15 Kasım 2012 Perşembe

teslimiyet ve inanç -2-

"sustuğumuz için açığa çıkamıyor, sır gibi saklanıyor bu fizik ötesi dünya?!"
demiştim bu sabah, ya da gecenin bitiminde. ama özenle de susmaya devam ettiğimi fark ediyorum şimdi. çünkü nereden başlayacağımı bilmiyorum. 
konuşursam deli diyecekler, susarsam ben kendime yabancılaşacağım. 

aylardır edebi mecmua'da şiirle anlattıklarımı izlenimci bir üslupla düz yazıya çevirmeye kalktığımda tıkanıp kalıyorum. zira şiire sığınıp, onun ardına saklanmak çok daha kolay. her ne kadar olanı biteni imgelere çevirmek zor görünse de. düz yazıda son, ama aslında bilhassa mayıs ayını, değil yazmak, düşünmek bile aklımdan tam anlamıyla şüphe etmeme sebep oluyor. 
gülerek deliliğini ilan etmek başka, bu düşünceyle gerçek manada başa çıkabilmekse bambaşka. iki ayrı mevzu. 
ve işte yine başlayamıyorum anlatmaya. boş bir sayfaya saatlerce bakıyorum, sanki kendiliğinden dökülecek satırlar. 
belki de sondan başlamalıyım?!
sorun şu ki, yeniden uykuya bağımlılığım gelişti. uyku zihni zayıflatıyor, düşünme yetisini baltalıyor. keşke hiç uyku ihtiyacımız olmasa! hele ki ömrün üçte birini uykuda geçirdiğimizi düşündükçe... uykuya feci halde düşman kesildim. ki bunu daha önce anlatmıştım bir yazımda. ne ne zaman sıkıya gelsem zihnim yeniden uykuya sarınmak istiyor. 
onaltı yaşındayken jack london'ın "martin eden"i okumuş, yazar olan kahramnın daha çok yazabilmek uğruna uykusunu bir saate indirgemesinden öyle etkilenmiştim ki, ben de uykumu kısmaya başlamıştım. tabii ancak dört saate indiriebilmiş, genç. bedenim ama ancak beş altı ay buna dayanabilmiş, çok zayıflamaya ve göz altlarım morarmaya başlayınca annem durumu anlamış ve beni zorla uyutur olmuştu. 
biliyorum konudan sapıyorum. gayet bilincindeyim. 

gerçeği yazmayı başarmış olanları düşünüyorum. ya yeni bir dînin yayılmasına neden oldular, ya da hayal gücünün ardına sakladılar. 
kutsanmış biri olmadığıma göre kendi gerçekliğimi ancak hayal gücümün ardına saklayabilirim.  o halde bu yazının bir manası yok. edebi mecmua'da görüşürüz...



teslimiyet ve inanç

ya da inanç ve teslimiyet mi demeliyim? hangisi önce gelir, hangisi sonra? inanç nerede başlar ve ne zaman teslim olur kişi?
yirmi küsür yıl süren felsefeye sığınmışlığım, katı bir maddecilikle örülü olmasa da metafiziğe hep şüpheye bakan bir tutum içeriyordu. gerçi altı yedi yılda bir metafiziksel bir patlama yaşıyor, o yanımı inkar etmesem de ondan şüphe etmiş olmanın acısı yoğun bir zihin karmaşası yaşatarak çıkartıyordu benden. belki de tam tersi bir ifadeyle o dönemleri anmak daha doğru olacak: olabildiğince berrak bir zihne sahip olarak geçiriyordum o dönemleri. çünkü evreni, kainatı, gelmiş geçmiş tüm yazılmış eserleri anlayan bir zihin berrak değildir de nedir?
"ohaaa, küçük at da civcivler fayda görsün" minvalinde bir itiraz duyar gibiyim. de de güzel okuyucm! ben de bunu başkasının yazısında okusaydım, yaşadıklarımı yaşamadan evvel, "uçmuş bu" derdim. yalan yok, gerçekten de uçtum! ne de olsa maddeci zihnin henüz açıklayamadığı bir yığın fenomen var! ve iki ayağının üzerinde yürümekten yorulmadın mı sen de sevgili okurum? hadi gel birlikte uçalım accık...
gerçi wittgentstein, konuşamayacağımız şeyler hakkında susmamız gerektiğini söylemişti.  ve belki de sorun orada başlıyor. sustuğumuz için açığa çıkamıyor, sır gibi saklanıyor bu fizik ötesi dünya?! 
gerçeğin kollektif hafızamızda yer aldığını düşünüyorum. bilyonlarca, katrilyonlarca ve işte matematiksel üst rakam neyi el veriyorsa, hadi artı sonsucza olsun, işte o miktardaki puzzle parçasına bu kollektif hafızanın bölünmüş olduğunu düşünün. o puzzle parçaları biziz. ontolojik bir düzeyde düşünebilme yetisine sahip her zihni bir puzzle parçası olarak düşünün (burada "düşünebilen" kelimesine vurgu yapmak isterim, "düşünen" demedim). ve işte sadece bütün o parçalar bir araya gelince gerçeği bulmuş olacağız.  ama zaman kavramını icat etmiş olduğumuzdan beri, (görecelilik kuramını düşünerek) herbirimiz aynı hızda, paralel bir zihinsel gelişimi gösteremediğimiz için, parçaların bir araya gelmesi imkansız gibi duruyor.  
a priori ve  a posteriori zamanlarında mümkün olabilir gibi duruyor. yani zamanın henüz olmadığı ve zaman sonrası olan o anda. ki tek bir andır o. yılanın kuyruğunu ısırdığı döngünün ara noktası belki de. kant'ın transsendantal dediği yer, an. zaman ve mekandan bağımsız olan. ah işte, felsefi  bir diskurun varamayacağı noktaya çabucak geldik. felsefe, inancın olduğu noktaya maddeci bir dille varmaya çalıştığı için hep çuvallıyor.  çuvallama elbette doğru kavram değil. neticede, felsefe görünen dünyayı anlatmakta.  ve iyi de etmekte, zira hala feuerbach gibi düşünüyorum, hayat felsefede başladı, felsefede bitecek. inancı konuşmak zaman kaybından başka bir şey değil. ama işin kötü tarafı; ben artık zaman kaybına uğramak istiyorum. ya da işte "öteye" varmak istiyorum. 
şimdi size, istemekle kalmadım, kendi puzzle parçamın ötesine geçip resmin bütününü kuş bakışı da olsa, görmeyi beceredim desem, ne karşılık vereceğinizi duyar gibiyim. evet evet psikolğum var, ama o benden de kaçık! 
ve şimdi yeniden o minik puzzle parçasının içine hapsolmuş bir minik zihnin işkencesini yaşıyorum. fizik ötesi yaşadıklarına maddeci zihnin sınırlılığında şüpheye boğulan halimle...
ne zaman gerçek manada teslim olabileceğim?!

sabahları mübi ve benno sayesinde tanımış olduğum behruz kia'nın "dünya" şiirinden çıktı bu yazım. hadi onu da paylaşayım da olsun bu iş:

dünya
sürekli ateşin
etrafında dönen
evrenin bu çocuğu,
gökyüzünü kıskanıyor.
sadece bu çocuk,
kollarında
denizlerdeki yaşamı taşıyor.
dalgalar,
sudan kabaran,
toprağa inen 
denizlerin şarkısıdır.
ve, şu küçük melek,
hala borusunu öttüren,
şu küçük beyaz bulut parçasının
üstünde oturuyor.
çünkü aşk, satan'dır,*
ve melekler adını unuttu.
ve insan,
korku yüzünden,
zarafetten, yağmurdan,
ve rüzgardan düştü.


*: satan kelimesinden ingilizcesine bakmasam, emin olamazdım. şeytan kast edilmekte. 

8 Kasım 2012 Perşembe

cloud atlas ve kötü sinema salonları ...

uzun zaman sonra sinemaya gitmeme değdi bu film kesinlikle! olay örgüsü altı ana öykü üzerine kurulu ve  farklı zamanlarda sürekli yeniden yolları kesişen ruhların farklı kişiliklerde olup birbirinin hayatını etkilemesinden oluşmakta. basitçe söylemek gerekirse, reenkarne olan, ikisi ana olmak üzere, toplam 15 karakterin film boyunca farklı ırk ve akrabalık, arkadaşlık ya da düşmanlık ilişkisinde yeniden karşılaşması da diyebiliriz buna. 
film aslında olağanüstü etkileyici. sonmi karakterinin de filmde söylediği gibi: "ölüm sadece bir kapı. kapandığı anda, başka yerden yeni bir kapı açılır!" demek ki ölümden sonra yeniden dünya'ya, ya da bu dünya olmasa bile başka bir gezegende yeniden insan formunda yaşama merhaba diyecek ve toprak altında kurtçuk maması olmakla kalmayacağız hissiyatını veriyor. bu size teselli ediyorsa, elbette hemen zaman kaybetmeden filmi seyretmeye gidin derim. ama durum o kadar basit olmamalı. 
tabii ki bu hem senaryosunu yazan ve yöneten wachowski kardeşlerle tykwer usta'nın hayal gücü. onlar böyle buyurmuş. çok da güzel buyurmuş. film boyunca aslında bir nevi ölümsüzlüğü yaşıyorsunuz. yok o çağda, yok bu çağda, hem de aynı bedende yeniden dünyaya gelerek, aslında minik molalarla faniliği ekarte etmiş oluyorsunuz. tabii filmde. 
yeniden dünyaya, ya da işte başka bir evrende dünyaya gelme fikri iyi de, bu neden sürekli aynı bedende vuku bulmak zorundaymış diye insan sormadan edemiyor. tabii sinema dile bu, şimdi farklı oyuncu kullansalar, sonraki hayatlarında kimin kim olduğunu seyirci karıştıracaktı diye itiraz edilebilir. yine de bu kadar kolaya kaçılmaması gerekirdi diye düşünüyorum. istedikten sonra bunu anlatacak bir dil muhakkak geliştirilebilirdi. reenkarnasyonun, sanki başka yaşam formu kalmamış gibi hep aynı bedende ve ille de insan formunda olması bence biraz kısır bırakmış, daha da zenginleşme olasılığı olan olay döngüsünü. yani resmen insanın wachowski kardeşlerle tykwer ustanın daha çok oyuncuya parası mı çıkışmamış diyesi geliyor. zaten siyahi ya da çinli oyuncuları beyaz ırk mensubu gibi göstermeye çalışmaları da biraz komik ve inandırıcılıktan uzak olmuş. ama başka bazı oyuncuların da büründüğü kimlikler o kadar başarılıydı ki, ardında hangi oyuncunun olduğunu anlamak için jeneriği beklemem gerekti. 
film her ne kadar farklı zaman dilimlerini anlatıyor gibi görünse de -bunu sonmi'nin anlatımından anlıyoruz- sürekli farklı zamanlar arasında atlaması ve belli bir sıra gütmemesi bana paralel evrenler çağrışımını yaptı daha çok. zaman akışının hızlı veya yavaş ilerlemesine oranla da farklı çağları yaşayan paralel evrenler. ve aslında hepsi tek bir anda olup bitiyor da, yaşam formlarının farklı zaman algısı yüzünden aralarında binlerce, yüzbinlerce ve hatta milyonlarca yıl varmış gibi görünüyor. tabii benim yaşama bakışımı yansıttığı için böyle düşünmek hoşuma gidiyor. sizin bu anlamı çıkarmanız gerekmez. 
her ne kadar eleştiriye boğmuş gibi dursam da, film genel manada çok hoşuma gitti. çok zengin bir anlatım ve etkileyici bir yaratıcılık ürünü olduğu kesin. hiç. bir anında sıkıldığımı anımsamıyorum. hatta sinema salonunda aniden başlayan ve rahat onbeş dakika boyunca susmak bilmeyen alarma rağmen yerimden kıpardayamadım. 
ne alarmı diye şaşırdınız değil mi? ikinci yarıdan sonra, durduk yerde alarm başladı. neredeyse isyan çıkarıyorduk ki, fuayiye çıkınca orada daha beter bir alarmın çaldığını duyunca vazgeçtik. demek ki genel bir arıza vardı. neyse ki alarmın başladığı noktaya geri sardılar filmi de o kısmı yeniden seyredebildik. 
tabii ilk yarısında soğuktan donmam ayrı bir şikayet konusu, ama şikayet edince, ikinci yarıda klima mı açıktı da kapadılar yoksa kaloriferi mi açtılar bilmem, ısınmaya başladık. ama tam ısındık derken de şu alarm tepemizde öttü. kadıköy'ün en büyük sinema kompleksinin bu kadar köt hizmet vermesi ayrı üzücü ya, şimdi buna ne desem bilemedim. 

7 Kasım 2012 Çarşamba

Instagram ya da nasıl gelin güvey fotomodel olunur...

epeydir şu fotoğraf sitesine müptela olmuş vaziyetteyim. hatta tablet bilgisayarım üzerinden app'ini de indirdim, hababam fotoğraf çekip yüklüyorum. elbette şimdi değerli okuyucuma bu siteden aldığım keyif ve neşeyi anlatmak değil bu yazımın amacı. yok yok. ben asıl, değerli okuyucum için yemeyip içmeyip, oradaki insanların enteresan yaklaşımını didiklemek istiyorum. tabii ki bu sitenin/aplikasyonun amacı  aile, arkadaş vs ile kolay fotoğraf paylaşımını sağlamak. ama her ne hikmetse, explore sayfasını dolaştığımda hep benzer türde fotoğraf paylaşımcılarının resimlerini görüyorum: kendini reklam malzemesi yapan genç kadınlar. arada yeni yetme erkekler de bu kervana katılıyor, ama ağırlık hemcinslerimde. üstelik çoğu da model bile değil. ve nasıl oluyorsa sabah kalktığı andan yatana kadar kendini nesneleştirmiş olduğu resimlerle dolu profilleri var. kim olduğu belirsiz insanların özel hayatlarının nasıl bir ilgi unsuru olabileceğini düşünüyorlar ki?! ve bu kişilerin takipçi sayısına bakıyorum, binlerin, onbirlerin ve abartısız, bazılarının yüzbinlerin çok üzerinde takipçisi olabiliyor. yani amaç çoktan eş, dost, akraba ile fotoğraf paylaşımını aşmış, bir nevi "selibriti", "ünlü" olma derdine dönüşmüş vaziyette. 
galiba facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinin başlattığı bir deformasyon bu. özel hayatını olabildiğince geniş kitlelere deşifre etme ihtiyacı. çünkü 
bir yandan özel hayatımız kalmadı, internet üzerinden izlenebilir olduk diye ver yansın eden evhamlı bir kitle ve diğer yanda bunun tam tersi, kendini olabildiğince ifşa edenler! 
hani artık ürettiği ile değil, sadece kendi olmakla bir ürüne dönüşüm var burada. hepsi birer paris hilton olma gayretine girmiş minik pariscikler. 
bu beni niye mi dürtüyor? 
tamam, bu günümüz medya araçlarının sağladığı global iletişim muhakkak. aslında ona diyeceğim bir şey yok. kendisi bir değer üretemiyorsa bu açlığını kendisini nesneleştirerek ortaya koyabilir. onun tercihi. benim derdim, bu programın/aplikasyonun, yani bu resimleri seçen hangi mercii ise, ağırlığı bu minik parislere veriyor olması. explore sayfasına girdiğimde, ben kendim gibi fotoğrafçılık için fotoğraf üretenlerin eserlerini de eşit ağırlıklı olarak görmek istiyorum. 
hepsi bu! 
çok şey istemiyorum değil mi?


6 Kasım 2012 Salı

benno maceraları

söylemiştim ya, benno girdi hayatıma artık bolca onu anlatırım diye. buyrun işte, çok ara vermeden hemen yeni vukuatlarını sıralıyorum küçük beyimizin:
hafta sonu sabah yürüyüşümüzü yaparken, beyimiz kakasını yaptı. tam almaya yelteniyordum ki az ötede mavi bir şey gördüm. daha henüz zihnim, yahu bu şey bilmem ne olmasın minvalinde durumu anlamaya çalışırken, benno çoktan biri iki saniye sonra olta iğnesi olduğunu tahmin ettiğim mavi şeyi kapıp kaçtı. benno önde, ben arkada, benim donları doldurmaya ramak kala bir koşuşturmacadan sonra küçük yaramazın bir anlık boşluğundan faydalanıp attım kendimi üzerine. bu arada da olta iğnesini çiğnemeye çalışıyor bizimki!
neyse ki bir yerine saplanmadan alabildim. olta iğnesini ucunda balıkla, eskidiği için mi rast gele atıyor kenarda avlanan balıkçılar bilmem. ama bunlar kazara kopup gelmiş gibi durmuyor. kopsa, balık ne arar bunun ucunda?
tabii ben o korkuyla, hemen orada avlanan balıkçılara bastım fırçayı. muhtemel ki, onların bile değildi. ama benim şokta olduğumu anlayıp ses çıkarmadılar.

tabii ben korkudan, o sabahtan beri hadisenin gerçekleştiği köşeye gitmiyorum. ama benno bu, belayı bulmanın yolunu bir şekilde buluyor!

bu sabah sakin sakin yürürken, buldu mu bu hayta kendi kadar bir kemik?! halbuki dışarıda bakınmasın diye evde boyna kemirdiği kocaman iki tane kemiği vermiştim ona. ama tok evin aç çocuğu, fazla mal göz çıkarmaz minvalinde, elektrik süpürgesi gibi tarıyor yerleri. ne olur, ne olmaz lezzetli bir çöp parçası bulurum umuduyla detektör minvalinde öyle bir yapışıyor ki yere, şimşek düşse tepesine, fark etmeyecek. 
tamam, kemiği götürsün, aslında onda bir sorun yoktu. hatta ağzından almayacağımı anlatmaya çalışıyordum ki, sahilin başıboş köpeklerinden karabaş peydah olmasın mı!! aslında gayet munis bir köpektir, ama kemiği görünce tam bir yamyam kesildi. atladı benim çocuğun üzerine! benim bıcır ördek de, kendini herkül mü sandı ne, bırakmıyor ağzından kemiği. benim de benim diyerek var gücüyle tepişiyor bunla! tabii karabaş, dün kemiğini kendisinden iri bir golden'e kaptırmış olmanın, ve golden kemiği götürürken ulumanın acısını daha atamamış üzerinden. -ah ah, sen misin o hallerine gülen!- ama işte, köpek milleti bile gücünün yettiğine kafa tutuyor. ver o kemiği kavgasıyla başlamasın mı karabaş benim ufaklığı ısırmaya!! ben o korkuyla bir atladım karabaş'ın üzerine! yapıştım iki elimle ensesine, benim bıcırın üzerinden çekmeye çalışıyorum. annelik işte, kedi bile arslan kesilir ya yavrusu söz konusu olunca. ben de o deli kuvvetle bir kaldırdım karabaşı. rahat yarım saat parmaklarım acıdı, nasıl bir güçle yapıştıysam karaaşın ensesine... bir tanıdık da yetişti, benim oğlanı tuttu, kaçmasın diye.  hemen kontrol ettim yara bere aldı mı diye, neyse ki vaktinde müdahale edebilmişim, yine bir yara almadan popoyu kurtardı minik yaramazım. tabii ki kemiği kapmış bir karabaş bırakarak hızla olay mahallinden ayrıldık.
çekirge benno bir sıçradı, iki sıçradı, somumuz üçüncüsünde hayırlı biter inşallah. 
resimde de beyimiz, acı biber tadının dayanılmaz lezzetine varmakla meşgul. bu cocuk yaramazlığın kitabını yazmasa ne olayım....

uykucu ya da ölümüne uyumak

son haftalarda çok kötü bir alışkanlık edindim. akşam kanapeye uzanır uzanmaz, başlıyorum uyuklamaya. sonra gecenin bir vakti uyanıyorum, sabah üçe dörde kadar oturuyorum. sokaklar öyle sessiz ve huzur verici ki, bu vakti ayrı bir seviyorum, hatta en sevdiğim saatler olduğunu söyleyebilirim.  dışarıda tatlı tatlı esen rüzgarın hışırtısından ve tek tük bu saatlerde geçen uyksuzuların ya da gece eğlencesinden dönen birilerin ayak seslerinden başka bir ses yok. tabii hırsızların en yoğun çalışma saati olduğu gerçeğini de unutmamak lazım. eh, onların da bir çalışma saati olacak elbette. bunun dokuz altı olmasını bekleyemezdik herhalde?!
ee sorun ne o halde diye soracak sabırsız okuyucum. sorun uyanık kalamadığımda oluşuyor. bütün akşamı kanapede uyuklayarak geçiriyorum, sonra bu saatlerde sürünerek yatağı buluyorum. bir de bakmışım, son oniki saatimi neredeyse aralıksız uykuya harcamış oluyorum. oh yarasın tosunuma gibi bir nidada bulunan okuyucumı hemen kınıyorum. yaramıyor efendim! 
uykunun tamamen gereksiz, vakit çalan ve aslında insan zekasını da öldüren bir mefhum olduğuna inanan bendenize, işkenceden farksız bu kadar çok uyumak. hani ajan olsam, kesinlikle uyku ile beni bülbül gibi öttürebilirler. "abi ne olur uyutmayın, bütün devlet sırlarını şakıcam!"
tamam, demek ki bedenin ihtiyacı varmış, ne var bunda da demeyin. bu kadar çok uyumak zihni bulandırmakla kalmıyor, onun daha yavaş işlemesine de sebep oluyor. yani kısaca aptallaştırıyor. hele ki beden üzerindeki etkilerini saysam, ühüüü! ama aranızda uykucu varsa, şu makale sinirlerinizi bozar umarım...
"rüyadan uyanmadğımız sürece, rüyada olduğumuzu bilemeyiz." bunun gerçekliğini deneyimlememiş olana elbette kitş gelecektir bu. ama budda'nın asırlar evvel ifade ettiği ve matrix gibi filmlerle popularize edilmiş bu cümlenin ne kadar gerçek olduğunu bir bilseniz. emin olun, yaşamınızın üçte birini heba ettiğiniz uykudan öyle bir kaçarsınız ki, hızınıza speedy gonzales bile yetişemez. 
ee anlat madem, öğrenelim demeyin. bu mevzu çok derin. boşuna deli olduğumu ilan etmedim. belki. bir gün anlatırım.