31 Aralık 2006 Pazar

ihmalden değil vakitsizlikten!

Buranın düzenli bir iki okuyucusu (vay be, artık hayranlarım bile var, heyyyt be! şimdi ben nasıl gaza gelir, ne yazılar döktürürüm yav!) burayı çok ihmal ettiğimden dem vurdu.

Öhöm, kem küm... tamam yav, yedi gün çalıştığım külliyen yalan, ev aradığım filan da yok, bunca zamandır "on dönüm bostan yan gel osman" vaziyetlerindeyim desem?

Yemediniz mi? Hmmm, ben bir ekmek almaya gideyim fırına, yolda daha yutturulur bir yalan gelirse aklıma yazarım madem...

Ben gelene kadar sakın ha koyun moyun kesmeyin, kurban adamayın, fena kızarım haaa, hepinizi cıss yaparım!
Ve bu gece de bir yılı devirdik diye de çok içip dağıtmayın, içip içip de sağa sola kusmayın, elaleme rezil rüsfa olmayın. Sonra gelip dağınıklığınızı toplamam, haberiniz olsun!

Nice bayramlara ve mutlu senelere!

not: yanda görüldüğü üzre size alternatif çözüm de sunuyorum. Kesmeyin yahu şu garibanları!

tdk ya da zurnaya iş düştüğü an...

Bir önceki yazıyı yazarken "apartma" kelimesini kontrol edeyim dedim, tdk'nin o eşşiz sözlüğüne dalıverdim ki, beni yılsonu sabahı pek bir güldürdü.
"apartma" kelimesini giriyorum, tamam açıklamasını getiriyor, eyvallah da, yine kendisiyle açıklıyor durumu...
Sözlüğü düzenleyen arkadaşları kutlamaktan başka çare kalmıyor bana da, ee kardeşim, bu sözcüğün synonymleri (eş anlamlıları, anlamdaşları vs) mi tükendi de, yine kendisiyle açıklayabildiniz ancak?
Bravo!!!

yak bi cigara

Vapur iskeleye yanaşırken aşağı iniyorum, dikiliyorum kalabalığın içine, hemen sağımda karayağız bir genç yakıyor sigarasını.
Duman da tabii soluğu benim suratımda alıyor! Nasıl da severim şu dumanın yüzüme çarpmasını!
Vapur yanaşırken de artık içmeyin be kardeşim şu mereti! 20 dakka boyunca armut mu topladın? diye içimden söylenerek yüzüme gelen dumanı savuruyorum elimle. Bir de görsün diye gereğinden fazla sallıyorum elimi.
Ama bir kaç defa daha sallamam gerekiyor ki, nihayet farkediyor. Sigarayı aşağı mı tutuyor, söndürüyor mu ilkin göremiyorum ama dumanı gelmiyor artık suratıma. Tabii mutlu mesut bir şekilde vapurun kıyıya yanşamasını beklemeye başlıyorum. Tam inerken de dönüp teşekkür ediyorum.

Bundan sonraki enstantane bir film karesinden tamamen apartma sanki: Adam yüzüme bile bakmadan başını "bir şey değil" manasında kısa bir süre için eğiyor.


Nasıl bir kültürün içinden geliyor ki, kadının yüzüne bile bakmaktan çekiniyor? Vay be! Hem de İstanbul'un orta yerinde...
Bakakalıyorum karayağızın ardından.

20 Aralık 2006 Çarşamba

pazar manzaraları

Pazar günü meydanda gösteri var. Bense uzaktan geçiyorum, bakıyorum ama bir türlü seçemiyorum göstericileri. Ancak sarılı kırmızılı bayraklar ilişiyor gözüme.

Polis barikatının hemen ardında dikilen bir polise soruyorum "Kim gösteri yapıyor?". Bir an düşünüyor, sonra pazar mahmurluğuyla cevap veriyor: "Bilmem".

Dönüşte başka bir sokağından geçiyorum meydana çıkan.
İki polis görüyorum pek "ben bilirim" pozlarında dikilmiş muhabbet ediyorlar. "Kim bu gösteri yapanlar" diye hemen soruyorum. Hiç düşünmeden berikinden cevap geliyor

- Şerefsizler
- Peki kim bu şerefsizler?
- Şerefsiz işte!
- Bilmiyorsunuz değil mi kim olduklarını?
- Biz onlara kısaca şerefsiz diyoruz

Polisimizin bu detaylı bilgisi beni derinden etkiliyor.
Asayiş kesinlikle yaptığı işin bilincinde olan ellere emanet.
Fakat diğer yandan beni de tek boş günümde dikseler sokağa, ben de dikilme sebebime böyle sıcak duygular beslerdim sanırım, ama "Bilmiyorum" diye cevap verir miydim?
İşte onu gerçekten bilmiyorummmm.


*******************************

Aynı sokaktan devam ediyorum, bir ayakkabı dükkanının önünden geçiyorum. Aniden bir "zoooorrrrrt" sesiyle irkiliyorum. Yok yahu, olabilir mi? Niye olmasın!
Biraz uzaklaşınca dönüp bakıyorum, sakallı yaşlıca ayakkabıcı amca dükkan önündeki tezgaha dizmiş olduğu pabuçların tozunu almaya devam ediyor, hiç bir şey olmamış gibi.

Yaşından başından utan be amca, böyle de laf atma olur mu?
Ama ne yalan diyeyim, çok yaratıcı bir laf atmaydı!

10 Aralık 2006 Pazar

dedeler ve torunları

Henüz bir yaşındayken ben, annem dedemi Alamanya'nın soğuk kasabasına getirmiş. Son boşandığı altıncı hatundan mı kaçmış yoksa annem mi yalnız kalmasın, bir yedinci cici anne peydah olmasın diye mi kapıp getirmiş bilmiyorum, ama iyi etmişler.

Çalışan anne babaların çokça yaptığı üzere bebeyi kendi anne/babalarına sepetlemiş bizmikiler de.
Bu durumda sepet havası aynı evin sınırları içinde olmuş elbet.

Hele dedemle beni evde
ilk yalnız bırakış hikayesini dinlemeye bayılırım annemden: "Su bezle çocuğun yüzünü, şunla poposunu sileceksin, şurada maması burada pudrası" tadında eminim beş yüzüncü kez tekrar ettiği bir izahat yapıp işe gitmiş.
Akşam geldiğinde sormuş dedeme, "Nasıl gitti?" diye. "Şahane" demiş dedem, "hiç sorun çıkmadı". Ama annem bir bakmış ki, gösterdiği hiç bir bez kullanılmamış. "E baba, neyle sildin çocuğun yüzünü kıçını?" "Te şuradaki bezle" demiş dedem. Gösterdiği bez de bulaşık bezi!

Tamam o zamandan belliydi benim boku yediğim, ama hiç yüksünmüyorum, yiyebileceğim en muhteşem insandan bunu yemek bir şanstı benim için.

Eski türkçe dışında latin alfabeyi hiç öğrenmemiş, almancayı da ancak çat pat sökmüş, son aşkı torunu olan bir yaşam sanatçısıydı dedem.

Oturduğumuz Altbau'un çatı katında bulduğum kalın kitapları tutuştururdum eline bana okusun diye, o da hiç kimseden işitmediğim masalları "okurdu" saatlerce. Çok sonraları, okulu, okumayı söküp eşşek kadar olunca, bu kitapların Gotik harfleri ve eski almancayla
yazılmış olduklarını fark etmiştim.

Annem dövdüğünde benle ağlar, gelin gittiğimde bulaşığımı yıkamak için benle gideceğini söylerdi.

Alışverişe çıktığımızda isteklerimi dile getirme ihtiyacı bile duymazdım, gözümden okurdu. Bakmam yetiyordu çoğu zaman, gücü yetiyorsa asla esirgemezdi.

Omuzlarından inmezdim hiç, hele bir de kafa tokuşturmalarımız vardı ki (ilk zihinsel hasarı ne zaman aldığımın farkındayım), nasıl ağrımazdı başı, bilmem.

Yaz kış asla çıkarmadığı bir fötr şapkası, eski tip bir yeleği olurdu, yazın arkası astarlı olan, kışın yünlüsü.
Hele ki o uzun paçalı donları hiç gitmez gözümün önünden. Bir de masmavi gökyüzünü sığdırdığı güleç gözleri, sigaradan sararmış beyaz bıyığı ve koca bir dünyanın insanlarını içine alabilen kocaman bir yüreği vardı.

Türkiye'ye dönmek dahi onu çalışma azminden kurtaramamıştı. Yerleştiğimiz küçük kasabanın sahilinde boy ölçen bir tartısı ve bilumum kıvır zıvır sattığı bir tezgahın başında üçüncü kalp krizini geçirip vakitsiz kaçıverdi bir Nisan sabahı.
Belki de ilk kez gitmiş olduğu doktorun ona çalışmayı yasaklamasını kabul edememiş, annemden gizli saklı sabah erkenden işe kaçmıştı o sabah da.

Onaltı yaşımdaydım. Ergenliğin buhranlarından başımı kaldırıp hayatıma bu denli etki ettiğini fark edemeyeceğim bir dönemde. Hani bir kaç sene daha yaşasa, bana yedirmiş olduğu bokun ne kadar zihnimi açtığını ona söyleyebilsem, ayaklarını öpebilseydim.

Kişiyi, olduğu benliğe kavuşturan bir insanı yitirmenin ne demek olduğunu bilmenin ağırlığı var.

Dedemin öldüğü yaşı bir yaş geçmiş ve geçen sene ölümden dönmüş felçli bir babanın hastalığı nüksettiği günler geçiriyorum.

Olacakların önüne geçilmez, yaşam her koşulda devam ediyor...
Ama üzüldüğünde senle ağlayabilen bir insanı daha yitirme ihtimali... işte o ihtimali hiç sevemedim...

Piyale Madra ve köy tutkusu


Madra'nın "Piknik"ine biterdim. Cumhuriyet okuruyken küçük zevklerimden biri minik kediyle benimle adaş kahramanın neler karıştırdığını öğrenmekti. Radikal'de "ademler ve havvalar" serisine başladığında da sevinmiştim o yüzden.

Ama Madra son üç günde yaratıcılıkta minik bir sancı
çekiyor olsa gerek ki, aynı konuyu evirip çevirip baştan ele almış.
İki kadın, ki aynı kadınlar felsefenin derinliklerinde seyir eden bir sohbetin içindedirler...

Evet anladık köy insanı pek mutlu, bebelerini büyütür, dalyan gibi pos bıyıklı kocasıyla halvet olur vs vs, ama bunu bize üç gündür üstüste tekrarlamanın manası ne?

Anlamayan Radikal okurları için bir kez daha söylüyor Madra: Bırakın okuduğunuz kitapları, mesleğinizi, bilginizi, aydınmışlığınızı, gidin köye, onbeş adet bebe doğurun, sırtınızda son bebeniz sütten kesilmeden tarlada çapa yapın, yorgunluktan iflahınız kesilmiş bir şekilde akşam da o onbeş bebenin karnını doyurun ve üzerine de bütün gün kahvede yayılmış, okey oynamış dalyan gibi pos bıyıklı herifinizden sopayı yiyin. Sonra da mutlu mutlu ekonomik bağımsızlığıını kazanmış koca kahrı çekmek zorunda olmayan şeherli kadın hayalleri kurun...

9 Aralık 2006 Cumartesi

Kaset alana bir de "yabancı cd" hediye

Kadıköy'ün bilinen kitap ve bilumum kıvır zıvır satan dükkanlarından birindeyim. Satış danışmanından boş kaset rica ediyorum.
Elemanın sorduğu soru: Yabancı cd mi?

Boş kaset ile yabancı cd arasında bir bağlantı kuramadığımdan olsa gerek, bir an için hamama girmiş kutup ayısı gibi bakıyorum.

Sonra tam dilimin ucuna kadar geliyor "Yok çocuğum üç rulo tuvalet kağıdı da iş görür. Nasılsa birazdan şuracığa yapıp çıkacağım" diye. Ve hemen ardından dilimi ısırıyorum ki, münasebetsiz cümle fırlamasın, kelimeye dönüşmesin, düşüncede kalsın diye, ama yüzümü ısıramadığımdan olsa gerek,
eleman suratıma bir bakıyor, cümleyi alenen orada okuyor ve "O bölüme Muhsin bey bakıyor" diyerek kaçıyor yanımdan.

Bana da tabii, nerede olduğu belli olmayan şahsı "Muhsin beeeeey" diye yırtınmak suretiyle aranmak kalıyor...

8 Aralık 2006 Cuma

benim eşşşek öğrenciler

dersten çıktım, telefon etmeye çalışıyorum ama nafile, telefonumun sanki hattı kapanmış, mümkün değil arayamıyorum. herhalde hattımda bir arıza var diyerek vazgeçtim.
ilk fırsatta turkcell'i aradım. hattımda bir sorun yok.

tuttum bir telefoncunun yolunu.
cihazda sorun var dedi bir iki kontrolden sonra. sonra adam uyandı, siz şu, aramaları kilitleme şifrelerini girdiniz mi?

"yooo" diyebildim, ama diğer yandan da jetonum yuvarlandı...
ders esnasında telefonu direkt masaya bırakırım, zira saat niyetine kullanıyorum. yoksa... yok yahu, benim öğrenciler yapar mı?

yapar mı yapar! eve geldim, hemen o çağrı kısıtlamalarının iptal şifrelerini girdim: telefon çalıştı!

ulen helal olsun, ben derste sıraların arasında gezinirken, bir bababiyiğt çıkıp, benim cebi kaşla göz arasında kilitlemiş!

hani suçluyu bulsam, kızmaktan ziyade, alnından öpeceğim cesareti için!
az uğraştırmadı beni akşam akşam şerefsiz!!!
hahaha

babanı kaybettik!

eve dönüyorum, annem arıyor "babanı kaybettik". birden elim ayağım boşanıyor, yolda kalakalıyorum, nasıl yani, babam kayıp? nereye kaybettiniz? ölüm????

ağzımdan bir tek "nasıl anne?" çıkıyor. nefesim tıkanıyor, başım dönüyor, bulduğum ilk taşa oturuyorum.

annem açıklıyor: meğer yolda yürürken kaybetmişler birbirini...

eh be anne, bunun için başka şehirde yaşayan kızını mı arıyorsun?

bizimkiler hakikaten bir alem. yolda yürürken annem babamı yolda kaybediyor, nasıl başarıyorsa bunu!
üstelik bulunması için başka bir şehirde yaşayan kızını arıyor...
eh ben daha ne diyeyim...

bu yılki en yüreğe bindirmece telefon görüşmesi ödülünü sen kazandın anneciğim!

7 Aralık 2006 Perşembe

Komşu komşu huuuu!

Bilumum evlerde oturdum, hele öğrencilik zamanı, silahlı çatışmaların olduğu, polislerin yan evlere baskın yaptığı bir semtte de yaşadım. Hadi onlar cidden sıra dışıydı, ya da serde gençlik vardı, heyecanın dozu ancak yüksek olunca kesiyordu.

Fekat bu son yaşadığım apartman tansiyonumu zıplatacak. Ya da, itiraf etmek hiç işime gelmiyor ama: ben yaşlandım! Zira en alt katta oturan bir aile var. İki yetişkin oğul, bir şişmanca kadın ve de fıdıl kocadan oluşan mutlu mesut yurdum ailesi kıvamında -siz öyle sanın! Çünkü haftada bir kavga oluyor ki ne siz sorun, ne ben söyleyeyim.

Söylemeyeceksem ne diye sözünü açtım, söyleyeceğim elbette: bu aile evlere şenlik! Ya yetişikin ama işsiz güçsüz oğullardan biri feryat figan bağırıyor ya da anneleri, ya da o fıdıl babaları. Bir de annenin o kavgalardan sonra acılı acılı arabesk bir parça tutturuşu var ki, hani kapılarına gidip, "abla be, n'olur siz şu kavgaya devam edin" diyesim geliyor.

Üstelik aramızda tam tamına iki kat var, onlar girişte oturuyor, bense 3.katta. Düşünün artık nasıl bir volümle kavga ediliyor. Hiç bir şeye değil, onların hemen üstünde oturan yaşlıca teyzeye acıyorum. Kadın nasıl gitmiyor, her defasında kaplten, şaşıyorum (Lafa bak şimdi, sanki geri gelecek de, her defasında gidecek.. yaw gitti mi nasıl geri gelsin! Hay senin türkçene be blogçu! - evet, nolmuş kendi kendime konuşuyorum, bu apartmanda şaşılası bir şey mi bu?).

Dün akşam bağıranın baba olduğunu tahmin ettim. Oğlanların sesine benzemiyordu (sanırım onların periyotları daha sık olmakta). Adam öyle bir bağırıyordu ki, canhıraş; arada da bir gümbürtüler geliyordu, sanırım eşyalar fırlatılıyordu sağa sola, ya da hazır enerji gelmişken evi yeniden dekore ediyorlardı... Belki de benim bağırtı sandığım değişik bir yöreye ait bağırmalı türküydü?!
Lakin ben diğer olasılığı göz ardı etmediğimden "eyvah birisinin cenazesi çıkacak!" diye ürktüm. Hatta elimde telefon, dolandım durdum evin içinde.
Polisi aramak bir vatandaşlık görevi mi, yoksa canının sıkılmışlığından üstüne vazife olmayanlara dalan meraklı komşu pozisyonu mu olur kestiremediğimden arayamadım.

Olası cenazeye katılmak birden daha kolay göründü gözüme nedense.
Olayı haber yapan gazetelere de sanırım "valla çok sakin bir aileydi, çok şaşırdık" tadında demeçler verirdik apartman ahalisi olarak.

Yarım saat süren gümbürtü ve bağırtılardan sonra ortalık süt liman oldu. Baktım polis arabası da dayanmadı kapıya, bir oh çektim.

Fakat bu sabah, dobiş anne, dün akşamdan gazını alamamış olacak ki, başladı bağırtıya. Ama kısa sürdü. Yani tam pencere ardına soteye yatmış, konuyu ayırt etmeye başlayacaktım ki, sus pus oldu ortalık.

Yanlış anlamayın, meraklı olduğumdan değil, cesaret edip polisi çağırdığımda daha iyi detay verebilmek benim uğraşım. İnanın başka sebebim yok!

6 Aralık 2006 Çarşamba

yine yeniden cupum canım benim

Bu akşam coştum, farkındayım. Ama bir yazmaya başladım açıldım, hayatım değişti (iyi bir giriş cümlesi olurdu bir romana, eheuehue).

Cup o koca cüssesiyle yerleşti kucağıma. Bir yandan onu dengelemeye, diğer yandan yazmaya çalışıyorum. Herif kocaman, sığmıyor ki! Ama işte ben onun minik hallerini de hatırlıyorum. ah ah pek bir nostaljik oldum, hemen kağıda, yani bloguma
(o kadar da nostaljik olmadım anlaşılan) dökeyim dedim, yoksa onun kucağıma gelme ısrarından değil.

Bir yaz günüydü, Haziran'ın 30'uydu (hey gidi hey, bugün gibi hatırlıyorum...) hava sıcak, bakkaldan geliyorum, bir baktım komşu veletleri toplaşmış bir şeye bakıyorlar. Merakla yanlarına gittim, ne göreyim! Minnacık beyaz bir kedi, gözleri kapalı, yerde sürünüyor, bizim cani veletler etrafını sarmış, sopayla dürtüklüyor!
- Nerede bunun annesi, nereden buludunuz bunu?

- Yok annesi, biz bakacağız.
- Bakamazsınız, annesi olmazsa yaşamaz bu bebecik.

Baktım olacak gibi değil, bunların eline bıraksam, ertesi günü çıkaramaz. Aldım mecburen. Bizim arka bahçeye koydum. Etrafı çitle çevrili, en azından komşu veletlerin zulmünden uzakta olur dedim.
Beklemeye koyuldum. Belki annesi duyar da gelir diye (o minik kedilerin neresinden çıkıyor onca ses bilmem ama o miyavlamalar hala kulağımda).

Tabii ne gelen oldu ne giden. Bizim ufaklık da ağlayıp da durdu. Bütün bir gün, bütün bir gece bekledim. Dokunmak da istemiyordum, kokum siner, annesi geri almaz diye.
Eve de almak istemedim, çünkü bir kaç sene evvelinden böyle gözleri açılmamış bebeleri bulmuş, ama iki hafta ancak yaşatabilmiştim.

Ertesi gün dayanamadım. Ulen bıraksam, acından öleceksin, bari iki hafta yaşarsın. Umut dünyası işte...

İlk ay beberon büyük geldi, damlalıkla besledim. Bir de bu encikler kendi başlarına işeyemez, anneleri yalar bunların çişini kakasını (bence cennet asıl bu kedi köpek annelerinin ayağı dibinde... ıyyyk). Neyse, yalayacak halimiz yok elbet, dil işlevi görecek nemli pamuklarla hallettik o işi. Günde beş defa! Anlayağınız günde beş defa mama servisi, beş defa çiş kaka sersvisi verdik. Neyse ki insan yavrusu değil de bir ayda çişini, kakasını yapmayı öğrendi. Ama damlalık olayı biberona terfi etti. Ve inanmayacaksınız belki ama, bu herif bir buçuk yaşına kadar biberondan süt içti!

Evet ya, aynen bebek gibi. Kucağıma yatırıp dayıyordum biberonu ağzına. Cupcup içiyordu (eveeeeet sizi gidi zeki şeyler, şimdi isminin nereden geldiğini anladınız işte!). Patilerini dayıyordu şişeye, cup cup yallah!
Bazen uyuya kalıyordu, usulca çekiyordum biberonu ağzından, bizimki hemen uyanıp cupcuplamaya devam ediyordu.


Şimdi kocaman eşek oldu. Tam tamına onbirbuçuk yaşında kerata.
Hey gidi hey be! iki haftayı çıkarsın derken, kaç yılı birlikte devirmişiz...

"Tamam Cup, bak yazdım işte, bacağım ağrıdı, hadi kalk da bir kahve keyfi yapayım ben de!"

yollarda ittirmece kaktırmaca

İstanbul'da yaşamak yetenek gerektiriyor çoğu zaman. İki defa gaspa (hani şu silahlı olanından) uğramış ve bıçağı bir tarafına yememiş şanslı biri olarak konuşuyorum karşınızda.
Yani bırakın silahlı soyguna uğramayı (ki itiraf ediyorum bir hayli beceriksiz bir "soyulan"ım - belki bir gün anlatırım, ama önce komik taraflarını bulmam lazım o iki hadisenin-) yolda yürümek bile zor şu yedi tepikli zulüm kentinde (yok yok kaçtığı için kızmıyorum zaten sevgilime, ama gittiği şehir daha matah bir yer olsa bari...).

Üstelik İstiklal Caddesi gibi kalabalık bir yer de olması gerekmiyor tepiklenmek için.
Koca meydan var, adam ille de üzerinize gelecek, sığmıyor ki yere göğe, o napsın! Hani sanki şehirde değil de, dağda bayırda geziniyor. Başka insan mı var da yol vereyim tadında...

Yoksa "hodri meydan, bakalım kim kaçacak kenara" oyunu mu oynuyoruz da acaba benim haberim yok?

Bazı günler kibar ve medeni insan görüntüsünde çekiliyorum herkesin önünden kenara, bazı zaman üstüme geldiklerinde, duruyorum yol ortasında, çarpacak mı acep diye de beklemeye başlıyorum. Ama bazen de tepem atıyor, dikleştiriyorum omuzumu (nasılsa karşımdakinin yol vermeye niyeti yok) bir güzel geçiriyorum, bir de geri dönüp, önünüze baksanıza kardeşim diye fırça atıyorum.

Ama işin en ilginç yanı, insanlar bunu kanıksamış durumda. Medeni insan günlerimde, kazara çarptıklarımdan hemen özür diliyorum, adamın ruhu duymuyor. Dönüp bakmıyor bile. Ya çarptığımı algılamıyor ya da alışmış. Kimse çarpmayınca yadırgıyordur belki de.

Bir de azınlıkta olmalarına karşın çok da sinir bozucu tiplemeler var, hani çarpıp da özür dilediğinizde, "önüne baksana öküz" diyenleri! Tamam kelimesi kelimesine bu olması gerekmiyor, ama zaten özür dilemiş karşındaki, ne uzatıyorsun kardeşim?
Yahut ben mi çok yufka yürekliyim de özür dilediklerinde hemen yelkenlerim suya iniveriyor?

Her ne ise, bol çarpmalı, tepikli günler dilerim...

üniversite değil ki, dingo'nun ahırı...

Zamane öğrenci veledi bir alem. Bunlar "aşmış" anacım. Öyle böyle değil. Nasıl rahatlar anlatamam. Dilleri pabuç gibi. Yani anlayacağınız hababam sınıfının hık demiş, burnundan düşmüşler. Çoğu zaman da ilk okul öğrencileri gibi davranıyorlar.

Mesela bir tanesi var, nasıl zeki bir çocuk, ama boyna cırcır ötüyor derste. Tamam, çok da akıllıca sorular yöneltiyor, içimden ne güzel sordun, diğerleri uyuyordu şeklinde iltifat da ediyorum, ama bir o kadar da ipe sapa gelmez laflar ediyor. Bir defa olsun konuşma be çocuk diyorum. "Ama hocam ben konuşmuyorum ki" diye cevap veriyor.
Geçen gün de, "Bakın bütün ders konuşmadım, bana artık ekstra bir not verirsiniz değil mi?" diye soruyor...

Bugün bir diğerini dışarı gönderdim. Ota boka kikir kikir, yaw ne var diyorum, cevap "kikir kikir". Git sakinleş, öyle gel dedim sonunda. Adam bir de mp3 playerini aldı yanına. Giderken de "10 dakka sonra buradayım" diye haber veriyor. 10 dakka sonra sakinleşecekmiş. Saat ayarlı sakinlik. Fesüphanallah...

Hele bir tanesi var ki, daha dönem bitmemiş "hani artı puanlar verecektiniz, daha hiç bir şey görmedik" diyor. Yahu kızım, notlar teslim mi edildi de bir şey görmediniz?

Ya da öğrencinin biri "i" harfini yanlış telaffuz ediyor, uyardığımda da "aaa" diye şaşırıyor. Başlıyor arka sıralardan biri hemen "ia ia ia" ve alıyor tabii ceza ödevini.

Dün de biri, "hep oyun getirdim diyorsunuz, ama oynatmıyorsunuz, yalan söylüyorsunuz" dedi. Yuh be dedim, kalkıp hocama "yalan söylüyorsunuz" diyeceğim, görülmüş şey mi, şu rahatlığa bak!
Çıkardım oyun kartlarını tuttum burnuna, utanır belki diye.. ama neredeeee!
(Evet, o koca eşeklere oyun oynatıyorum. bir ders oyun olmayınca da, hocam yaaa ne zamandır oyun oynamadık diye söyleniyorlar!)
Hatta durumu abartıp, "o pembeli mavili kartçıklar oyun mu hocam?" diye sorup ardından, "bize oynatmıyorsunuz, başka sınıfa oynatacaksınız değil mi, hıh istemiyoruz oyun moyun" diye kapris bile yapabiliyorlar...

Bakmayın laf ediyorum, söyleniyorum ama seviyorum da ben de öğretmeyi de öğrencilerimi de.
Öğreten insan ve öğrencileri tadında yaşamak başak burcu evladı olarak yapılacak en iyi şeylerden biri diye düşünüyorum (bu arada çaktırmadan da burcumu da sıkıştırdım araya, hani eylül ayı hediye filan göndermek isteyen çıkar ümidiyle, ehehe).

her bir nane itinayla yazılır

Bugün keyfim yok. Yapacak işim de yok. Bir de konu mu bulacağım şimdi? Vallahi bulamadım işte, ottan böcekten dem vuramayacağım, kusura bakmayın!
Kaldı ki zaten ipe sapa gelmez mevzularda söz sarfiyatı yapıyorum, hani konu bulsam ne fark edecek?

Ee siz de ne bulsanız okuyan kitle olmayın kardeşim, şimdi ne diye okuyorsunuz bunu?
Ama böyledir işte insanoğlu, hep yapma denileni yaparız. Kurallar da zaten ihlal edilmek için vardır...

Aklıma Manuel Puig'in (hani şu ünlü "örümcek kadının öpücüğü" adlı eserin yazarıdır kendisi) "Bu sayfaları okuyana sonsuz lânet" adlı kitabı geldi bunları yazarken. Kitabı görür görmez almıştım. Eh benim de kanımda var demek. Nerede bokluk oraya konduk şeklinde. Ve sanırım laneti tutmuş olmalı ki, o zamandan beri burnumu çıkaramadım boktan...

3 Aralık 2006 Pazar

Nazım Hikmet Kültür Merkezi ya da ukalalığın cirit attığı mekan...

Caz programlarına göz atayım dedim. Web sitelerine girdim, ama programın açılmasıyla karınca duası boyutuna küçülmesi bir oldu. Ben de sitenin başka sayfasından bulmuş olduğum telefon numarasını aradım. Ve karşıma dillere destan bir zat-ı muhterem çıktı.
O muhteşem görevli ile aramızda geçen sevgi dolu konuşmanın üç aşağı beş yukarı şeklini, yemedim içmedim, sizler için kağıda döktüm:

- İyi günler, web sayfanızdan caz progamına bakmak istedim, ama öyle küçük açılıyor ki sayfa, okunması olası değil.
- Öyle bir şeyin olması mümkün değil.
- Evet ben de onu diyorum, okunmuyor.
- Hayır, küçük açılması mümkün değil.
- Evet hakkınız var, ben de sırf can sıkıntısından sizi aramıştım.
- Canınız sıkılıyorsa niye aradınız?
- Ukala bir iki insanla hasbıhal edeyim, içim açılsın istedim, sanırım doğru adresteyim. Nazım Hikmet Kültür Merkezi olarak kutlamalıyım sizi, bu ne müthiş bir karşılama.
- Asıl siz ukalasınız.
- Aa yok canım, iltifat ediyorsunuz; o sizin ukalalığınız. Hem sizin adınız nedir?
- Ne yapacaksınız adımı?
- Hani bir kez daha ihtiyaç duyarsam ukala birine, direkt sizi bulayım diye. Yoksa yok mu adınız?
- Var da, size niye vereyim?
- Ooo varmış demek, allah analı babalı büyütsün. Neyse vermeyin sakın, kalmaz sonra size.
- Bu ne terbiyesizlik!
- Tabii tabii siz ismini söyleyemeyecek kadar yüreksiz olun, sonra terbiyesiz olan ben olayım. Yok öyle yağma!
çat
çat...

Karşılıklı telefon ahizelerini kırmaya ramak kala yerine çarptık sanırım. Hani keşke görüntülü telefonumuz olsaydı diyorum, daha bir keyifli olurdu, "hor görülmüş fakir delikanlı" bakışları fırlatırdık birbirimize....