör göze parmağı bırak, balyoz sokmuş olurum! zannımca sağır sultan bile duruma vakıftır çoktan. ah evet, don kişot ya! kim bilmez ki yel değirmenlerine savaş açan o asil ruhlu aşık şövalye'yi! peki ya yazarını ne kadar biliriz? miguel de cervantes saavedra sol elini bir top güllesiyle kaybedip, elbette ki büyük eserini sağ eliyle kaleme almak zorunda kalan (halbuki sol el çok daha değerlidir yazı için, sol ile yazaydı başı göğe erecekti kendisi bile durumu fark etmeden) bir zattır kendisi.
caner şaka adında genç olduğu rivayet edilen bir araştırmacı da yememiş içmemiş bu gariban yazarın istanbul'a esir düşüp hangi güzel camiilerin avlsuna işediğini saptamış. elleri ve ruhu dert görmesin, biz bu arkadaşın bulgularına accık bir göz atalım: "cervantes o dönemde akdeniz’de bir kalyondan alınmış ve osmanlının elinde esir. ispanyollar onun o tarihlerde k.afrika’da esir olduğunu söylüyor. rasih nuri ileri’nin vakıf defterlerinde yaptığı araştırmada, harfi harfine bu isme rastlanıyor. vakıf defterleri de çok ciddi kayıtlar. cervantes aynı zamanda lepanto deniz savaşı’nda da osmanlı’ya karşı savaşmış ve bir kolunu kaybetmiş. 1575’te osmanlı tarafından kuşatılan ispanyol donanması içinde esir düşmüş." diyor caner şakacık soyadına yaraşırcasına. ama bizim mevzumuz elbette yazarın yediği nanelerden ziyade, kahramanıyla alakalı. orjinal söylemini "miç" ederek, fransızcasını bağrımıza bastığımız don kihotte(don quijote), yani nam-ı diğer don kişot, benim deyişimle ise "tatlı kaçık" bugün yasasaydı ne yapardı? işte şerif beyefendi bu mevzuya kafa yoruyor resimlerinde. silah tüccarlarına, obama'ya ve bilumum çağdaş liberal-kapitalist sistemin unsuruna nasıl savaş açardı diye üşenmeyip poz poz, uzun uzun resmemiş; hatta bununla da yetinilmiyor, arada sevilen kadına girişgahlar yapılıyor. ama işte bu susmam rica edilen nokta olduğu için, hemen buraya bir es vererek yüzeysel detaylara yer vermeyi yeğliyor, siz değerli okuyucuyumu da merak gark ediyorum.
kino'nun resimlerini güçlendiren şiirli bir açılış konuşması yapılıyor serginin küratörü akın ok bey tarafından (açılış diyorum, ama nedense serginin açılışından saatler sonra yapılıyor bu konuşma, bir türlü gelmek bilmeyen mühim şahsiyetler beklendiği duyumu hissettiriliyor -gelmediklerine göre, niçin beklendiklerine de pek mana verememekle birlikte, sabırla bu açılış konuşmasını beklediğimi belirtmeden geçersem bana yakışmaz elbette-). ve açıkçası, daha evvel dağıtılmış olan programlarda vaad edilen şiir performansından ziyade, akın bey'in sevdiği kadına itiraf-ı aşkı niteliğindeki içten konuşması gayet etkiliyeci bir açılış resmi oluşturuyor. hele o "sevdiği kadınla bizzat tanışıp, yirmi iki yıllık aşkın hayranlığına erişince daha ayrı bir tad verdi "açılış konuşması". ama en eğlenceli tarafı, sevilen kadının bu konuşmayı hiiiiç takmayıp, konuşmanın yapıldığı mekana bile dahil olmadan, yani içeri gelmeden, bahçede keyfine bakması oluyor! ah filiz hanımcığım (sevilen kadın), kesinlikle kadınlığın sırrını çözmüş tam bir hanımefendi! (hahahahaha, evet çatlayın erkek okuyucularım, buna, kıskanıp, kadın dayanışması da diyebilirsiniz, gönlünüz bilir!).
bu içten konuşmanın hemen ardından, ufak tefek hatalarla da olsa, ilk canlı performanslarını yüzlerinin akıyla tamamlayan iki konservatuar öğrencisi cici çellist kızların kattığı ambiyans nihayet keyifili bir galeride olduğum hissini doruk noktasına taşıyor. benim keyfimi arttırmakla da kalmıyor, resimlerin havasını da bambaşka bir boyuta taşımayı başarıyor. tam bu noktada, normal bir serginin ötesine geçmiş oluyor, aaa dur yahu, şu resimlere bir de çello nağmeleriyle bakayım dedirtiyor. hatta "keşke çok param olsa da, şu cici kızları sergi açık olduğu sürece, köşede oturtsam da, gün boyu onlar da parçalarını yeniden yeniden defalarca çalışıp çalsalar" diye beni tefekküre daldırıyor. insanbul sergi galerisi bu ilk sergisiyle alnının akıyla çıkmasını beceriyor.
ancak konukların arasında gayet arızalı tiplemeler var benim dışımda. mesela kendisine "xbilen" adını vermiş zatın varlığına akıl sır erdirmek, naçizane bendenize nail olmuyor. tüm akşam boyunca takındığı rodin'i kıskandıran pozunu çok manalı iki cümleyle pekiştiriyor: "iki artı iki dört etmez" ve "bu zerzevatın oluş nedeni ne" (zerzevatımız da bu arada, geceye tüketilmek üzere belli ki yeni inşa edilmiş ve kurumamış lake kokan masalara bardak içinde dilim dilim kesilmek suretiyle konulmuş salatalık, yani bildiğiniz hıyar). "ıııyyyy hegel'e mi dayandıracaksın yoksa, çok bayat!" nidasıyla hemen oradan uzaklaşıyorum diyeceğim, yalan oluyor, xbilen ile bir müddet daha uğraşmaya devam ediyorum elbette, akşam boyunca tefekkürden tefekküre dalmasına ve düşünce cehennemlerinde erimesine gönlüm nasıl el versin?! mahatma bile ağaç altına eriyordu, sergi açılışında değil. hatta başındaki kovboy vari şapkayı da bana kaptırınca, karizması ciddi bir kestane çiziği alan xbilen bey amca ile yeterince uğraştığıma kanaat getirdiğimde, kendisi hariç hemen herkesle vedalaşıp hılza oradan uzuyorum. elbette tanıştığım onca güzel insanı orada bırakmak zor gelse de, benimle birlikte alemlere akmaya ikna etmeyi bir parçacık yakışıksız bulduğumdan, bana bütün akşam sabırla dayanmış olan sevgili ortaokul ardaşım çaşka ile icmiş olduğum dört kadeh şarabın huşusu içinde alemlere akıyoruz.

Hiç yorum yok: