yaşadığım mahalle insanları facebook'de yer alan kendi yerel grupları içinde çok aktif. hoşuma giden bir özellik. mahallede olup biteni öğrenmek adına çok severek izlediğim gruplar.
ama bu gruplarda asıl sevdiğim yan şudur: 15 yıldır oturduğum ve daha evvel anonim kaldığım, köpek oğluşlarım geldikten sonra bir parça kaynaştığım mahalleliyle, gerçek manada tanıştığım platform oldu hepsi.
bunlardan birinde, başkanlık seçimlerinin 1.turunun döndüğü günü akşamı bir grupta yapılan itiraz üzerine yaptığım itirazı buraya alıntılama ihtiyacım doğdu. bir "moda"lı, akp taraftarlarının allah-u-ekbar nidaları ve konvoy seslerini biraz sert ve bana göre ötekileştirici bir üslupla yeriyor.
verdiğim cevabı aynen alıyorum buraya. belki peşin sıra ilave bir şeyler yazarım.
"aynı zamanda hep birlikte bir arada yaşamak çok güç bu ülkede (sadece bu ülkede değil elbette, şu an dünya üzerinde artan bir ötekileştirme süre gidiyor, ama bu ülkede sanki kat be kat fazla), biliyorum. ve türkiye kadıköy moda'dan ibaret değil.
kaldı ki yığınla akp'li yaşıyor burada da. "modalı"nın tek tip düşüncede olduğunu düşünecek kadar kimsenin naif olduğunu sanmıyorum.
azınlık olmanın ne demek olduğunu, daha küçücük bir çocukken damarlarınıza işlemediyse, faşizmin sınırlarının ne kadar ince olduğunu anlamak çok zor.
ben almanya doğumluyum, "kendi dilimi" (ne demekse o?), sadece annemin ısrarıyla evde duyuyordum. yani bizimkisi tam entegre olmuş bir aileydi. komşularımız almandı, benim yaşımdaki çocuklarıyla büyüdüm, en yakın arkadaşım almandı, dahası dedem bile almanca öğrenmişti çat pat, o yaşında.
uzun dalgalı koyu kahverengi saçlarım vardı ilk okula gitmeden evvel. evimizin hemen yanında araçların geçemediği dar bir yoldan hemen o yolun sonunda oturan arkadaşıma giderdim. adı elke idi. tipik alman, sarışın, maviş gözlü.
bir gün onun evinden dönüş yolundayım, köpeğiyle bir alman geçiyordu yanımdan.
düşünün daha ilk okul çağında bile değilim. tam yanından geçiyordum ki, adam birden döndü, saldır şu türk kızına diye köpeğine komut verdi. bugünmüş gibi gözlerimin önünden gitmiyor.
köpek koluma yapıştı, neyse ki mevsim parka giyilen bir mevsimdi, son bahar gibi. köpeğin dişi koluma tam girmiyor, ama beni yere düşürüyor, köpekten az büyük bir boydayım, ya da aynı boyda, cinsini anımsamıyorum, sade koyu renkli, kısa tüylü bir şeydi.
bir müddet yerde debelendiğimi, ağladığımı hatırlıyorum. ama kimse koşmuyor yardıma. ya da duymuyor beni. belki de çığlık bile atamıyorum.
neyse ki, adamın amacı sadece korkutmakmış, çekiyor köpeğini üzerimden.
ağlayarak eve koşuyorum.
anneme anlatamıyorum, konuşamıyorum bile, sadece ağlıyorum. annem de paltom yırtıldı diye ağladığımı sanıyor, teselli etmeye çalışıyor.
ilk okula başlamadan, dedemin bütün yalvarmalarına rağmen o güzel koyu kahverengi dalgalı saçlarımı zorla kestirtiyorum, kısacık. dedem küsüyor bana.
bugün iki köpeğim ve yığınla alman arkadaşım var...
uzun anlattım, kurusa bakmayın... faşizm üzerine 120 sayfalık tez yazdım, o zaman anladım, ötekileştirmeyle başlıyor faşizm. "bizden olmayan"lar listesi yapmaya başlamakla başlıyor.
kimseyi suçlamıyorum, sadece bunun bilincine varmanın bir süreç olduğunu anlatmaya çalışıyorum. lütfen yanlış anlaşılmasın, bu yorumun altında da kimseyi hedef almadım.
keşke "onlar / bizler" zıtlığını dile getirmeden evvel, bir arada yaşamanın çözümlerini konuşabiliyor olsak.
şimdi chp adayı kazanıyor olsaydı, sizce ona oy vermiş bir çekmeköy'lü sokağı inletebiliyor olur muydu kendi semtinde? bilmiyorum, çekmeköy'de yaşamıyorum.
ve polemik yaratmak da değil amacım.
sevgiler"
ama ötekileştirmeyi biz başlatmadık, akp tayfasını okumamış zır cahil minvalinde itirazlar geliyor. işi abartıp kendini hayallere fazla kaptıranlar da oluyor. bıyık altında gülümsüyorum. buruk.
türkiye'nin sayılı üniversitelerinden birinde hocalık yapma şerefine ermiş biri olarak, ülkenin bir nevi birebir tezahürünü görebiliyorum orada.
özellikle özel üniversitelerin çoğalmasıyla, şu "créme de la créme" diye tabir ettiğimiz üst zümre çocukları bu çok iyi ve özel üniversitelere kayınca bir boşluk oluştu. bu boşluğu da coğrafi olarak ege, akdeniz ve itibaren ve bir hayli de doğuda yaşayan ailelerin çocukları doldurdu. hem de öyle ekonomik anlamda orta-üst düzeylerde değiller. orta ve hatta orta-alt seviyelerinden gelen çocuklar bunlar; ailelerinin bağ / tarla satmak suretiyle okutabildiği, çoğunlukla çiftçi, ya da işçi sınıfının çocukları.
ve nasıl zehir gibiler. zaten zehir gibi olmayanların sizin okulda ne işi var diyeceksiniz. o da doğru.
ancak geldiği yer ve içinde bulunduğu fırsatın değerini bilme açısından öğrencinin tutumunda epey bir değişim söz konusu. elbette bu ayrı bir yazının konusu, benim üzerinde durmak istediğim kısmı farklı: köken ve içine doğduğu sosyal algı ve dünyaya bakış açısı olarak öğrencilerimin politik görüşlerin zenginliğinin dikey bir çizgi oluşturacak oranda gelişme gösterdiğini düşünüyorum.
okulu iyi tanıyanların hep böyle olduğunu söyleyecektir, ve okulumuzun bununla gurur duyduğunu da. muhakkak. ama bana göre bir değişim mevcut. içinde bulunduğumuz çağın gereği bir değişim bu.
bunda elbette baş örtü yasağının kalkması da bir hayli etkili bu zenginliğin oluşmasında. baş örtüsü simge olarak algılansa da, aslında hayata bakış açısını ifade eden bir görüngedir aynı zamanda. inancını açık açık da ifade ettiğinden, o öğrencimle başlarken elimde hazır bir done olur, ve neyi referans almam gerektiğini baştan bilirim.
herkes inancını farklı bir şekilde ifade edebilir, ki kaldı ki konuşma özgürlüğü temel insan haklarımızdan biridir. ülkemizde son yıllarda mantra gibi tekrarlayarak kendimizi inandırmamız gereken bir mefhum oldu. yapılan haksızlıkla şahit oldukça.
isterse baş örtüsü taksın, iste kippa, isterse "hare krishna" diyerek turuncu turuncu sokaklarda dolansın. kimi ne ilgilendirir bu? ne güzel işte. kültür zenginliği bu demek değil mi?
hiç kimse bir tek kendi inancının, görüşünün, fikrinin ya da zevkinin en yücesi, en doğrusu, ya da en güzeli olduğunu başkasına dayatmasın. tek beklentim bu.
sahi savaşlara gerek kalır mıydı hal böyle olsa?
derslerimde çevre temaları dışında kendi inancıma, politik görüşüme hiç değinmem.
gerek yok. çevre / doğa ise, eğer yarınları düşünüyorsak; bu dünyayı çocuklarımızdan emanet aldığımızın ayırdına varabiliyorsak, olmazsa olmazlardan. ama zorunlu da değil. kitabın içinse geçtiği halde, öffleyen yüzlerin çoğunluğunu gördüğüm anda, müfredat bile olsa, işlemekten vazgeçerim.
sıkıldıklarını göre göre bir konunun üzerine gitmek, daha çok bıktırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
kendi fikrini değil empoze etmenin, açık seçik ifade etmenin bile yanlış olduğunu savunurum.
öğrencilerim her ne kadar genç yetişkin olsalar da, türkiye'deki ebeveynlerin tutumu nedeniyle gerçek manadaki yetişkinliğe geç geçiş yapıyorlar. yani "gençlerin" benim fikirlerimden etkilenmelerini istemem.
sosyal medya nedeniyle geçmişe oranla bu sayı çok azaldıysa da etkilenen muhakkak çıkar, çıkacaktır.
hocayı hep bir kaç basamak üstte gören öğrenciler her daim olmuştur, olacaktır. dolayısıyla derse yön veren kişi olarak öğretmen, kendini her türlü görüşten muaf tutmalıdır sınıf içinde. herkese tarafsız yaklaşabilmek adına. öbür türlü sadece kendi görüşümden öğrencilerime ulaşmış, onları eğitmiş olur. ki, bu diğer öğrencilere sadece haksızlık olmaz, işini yapamayan bir öğretmen olarak kişinin vicdanını fazlasıyla rahatsız etmelidir.
ama bu ülkede, bunu en baştaki lider bile yapamazken, rast gele sivil bir insanın nasıl yapmasını bekleriz? tarafsız kalabilmektn geçtim, kendi fikrini zorla kabul ettirmek şu an mübah görülüyor. üstelik bunu, "önce onlar başlattı" türevinde vicdan aklamasıyla yapıyorlar.
sadece kendi zümresinin görüşünü tek doğru kabul eden insanların çoğunluğu karşısında dehşete düşüyorum. diyeceksiniz ki, tarih mükerrerden ibarettir, bu hep böyle süregelmiştir. ama nedense sözüm ona aydın kesimin biraz daha farklı yaklaşacağını ister istemez düşünüyor insan.
oysa orada da, bizimi görüşümüzden olmayanı sevmeyiz şeklinde, görünürde görece daha yumuşak bir üslubun altında aynı faşizan tutum yatmaktadır. sizin görüşünüzü paylaşmayan zümreye karşı olan duygularınızı hangi kavramla ifade ederseniz edin. ötekileştirmenin çizgisi çok ince bir yerdedir.
ne yani, aynı görüşte olmadığım insanları sevmek zorunda mıyım diye itiraz edeceklere hemen bir çift sözüm de var: mesele sevip sevmeme temelinde bir duygu değil, zira sevmemenin bir sonraki düzeyi nefrettir. ve nefret söylemi sözsel faşizmin başladığı nokta olarak da kalmıyor, artık eyleme geçilebildiği tehlikeli sınır olarak da görülebiliyor.
mesele sevip sevmeme değil aslında, hoşgörüyle yaklaşabilmek, gerçek manada hoşgörüden, tolerans göstermekten bahsediyorum, yoksa tahammül etmekten değil.
dün o gruptan bir kaç hanımı kahve içmeye davet ettim bahçeme. başta sohbet konusunu duyurmuş olmama rağmen, konu faşizme bir türlü gelemedi. bir iki girişimde bulunduysam da yeterli rezonans gelmedi. bambaşka konulara girildi, ve tam konu ele alınmaya başlamışken, asıl konuşmak istediğim kişi, programını ileri sürerek kalktı.
hiç beklediğim gibi gitmedi. ama asıl olan umduğunu değil, bulduğunu analiz dip değerlendirebilmek.
sezgisel olarak görüşünü yoga hocası olmasından mütevellit bilmememe de çok gerek olduğunu düşünmediğim genç kadını çocuklarıyla birlikte davet ettim. çocuklarıyla çocuk olan değil, gerçek çocuğu içinde kaybetmemiş, özgür ruhlu kadının rolünü sonra idrak ettim.
ben orada toplumsal mevzuyu açmaya çalıştıkça, başka konulara kaçışıldıkça, öfkemin büyüdüğünü ve istemediğim halde müdahaleci ve sinirli davrandığımı fark ediyor, ama dizginleyemiyordum kendimi.
bu çocuk kadın gerektiği her yerde öyle tatlı ele aldı ki sazı, sadece gerilen partiler değil, diğer kadınları da bir huzur sardı.
sonunda diğer parti kalktı, gerginlik de uçuştu gitti. geriye kalanlar sadece aşkı konuştu.
netice itibariyle anladım ki, değil faşizme engel olmak, daha mevzunun kendisini teorik bazda bile konuşmaya hazır değiliz. ama galiba çok da kötü bir şey değil bu. aşk konuşmak varken, faşizmi niye konuşalım?