28 Ekim 2006 Cumartesi

Cup efendi'den haberler

Bunun mama huysuzluğundan bahsetmiştim ya, bilindik tüm özelliklerine rağmen yine de beni şaşırtmayı görev bilmiş kendine. Az evvel, mama kabının bulunduğu yere gitti, baktı mama yok, geri geldi benim yanıma, başladı ulumaya... Yani beyefendi, haybeye ulumam diyor! Helal olsun be!

macar aşkı

Büyük marketlerden birindeyim, asmışlar bir kampanya duyurusu: bir macar salam alana bir macar salam bedava. Hani demiş ya Orhan usta, “hava bedava, su bedava… bedava yaşıyoruz bedava” diye, ben de bedavasını bulmuşum, es geçer miyim! Yapıştım elbet. Attım sepete (üstelik Tamek de değildi). Gittim kasaya, mutlu mesut alışverişimi yaptım, evin yolunu tuttum.

Ama sol yanımda oturan şu minik zat var ya, dürttü. Çıkardım fişi inceledim. Ne göreyim beğenirsiniz? Hani bizim macar bedavaydı ya, üstüne neredeyse başka bir Balkanlıyı ilave edecekler… Tabii o hışım döndüm ben markete, kasiyere sen misin buna para kesen, veryansın ettim. Yeni yetme delikanlı süklüm püklüm aldı elimden fişi, bir de sanki reyonda köküne kibrit suyu dökmüşler, satın almış olduğum macar salamı istedi, aldı bunları, gidiş o gidiş…

Bekle bekle, yok gelen giden. Bizim kasiyer herhalde bir koşu, domates bir de yarım ekmek de kaptı, benim salamı indiriyor mideye diye endişelenmeye başladım ki geri geldi, tabii salam sırra kadem basmış. Neymiş efendim, aktarım yapılacakmış. Ne aktarımı yahu? Salamı benim eve mi ışınlayacaklar? Uzay yolu’na mı düştük? Salamla beni Mr.Spock! Fesuphanallah, sen bizi salam düşmanlarının şerrinden koru yarabbi!

Hadi başladı yine yeni bir bekleyiş.

Ama külyutmaz bendeniz, ikinci kez bekler miyim o kadar uzun! Başladım söylenmeye, yok “Sizi tüketici hakları merkezi’ne şikayet etmek gerekiyor” da “Sizin hatanız yüzünden niye ben bekletiliyorum” diye.

Anlayacağınız, bizim şaşkın marketçi, kampanyasını allı benekli duyurduğu ürünü, kasasına tanımlamayı unutmuş. (Of of, bal gibi şikayet konusu olurdu ya bu!...). Ama sanki ben çocuğu çişe tutar gibi başlarında beklemem gerekiyor. Verin beleş macarımı gideyim ben yahu!

Önce yeni yetme kasiyer horozlanacak oldu, benim ne suçum var diye, "Siz başka marketin kasiyerisiniz, doğru, haksızlık ediyorum size" diye direndim. Bu bana tüylerimi diken diken eden yeni moda ünleme kalıplarından "Hayret bir şey" ile baskın çıkmaz mı! Tam nevrim dönecek, gözümü yumup ağzımı açacak kıvama gelmiştim ki, bunu fark eden bir kasiyer hanım, inisiyatifi aldı ele, sıkıştırdı avucuma macarı yolladı.

Ben yeniden mutlu mesut yolumu tutmuşken, jeton düşüverdi! Yahu, bunlar benim zaten parasını vermiş olduğum salamı elime tutuşturmuşlardı! Ben böyle tufaya gelmezdim, aşk başıma mı vurdu ne!

Aynen çark ettim tabii. Kasiyer hanım içinden, eyvah, yine geldi bu cazgır kadın dediyse de, dışından “Buyurun, yardımcı olabileceğim başka bir şey?” dedi. Derdimi anlattım, aldım bizim beleş macarın parasını.

Ama yiğidi öldür hakkını yeme demişler (buna da ayrı uyuz olurum şahsen, sen adamı öldür, sonra da hakkını korumaya kalk, bu ne perhiz, ne lahana turşusu yahu! AİH’ye başvururlar vallahi!): bizim kasiyer hanım hakikatten sağlam çıktı, hani “cadaloz müşteriyle nasıl başa çıkılır” adlı kasiyerlik dersini can kulağı ile dinlemiş, dinlemekle de kalmamış, uygulamasından da yüz notuyla geçmiş!

Yok yok merak etmeyin, öldürmedim kasiyeri, hala sapasağlam kasasının başında mücadelesine devam ediyor. Ama düşünüyorum da akşam akşam bir macar uğruna verdiğim savaşa, cadalozluğa bakın, ben bu enerjiyle kaç tane macar salam üretmiş olurdum yaaa…

25 Ekim 2006 Çarşamba

Kelebekler uzun yaşar

Kelebeğin teki mağazanın vitrininde uçuyor uçuyor gelip camına tosluyor. Belli ki üstüne uyan bir giysi bulamamış, o hüsranla da çıkış kapısını bulamıyor… Hayvanat dostuyum ya, dayanamadım, daldım mağazaya,
- Yahu kardeş, şu müşteriye kapıyı gösterseniz! Yoksa kadrolu cam toslayıcınız mı bu?
diyerek gösterdim içeride çalışanlara.
Espiri yaptım ya, tezgahtardan bozmaca bir satış danışmanı yaklaşıyor bana doğru
- Ehuheuhe, o iki gündür orada
diye karşılık veriyor. Sonra da benim içsel yuhalamalarım arasında vitrine giriyor. “Yuh be, hayvan iki gündür oradaymış, insafınız tepenize yağsın” diye homurdanmaya devam ediyorum ben içimden, dışımdansa
- Çok naziksiniz. İki günlük misafirlik yeter, bence bırakın da artık köyüne dönsün
diyorum.

Bizim eleman dalıyor vitrine, iki parmağını cımbız yapıp, kelebeğin siyah üzerine janjanlı allı pullu ışıldayan puantiyelerinden birini itinayla koparıyor! Parmaklarında kalan kanat artığına ve başarısız yakalama girişimine tüy dikercesine de
- Zaten ölmek üzeredir bu!
deyiveriyor!

İçsel sesimle basıyorum suratına doğru küfrü.
Dışsal sesimle de
- İzin verir misiniz, bir de ben deneyeyim
karşılık veriyorum.

Bırakıyorum çantamı kenara, ya bismillah deyip dalıyorum vitrine. Avucumla özenle bezenle kaldırıyorum kanadı çentilmiş, iki gündür helak düşmüş minik arkadaşı. Çıkıyorum kapının önüne, açıyorum avucumu, anında kanatlanıyor bizimki, bir iki sendeledikten sonra tam hız uçup gidiyor.

Bense, olayı kayıtsızca seyretmiş teyzelerin
- Aaaa bunlar zaten tek bir gün yaşar
diye bilmişlik taslayıp, çabamın beyhude olduğunu ifade eden nidalarına dışımdan
- Hikaye o, hikaye!
diyip, içimden “Konkene gideceğinize biraz neşınıl, diskoveri neyin izleseydiniz, bazı türlerin bir yılı rahat devirdiğini bilirdiniz”, diyerek evimin yolunu tutuyorum.

22 Ekim 2006 Pazar

Fear Factory

Şu hayvanat meselesine takık olduğumu ilk yazılarımdan ayan beyan ortaya koydum sanırım, o yüzden başlıkta söz konusu programın tepemi attırıp kaktırdığını da anlamşsınızdır.

Geçen akşam -ki aslında TV ile pek bir temasım yoktur- ama kumandayı elime alınca zap eylemini icra edeyim dedim, bunlara rastladım.
Kadın yarışmacıyı bağlamışlar sandalyeye dönme dolap gibi çeviriyorlar. Oh müstahak sana diyesim geliyor, çünkü bunun gibiler yarışmaya katılmasa, o işkenceler de olmayacak! Sonra sırasıyla seçtiği dört adet mahlukatı, hatunun kafasının üzerine geçirilmiş olan pleksiglas kutunun içine atmaya başladılar, yılan, iguana, kurbağa derken bir de kobay faresi, daracık yere hapsedildi. Sandalye döndükçe hayvancıklar oraya buraya çarpa çarpa helak oldular!
Hani resmen programı arayıp, bari kadına bir ağızlık takın da, şu garibanları hiç olmazsa ısırmaya kalkmasın diyesim geldi!

Sanırım bir tek iguana sağlam kaldı bu dönme dolaptan, o da kadının saçlarına sıkı sıkıya tutunmuş, rodeo antrenmanları yapıyordu.

not: merak etmeyin rtük'e şikayet ettim bile! :)

21 Ekim 2006 Cumartesi

Bir şaşkın vardır bende, benden içeri, hiç de ses etmez dışarı...(Part 2)

Söylemeyi unutmuş olabilirim, ama şaşkınlık konusunda yaptıklarım yapacaklarımın teminatıdır demeliydim, dememişim…

Şimdi demiş bulunuyorum lakin!

Demem odur ki, hasta sevgili haberi ile başlayan şaşkınlıklar dizisini başarıyla sürdürmeye kararlı olduğumu, şu geçtiğimiz birkaç gün içinde iyice idrak etmiş bulundum.

Şaşkınlık, Volüm 1

Vapurda pek havalı dolanan bir keloğlan, güya güneş gözlüklerinin gerisinden beni kesiyor. Çareyi, bunun havasına beş çeker asortik bir hareketle gözlüğümün güneşlikli klipsini takmam oluyor tabii (“Aboov, ne klipsi bu?” diyenlere parantez açıp sevabına açıklama yapayım: efem, bunlar gayet şık bir model, normal “mö” gözlüğünüz üzerine istediğiniz renk ve ebatta mıknatıslı klipsleri var, takıyorsunuz, “mö” gözlüğünüz hemencecik matrix kamuflâjına bürünmüş! Almak isteyenlere optikçi arkadaşımın meelini veririm. Ne de olsa komisyonum cukka!).

Vapurun tırabzanına yaslanırken de, “bizi ergenliğe yeni adım atmış sübyanlara bırakma” türevinden bir ah çekiyorum.

İşte böylesine bir umursamazlık ve “hıh” havalarındayken rüzgâr saçlarımı dağıtıyor, sanki inadına yüzüme bırakıyor. Ben de o havalı pozuma halel gelmesin diye elimi saçıma atacak oluyorum, olamıyorum derken, elim gözlüğüme çarpıyor, benim klips manyetiğinden kurtuluyor, havada zarif bir salto atıp ben elimi uzatamadan balıklama serin sulara dalıyor!

Peşinden, sana yanlış öğretmişler deniz gözlüğü değilsin, geri gel diye seslenecek oluyorum, demin saçımı suratıma üfleyen rüzgâr, bu fırsatı kollamış bir yunusun erken gelen bayram hediyesi için teşekkür eden flipper vari kikirdemesini taşıyor kulağıma…

Şaşkınlık, Volüm 2

Okul dönüşü bir taş iki kaş misali (atasözünü ziyan etmiyorum, sadece çok feci kuş severim, kıyamıyorum, ne yapayım?) otobüste öğrencilerin ödevini okurken öyle bir dalmışım ki (ama çocuklar da roman gibi yazmış, okuyanı acaip sarıyor), son durağa geldiğimizi ancak başka bir yolcu dürtünce fark ettim. Panikle eşyalarımı toparlayayım, kendimi otobüsten dışarı atayım, şoför beni maazallah dağa falan kaçırmasın diye koşuşturmacaya gireyim diye debelenirken kendimi finikülerin içinde buldum. Ama boynumdaki kolyeyi bulamadım! Üstelik Prag’dan, hem de Karlsköprüsü üzerinde aldığım mavili incikli cincinkli güzel bir şeydi (hay havam batsın değil mi, kaybımı anlatırken dahi hava atacağım!). Ah ah!..

Eylemlerim devam edecektir…

19 Ekim 2006 Perşembe

Kahvaltılık Cup Efendi

Tropikal sahilin en civcivli kısmında birkaç atletik sörfçü yanık tenleriyle salına salına sörf tahtalarıyla uğraşmaktalar. Yani adeta seç beğen al bizi der gibi dizilmişler yan yana. Ben ise çaktırmadan sevgilime bakınıyorum, hani dikize yatmışken yakalanmayalım. Sonra boş verip alenen trene bakar gibi salyalar üretiyorum. Zaten yakalansam ne yazar? Ben fark etmesem kendi gösterir “Aa bak sevgilim, ne hoş adamlar var şurada!” diye. Bazen kıllanmıyor değilim, yoksa deniyor mu beni?…

Neyse boş ver, keyfini çıkar şimdi!

Birden gülümseyerek biri yaklaşıyor bana doğru. Eyvah dikiz olayını abarttım galiba, şimdi laf edecek. Aman pek de şirin gülümsüyor. Gelip karşıma dikiliyor, dudaklarını açıyor ve miyavlıyor! Evet yanlış okumadınız, adam resmen miyavlıyor! Mart ayında mıyız demeye kalmıyor, gözlerimi ovuşturup bakıyorum tekrar.

O da ne? Odamın tavanı beyaz beyaz sırıtıyor bana doğru! Hani kızgın kumlardan serin sulara hoplamalar, hani yanık tenli miyavlar…

Beyaz tavan fonlu sahnenin orta yerinde ağır çekimde bir pati uzanıyor henüz uyku kıvamından ayılamamış sol gözümün 45 derecelik ekseni üzerinden suratıma paralel burnuma doğru. İkiz kulelere dalan kamikaze gibi diyeceğim, ama bu hızda ilerlemiş olsaydı o uçaklar, değil içindeki insanları, komple binayı taşımış olurlardı uçak varana kadar.

“Cup!” diye inlememle pati hızla uzaklaşıyor, hani ben aslında rüya görmeye devam ediyorum, o pati de orada hiç var olmadı cinsinden bir masumiyetle mırlıyor bir de üstüne üstlük.

Şimdi kalk mis gibi palmiyelerin gölgesinden gri bir İstanbul sabahına, yeni dökülmüş betonu hiç görmemiş heveslilerin ayak izi çıkarmaya çalıştıkları gibi burnunda patisinin izini bırakmaya gayretli bir huysuza da mama servisi yap!

Hadi oradan diye mırıldanarak popumu yeni Esenboğa Limanı’nın hava sahası tadında pirelere dönüyorum.

Yalnız, uyku mahmurluğundan olsa gerek düşmanı her defasında küçümseme gaflet ve delaletine dalıyorum. Su uyur, Cup uyumaz, uyanık olmakla da kalmaz sizin de uykunuza incir ağacı diker, bir de etrafında 500. geleneksel dolunaya ağıt yakma şampiyonası düzenler! Ağıt demekle ağıtlara hakarette bulunduğumun bilincini idrak etmenin mahcubiyetiyle hatamı derhal düzeltiyor ve böğürme şampiyonası olarak düzeltiyorum.

Şimdi Birleşmiş Boğalar ve Öküzler Birliği’nin temsilcileri tekzip yazısı gönderebilir, o mahlukatın çıkardığı ses ile bizim bülbül sesimiz karşılaştırılamaz diye. Ben de bunun üzerine Eşekler Federasyon’undan çekinerek “anırma” diyeceğim, ya da demeyeceğim ama derdimi ifade etmiş olmayı umacağım. Çünkü bu dört ayaklı, beyaz postlu ev arkadaşımın çıkardığı ses, kesinlikle kendi türüne ait olması gereken ses değil, başka bir şey…

İşte o tarifi mümkünsüz nadide ses sabahları hemen kalkmadığım takdirde evin tüm odalarında yankılanmaya başlıyor.

Uykumun katma değer oranı doğrultusunda bazı sabahlar yastık kavgasına kaçmaya çalışsam da, kalkmadan ulaşılabilir yastık ve bilumum pelüş yaratıktan oluşan cephane azlığı ancak 15-20 dakikalık bir gecikme sağlıyor. Çünkü işgalci güç sizden sabırlı! Ve ses gücü paketlenip ses bombası kıvamında piyasaya sürülebilir (bunun piyasasın bilen varsa, haber versin, zengin olduğumun resmidir! Tamam, söz veriyorum, gelirin %10’unu cebinizde bilin!)

Sonunda komşuların uzaydan düşmüş bir yaratığı boğazladığımı NASA’ya ihbar edecekler endişesiyle bizim huysuzun sesine rakip çıkabilecek bir homurdanmayla kalkıyorum zoraki.
Bu kadar gürültünün sebebi elbette yatak altındaki petrol kaynakları değil, beyefendinin mama kabındaki yoksunluk. Ama sanırsınız ki, Somali’ye yardım paketi birkaç ay gecikmeli geliyor!

Üstelik bağırtının ahenk ve ses uyumundan tüm sülalenize rahmet okunduğunu da gayet net anlıyorsunuz.
“Hay ben de senin yedi sülaleni saygıyla anıyorum” mukabilinde bir nidayla mutlu sonun göründüğü mama kabı istikametine yol alıyorsunuz.

Yanda da açlıktan bitap düşmüş bir deri dört pati kalmış Somalili Cup efendiyi görüyorsunuz.
Not: İnsaniyet namına gönderilecek yardım paketlerini varış saati sabah altı olmak üzere “mama kabı” adresine bekleriz. Sağ olun!

18 Ekim 2006 Çarşamba

Bir şaşkın vardır bende, benden içeri, hiç de ses etmez dışarı...

Sevdiceğim hastalanmış. Üstelik öyle böyle değil, 40 derece ateşler içinde hastanelere düşüp serum yemeler boyutunda! Yok yok, kimse beni sayıkladığına şahit olmamış. Sayıklamasın zaten yahu. Özel hayatımızı ifşa etmenin ne manası var! Hem ben ediyor muyum ki!

E ne var, atla bir koşu, bit başında diyeceksiniz… Ben de ne biti? Durduk yerde beni ne diye bitli yaptınız demeyeceğim, çok beklersiniz! Ama şunu diyeceğim: hani şu Ankara meselesi vardı ya, yolum istediğim kadar da sık düşmüyormuş oralara, bu vesileyle anlamış oldum.

Hayda, Ankara da nereden çıktı tadında nidalar eylemeyin ey okuyucu kitle, Arif Abi’yi de çağırttırmayın bana gece vakti şimdi! Hah şöyle! Jetonu düşürmekle kalmayıp yapım aşamasına bile geçtiniz gibi görünüyor buradan: Evet maalesef “Ankara’dan abim geldi” şarkısını ben “Ankara’ya kaçtı sevgili” şeklinde söylüyorum birkaç aydır…

Yani bit olsam pire olsam ne yazar, ışınlama aygıtım da bozulmuş, kaldım mı buralarda?!

İşi gücü, dersi, öğrenciyi sepetleyip kaçsam da nasıl yapsam hesaplarına düştüm teneffüs vakti, ki dersi bitirdiğimde aklım hala Ankara yollarında cirit şampiyonası düzenlemekteydi. O düşünce senin, bu düşünce benim, düşüne düşüne vardım otobüs durağına, bekle bekle otobüs gelecek… Derken, amanın derste kullandığım cd çaları derstlikte unutmayayım mı?

Nolmuş yani demeyin gözünüzü seveyim! Bizim okula giren çıkan zat-ı muhteremler anasının gözüdür, hiç bakmazlar, anneniz iki düz bir haraşo örmeye kalkmadan aleti söküp kasetçalarını ayrı, cd çalarını ve hatta radyosunu bile ayrı satarlar… Yani her bir naneyi kilit altında tutuyoruz desem yeridir.

O sebepten ötürü tıpışlanmak suretiyle kös kös indim, büyük gayretlerle çıkmış olduğum yokuşu tekrar. Gecenin bir vakti de o yokuş da kabuslara şenlik misali ne izbedir ya… Neyse gaspa tecavüze uğramadan vardım binaya, üstelik de henüz kilit vurulmamıştı kapıya. Değmişti geri dönmem, anlayacağınız. Eşeğini bulmuş, üstelik sağlam direğe de bağlamış fakir rahatlığında yokuşu tırmandım tekrar ve koyuldum yine İETT’nin sonbahar kış kreasyonlarını beklemeye.

Hava da soğumuş muydu iyice ne!? Bekle bekle, sanki kreasyonu Claudia Schiffer sunacak, nazlana nazlana geldi bir otobüs. Gideceğim yönün otobüsü de değil, ancak bu gelen son otobüstür korkusuyla ve “bindik bir alamete, varalım selamete” besmelesiyle bindim. Mecidiyeköy’de aktarma yaparım hayallerinde vardım ben aktarma yerine. Ceylan gibi sekerek indiğim otobüsün önünde başka bir otobüs görünce baktım gideceğe yere. Benim istikametim olmasın mı? Vay be, eşeksizlik cehenneminden, kısmetli insan mertebesine hızlı bir yükseliş yapmış olunca dört köşe, zor sığdım otobüse.

Kalabalık otobüste oturacak yer de yok, ama ben mutluluğun gazını almışım, sevdiceğime gidiyorum sanki, öyle bir rehavet tadına girdim. Derken, gözüme bir durak ismi takıldı. Bu güzergahta yoktu böyle bir durak… Sonra bir tane daha! Gece vakti semtleri değiş tokuş etmediyse ilçe belediyeleri ben gitmeyi düşündüğüm istikametin aksi yönüne doğru hızla yol alıyor olmalıydım!

Evet kıs kıs güler halinizi görüyorum ama ayıp olmuyor mu yahu? Yüzüme karşı yapmayın hiç olmazsa, arkamı dönünce gülseniz yüzünüz mü eskir? Yüzsüzler sizi!

Aman iyi, hemen alınmayın, ama siz de görürsünüz, şaşkınlık alanında Nobel ödülü almazsam ben de ne olayım! Ne? O alanda verilmiyor mu Nobel? Hiç şaşırmadım zaten, Matematik alanında da vermiyorlar zaten, neye vereceklerini bir bilseler….

Tüm otobüse şaşkınlığımı ilan etmek suretiyle –hani arkamdan insanlara konuşacak malzeme bırakayım, insanlığa bir parça faydam olsun gayretiyle- indim ilk durakta.

Soğuk hava da meydan bulmuş, tüm açık alanları doldurmuştu iyicene. Üşüye üşüye yeniden otobüs beklemeye başladım. Oh olsun, sen misin dört köşe hangi yöne gittiğine dikkat etmediğin eşeklere binmeye kalkan!? Ders olsun bu sana!

Sevgilim mi? O hala yatak döşek yatıyor, ama ben bu gayretle bir de Ankara yönüne doğru yola çıkarsam, bir haftaya kalmaz varırım kesin!

16 Ekim 2006 Pazartesi

Ankara'da tuvalet sınavı

Aslında Ankara'yı sevmem, ama yazdan beri yolum pek sık düşer oldu oralara. Çıkrıkçılar'da gezerken yorgunluk ve açlık beni Pirinç Han'ın gözlemecesine attı. Attı atmasına da, hayatımın en önemli sınavlarından birini vereceğimi bilseydim, hiç bu kadar gönüllü girer miydim ben oraya?

Neyse efendim, baştan alayım: pek güneşli bir günde yaz sıcağı başımda boza pişirmiş, açlık yormuş bir halde yayıldım hasır zeminli sandalyeye. Siparişini verdiğim peynirli gözlemenin hayallerine dalacakken tam, annemin parmak sallayan görüntüsü girdi
araya. Suçüstü yakalanmış gibi fırladım ayağa. İyi terbiye almış bir insan evladıyız ya tuttuk lavabonun yolunu, ellerimizi yıkayacağız, ki parmak sallayan anne imgesi evine dönsün, biz de mide gurultularımızın nihavend makamına tatlı tatlı bırakalım kendimizi.

Hani hep öyledir ya, madem kalktık helaya geldik, işlem hanemiz kabarsın tadından, bir de öbür meseleyi halledelim dedim. Demez olaydım. Kapıyı açıp da ışığı yakınca, poşet dosya içine yerleştirilmiş bir yazı tabak gibi sırıttı suratıma doğru.

Yazıya bir zoom yaptım ki, ne midemin makamı kaldı, ne parmağını sallamaktan bitap düşmüş valide hanım; sadece ve sadece şaşkınlık ve hayret kaldı. Birini sağıma, diğerini soluma aldım, hep birlikte tane tane okuduk:

“Tuvalet bir kültürdür ve siz şu an bir kültür sınavı veriyorsunuz!!!!!!!!”

Ne eksik, ne fazla, inanmayan yandaki fotoğrafı büyüteç eşliğinde incelesin, ya da FBI laboratuarlarına gönderip sonuçları beklesin! Siz bekleye durun, ben küçük dilimi midemden çıkarma gayretleri arasında yazıma devam edeyim…

Nerede kalmıştık? Ha, sınav, evet kültür sınavı!

Eyvahlar olsun! Sınav mı?

Hani önceden haber verilseydi, çalışır öyle gelirdim! Neredeyse çıkıp gözlemeci sahibinden özür dileyeceğim, hiç olmazsa kurtarma sınavı yapsın diye yalvaracağım! Hadi sınavı verdim diyelim, şu cümlenin sonundaki sekiz adet ünlem işaretine ne buyurursunuz? Evet ya üşenmedim saydım. Kültür sınavı elden gidiyor ben kalkmış, ünlem enflasyonunu hesap ediyorum. Olacak şey değil bu yaptığım, biliyorum, ama sınavdan kaytarmanın her yolu mubahtır. (Ah ah, bunu öğrencilerim bir duysaydı…!)

Sağıma baktım, soluma baktım, yok sandığınız gibi değil, kopya çekmek değil niyetim, zaten hazırlıksız yakalanmışım, kopya çeksem ne fayda!

Neyse sıfır alıp oturduk, ama hala şaşkın şaşkın bakınmaktayım. Yahu neye bakındın bu kadar, gözün çıkacak diyeceksiniz, Haklısınız ama ben de bakınmakta haklıyım. Çünkü hela, badanası dökülmüş, temizliği umumi tuvaletlerin ortalamasında kalmış bildiğiniz hela yani.
Oysa kağıdı okuyan kendini bir an ÖSYS’nin ishal olmuş adaylarına sunduğu özel sınav odasında sanacak.

Sıfır aldım diyorum ama çok da emin değilim, çünkü sınav kâğıdıma dönüp bakmaya cüret edemedim desem yalan olmaz.

Ben bu seferlik bu olağandışı sınavı veremediğimi düşünüyor, Çıkrıkçılar tarafına gitmesem de o yöne saygıyla bakıyor, bir sonraki sınav gününe de hazırlanmayı ihmal etmiyorum.

Hani siz değerli bayan, yok kadın misafirlerimizden (bahse konu uyarının devamı ayrı bir yazı başlığı olurdu, belki başka zaman) sınavı vermiş olan çıkarsa, bana bir zahmet soruları iletsin de sevaba girsin….

Başka bir tüketim ürünü: kediler!

Yaz başıydı galiba, yan apartmana yeni birisi taşınmıştı. Kendisini görme şerefine(!) erişemediysem de kedisiyle bir hayli muhabbetimiz oldu. Çünkü hayvancağız günü pencerede miyav da miyav diye ağlanarak geçiriyordu. Apartman aralığına bakan mutfak pencerem, onların açık olan ve yüklüğe benzettiğim bir odanın camıyla karşı karşıya.

Kedi sürekli ağlıyordu. Önce şımarık bir kedi diye çok üstünde durmadım, ancak bu ağlamalar bitmeyince komşunun kapısını çaldım, apartmandaki diğer komşularına sordum ama nasıl ulaşabileceğime dair bir bilgiyi edinemedim.

Karşı pencerenizde ha babam bir kedi miyavlarsa hangi yürek dayanır buna? Elbette pes etmedim. Başladı mı benim camdan cama yem maceram! Bir avuç kuru mama gazete kağıdına itinayla sarılır, karşı pencere hedeflenir ve "Birleşmiş Kedi Milletleri " damgalı yardım paketi fırlatılır. Paketimiz de güm diye apartman aralığına düşürülür! İyi bir atıcı olmadığımı biliyordum, atışlarımı düzeltene kadar da apartman aralığını kedi maması bahçesine çevirmiştim bile. Yine de yılmadan bir hafta beslemiştim kediyi.

Bu esnada ne bizim kedi miyavlamaktan vazgeçmişti (ki ben durumu abartmış, poşet içinde içecek su yardımı bile yapmaya başlamıştım, üstelik pencere hedefini artık minimumda ıskalar vaziyette), ne de ben sahibine ulaşmayı denemekten. Sonunda karşı emlakçıya sormayı akıl edebilmiş, bu sorumluluk sahibi kedi dostuna ulaşabilmiştim.
İlk telefon konuşmamız da yaklaşık şu mecrada cereyan etmişti:

- Merhaba ben yan komşunuz, kediniz bir haftayı geçti pencerelerde ağlıyor

- Ah evet teşekkür ederim duyarlılığınız için

- Ama hayvanı bu kadar yalnız bırakmanız… Sizce doğru mu?

- Haklısınız ama teyzemin kalp sorunu, babamın tansiyonu, memlekete gitmek zorunda kaldım…

- Olabilir, ancak birisine anahtar bırakın hiç olmazsa, yazık değil mi o hayvana

- Anlıyorum da bu sizi niye bu kadar ilgilendiriyor? Sizin sonunuz mu?

Tabii benim şalterler bu cümle üzerine atar!

- Ne demek benim sorunum mu? Elbette benimi sorunum. Ama bu kadar az ilgilenirseniz kedinizle asıl sizin sorununuz olacak, çünkü yeni kabul edilen hayvanları koruma yasasına göre suç işliyorsunuz!

Konuşmanın devamını toparlayamayacağım bağrışmalara dönüşmüş, hakarete varacağını sezinlediğimde de çareyi telefonu kapatmakta görmüştüm.

O dönemde bir hayli araştırmış, birkaç hayvanları koruma kuruluşuna yazmış (ve sadece bir tanesinden – o da belediyeye şikayet edin minvalinde bir yanıt almış) ama kısa sürede sorunuma çare oluşturacak çözüm bulamamıştım.

Geçen zamanda kediyi biraz daha gözlemleme fırsatını bulunca, bizimkinin bir parça yaygaracı olduğunu, dolaysıyla sahibine bir parça haksızlık etmiş olacağımı anlamış, özür dileme maksadıyla tekrar aramış ancak telefonlarım yanıtsız kalmıştı.

Ve sanırım iyi de olmuş yanıtsız kaldığı.

Artık evde olduğunu çıkardığı gürültülerden (kah biriyle canhıraş kavga ediyor, kah messengerin sesini sonuna kadar açıyordu) anlıyordum.

Yine bir gün mutfak penceresi açarken bir de ne göreyim, bambaşka bir kedi yabani yabani bana bakmasın mı karşı camdan?

E bizim “ağlak” nereye kaybolmuştu?

Sevgili komşum, başını derde sokacağını anladığı kedisini yenisiyle değiştirmişti! Hani bozuk çıkan ütünüzü mağazaya götürüp de çalışanıyla değiştirmek gibi bir şeydi bu galiba!!!

Değiştirme de işe yaramıştı hani, yeni kedi cıkı çıkmaz hatasız gıcır gıcır bir şeydi yani!

Aylarca “ağlak” kedinin akıbetini merak ettim.

Birkaç gün önce arka bahçede kedinin biri acı acı miyavlıyordu, yahu bu miyavlama bir yerden tanıdık geliyor ama nereden diye düşünürken, miyavlanı epey uğraştıktan sonra görebildim. Bizim “ağlak” olmasın mı bu!

Oh be, ne ala iş! Bozuk çıkan malı at sokağa, yenisin al! Ütü ya bu, kim ne der?

Ülkemizde pek çok hayvan “severin” petshoplardan yüksek rakamlara alıp da hevesini giderdikten ya da bakamayacağını anladıktan sonra sokağa attığı onca “pahalı” hayvancık varken, bir sokak kedisinin akıbetini kim ne yapsın!

Yok yok, hepsine yazık, hepsine yazık da, elden ne geliyor?

14 Ekim 2006 Cumartesi

Karabatak

Sakince su yüzeyinde süzülüp başlarıyla etrafı selamlarcasına, hani selamlamaktan da ziyade, etrafı kolaçan eder, gelen giden ya da tepesinin üzerinden saniyeler içerisinde geçecek olan bir deniz taşıtı var mı diye etrafı tarar bir vaziyette, balerinleri kıskandıracak bir zarafetle tüm gövdelerini ileriye itip su yüzeyinde hiç var olmamışçasına dibe dalışları yok mu!
Her defasında hayranlık ve heyecan duymama neden olurlar.

Sonra bilmece çözer gibi bakınır durursunuz, nereden çıkacak yüzeye tekrar diye. Bazen öyle uzun sürer, öyle bitmez görünür ki bu su yüzeyine geri dönüş, balık oldu çıktı bu kanatlı hergele diye düşünmeye başlarsınız.

Tam umudu kesmişken, hop diye peydah olur, hem de hiç tahmin etmediğiniz ücra bir yerinde kıyının.
Hatta şüpheye düşersiniz, su altında kankasına işaret etti bu, hani bizi seyreden varsa serseme çevirelim, o şaşkına bir güzel oyun oynayalım da aransın dursun avanak!
Sansın ki, saniyeler sonra yunusvari bir hızla orada meydana çıkan az evel dalan karabataktı.

E tabii oyanayacak biz fani akılsızla, ne işi var ki, gün boyu balık umuduyla dalıp da boş gagayla geri dönmekten başka!

Kimi zaman da Haydarpaşa önünde başlayan dalgakıran üzerinde güneşlenirken görürüm bu haytaları. O kuğulara taş çıkartan zarif yüzücü paytak ördeğe dönüşmüştür bile. Kanatlarını iki yana açıp sonbaharın son güneşinde ısıtır, ıslaklığından arındırır ya! Sıra sıra dizilmişlerdir, hani neredeyse geçen vapurlara karşı hazırolda, kanatları açmışlar selam çakıyorlar dimdik.

Pek bilinmeyen diğer adlarını da düşünüce -ki söyleyince neden bilinmediğini de anlarsınız- İstanbul'a nazır, İstanbul'a has bu kuşları sevdiğimi biliyorum. Hay sizi gidi yumurta piçleri, hay sizi piç kuruları sizi!

sokakların en asil bekleyeni: mırnav

Bu kediler şaşılası canlılardır vesselam.

Çocukluğum pek çoğuyla iç içe geçmiş, çeşit çeşit renk renk sokak kedisini evimde barındırmış, -ilki bir hayli acemiliğime gelmiş olsa da-
üç kez olmak üzere de "kedi ebeliği" yapma tecrübesine erişmiş biri olarak, artık her mırlamayı, her hareketi anlar vaziyete eriştim dediğim anda dahi beni şaşırtmayı becermişlerdir.

Son onbir yılımı sokaklardan zoraki evime misafir gelmiş, sonra da beni misafir kılmış bu türün iki "soysuzuyla" geçirdim. Biri onbir yaşını Haziran'da doldurmuş, nedeni veterinerlerce tüm tetkiklere rağmen anlaşılamayan körlüğe artık alışmış olan bey kedimiz Cupcup, diğeri de bu ay dolu dolu onbir senesini çeşitli kutlamalarla dolduran hanım kedimiz Alacakız.

Benim haylazlar vakit oldukça burada yer alacaklar, bol bol anlatacağım onları. Onbir yılın hikayesi tek yazıda biter mi, anlatılacak neler var neler !...
Cup'un kör olduktan sonra huysuzluklarını mı istersiniz, Alaca'nın geçen seneye kadar süren azgınlıklarını mı, ya da birlikte yaptıkları dünyalar güzeli üç bebenin akıbetini mi, ilave olunan iki "üvey evlat"ın maceralarını mı, gelecek hepsi sırayla, sadece biraz sabır lütfen!

Şimdilik kediler hususuna tatlı bir girişgah mahiyetinde bir iki kelam edeyim istedim.


Hayvanları koruma günü kafeslerde kutlandı!

Gazetelerde Kadıköy Meydanı’nda Hayvanları Koruma günü nedeniyle “Hayvanların katledilmesine” dikkat çekmek üzere “fantastik” bir defilenin yapılacağı duyurulmuştu. Marmara Güzel Sanatlar Fakültesi ile Kadıköy Belediyesi’nin ortaklaşa düzenleyeceği bu etkinliğe şaşırmış, sevinmiş, üstelik etkinliğin yer ve saatinin tam da işe gidişime denk gelmesinden ayrı bir keyif duymuştum.

Meydana doğru yol alırken uzaktan bir platform gözüme ilişti, etrafında kalabalık bir insan karmaşası dönüp duruyordu. Yaklaştıkça, önce aşırı bakımlı, küçük dağları da, bu meydandaki platformu da ben yarattım edalarında dolaşan ellili yaşlardaki hanımlar güruhu dikkatimi çekti. Aralarında belli ki birkaç ilkokuldan “toparlama” öğrenciler cıvıldaşıyordu sıra halinde. Arada kameralar zoom yapıyor, çekecek ilginç bir şeylerin arayışında geziniyordu.

Sonra beni şok eden, dumura uğratan ve bir anda öfkeden deliye çeviren manzara ile karşılaştım: platformun üç yanına kafesler yerleştirilmiş, o korkunç gürültü çıkaracak kolonların yakınında olmalarına da aldırış edilmeksizin içine yavru köpekler yerleştirilmişti!

Önce gözlerime inanamadım, yaklaşıp kafeslerin içine baktım, evet yanılmıyordum, daracık yerde, belli ki kalabalıktan ve ekimin son güneşli günlerin sıcağından da bunalmış yavru köpekler vardı. Böyle bir görüntünün bir sirkte bile yer almayacağını düşünürken, hayvanları koruma gününde buna şahit olmak?!!!
Evet minik köpeklerimiz kendi günlerinde olağanüstü bir sevecenlikle “korunuyordu”!!!

Hemen yanında ise, bir su kaplumbağası platformun üzerine konularak, “hadi göster teyzelere, amcalara marifetini” dercesine eziyet ediliyordu.

Yukarıda betimlemiş olduğum kadınlardan bir kaçı hararetli bir şekilde konuşurken kulak kabarttım: biri sinirli el kol hareketleriyle bir köpeğin kötü durumda oluşunu anlatıyordu. Detayları duyamadım, bahsedilen köpek bir sokak köpeği miydi, onu da bilmiyorum. Zaten, kafeslere gösteri amaçlı hapsedilen köpeklerin akıbeti kimin umurunda? Önemli olan “günün anlam ve önemini” hiçe sayıp, kendi egolarını tatmin edecek bir etkinlikse, bu konuda başarılı olduklarını söylemeliyim…

Hayvanları Koruma Gününüz kutlu olsun!...