Henüz bir yaşındayken ben, annem dedemi Alamanya'nın soğuk kasabasına getirmiş. Son boşandığı altıncı hatundan mı kaçmış yoksa annem mi yalnız kalmasın, bir yedinci cici anne peydah olmasın diye mi kapıp getirmiş bilmiyorum, ama iyi etmişler.
Çalışan anne babaların çokça yaptığı üzere bebeyi kendi anne/babalarına sepetlemiş bizmikiler de.
Bu durumda sepet havası aynı evin sınırları içinde olmuş elbet.
Hele dedemle beni evde ilk yalnız bırakış hikayesini dinlemeye bayılırım annemden: "Su bezle çocuğun yüzünü, şunla poposunu sileceksin, şurada maması burada pudrası" tadında eminim beş yüzüncü kez tekrar ettiği bir izahat yapıp işe gitmiş.
Akşam geldiğinde sormuş dedeme, "Nasıl gitti?" diye. "Şahane" demiş dedem, "hiç sorun çıkmadı". Ama annem bir bakmış ki, gösterdiği hiç bir bez kullanılmamış. "E baba, neyle sildin çocuğun yüzünü kıçını?" "Te şuradaki bezle" demiş dedem. Gösterdiği bez de bulaşık bezi!
Tamam o zamandan belliydi benim boku yediğim, ama hiç yüksünmüyorum, yiyebileceğim en muhteşem insandan bunu yemek bir şanstı benim için.
Eski türkçe dışında latin alfabeyi hiç öğrenmemiş, almancayı da ancak çat pat sökmüş, son aşkı torunu olan bir yaşam sanatçısıydı dedem.
Oturduğumuz Altbau'un çatı katında bulduğum kalın kitapları tutuştururdum eline bana okusun diye, o da hiç kimseden işitmediğim masalları "okurdu" saatlerce. Çok sonraları, okulu, okumayı söküp eşşek kadar olunca, bu kitapların Gotik harfleri ve eski almancayla yazılmış olduklarını fark etmiştim.
Çalışan anne babaların çokça yaptığı üzere bebeyi kendi anne/babalarına sepetlemiş bizmikiler de.
Bu durumda sepet havası aynı evin sınırları içinde olmuş elbet.
Hele dedemle beni evde ilk yalnız bırakış hikayesini dinlemeye bayılırım annemden: "Su bezle çocuğun yüzünü, şunla poposunu sileceksin, şurada maması burada pudrası" tadında eminim beş yüzüncü kez tekrar ettiği bir izahat yapıp işe gitmiş.
Akşam geldiğinde sormuş dedeme, "Nasıl gitti?" diye. "Şahane" demiş dedem, "hiç sorun çıkmadı". Ama annem bir bakmış ki, gösterdiği hiç bir bez kullanılmamış. "E baba, neyle sildin çocuğun yüzünü kıçını?" "Te şuradaki bezle" demiş dedem. Gösterdiği bez de bulaşık bezi!
Tamam o zamandan belliydi benim boku yediğim, ama hiç yüksünmüyorum, yiyebileceğim en muhteşem insandan bunu yemek bir şanstı benim için.
Eski türkçe dışında latin alfabeyi hiç öğrenmemiş, almancayı da ancak çat pat sökmüş, son aşkı torunu olan bir yaşam sanatçısıydı dedem.
Oturduğumuz Altbau'un çatı katında bulduğum kalın kitapları tutuştururdum eline bana okusun diye, o da hiç kimseden işitmediğim masalları "okurdu" saatlerce. Çok sonraları, okulu, okumayı söküp eşşek kadar olunca, bu kitapların Gotik harfleri ve eski almancayla yazılmış olduklarını fark etmiştim.
Annem dövdüğünde benle ağlar, gelin gittiğimde bulaşığımı yıkamak için benle gideceğini söylerdi.
Alışverişe çıktığımızda isteklerimi dile getirme ihtiyacı bile duymazdım, gözümden okurdu. Bakmam yetiyordu çoğu zaman, gücü yetiyorsa asla esirgemezdi.
Omuzlarından inmezdim hiç, hele bir de kafa tokuşturmalarımız vardı ki (ilk zihinsel hasarı ne zaman aldığımın farkındayım), nasıl ağrımazdı başı, bilmem.
Yaz kış asla çıkarmadığı bir fötr şapkası, eski tip bir yeleği olurdu, yazın arkası astarlı olan, kışın yünlüsü.
Hele ki o uzun paçalı donları hiç gitmez gözümün önünden. Bir de masmavi gökyüzünü sığdırdığı güleç gözleri, sigaradan sararmış beyaz bıyığı ve koca bir dünyanın insanlarını içine alabilen kocaman bir yüreği vardı.
Türkiye'ye dönmek dahi onu çalışma azminden kurtaramamıştı. Yerleştiğimiz küçük kasabanın sahilinde boy ölçen bir tartısı ve bilumum kıvır zıvır sattığı bir tezgahın başında üçüncü kalp krizini geçirip vakitsiz kaçıverdi bir Nisan sabahı.
Belki de ilk kez gitmiş olduğu doktorun ona çalışmayı yasaklamasını kabul edememiş, annemden gizli saklı sabah erkenden işe kaçmıştı o sabah da.
Onaltı yaşımdaydım. Ergenliğin buhranlarından başımı kaldırıp hayatıma bu denli etki ettiğini fark edemeyeceğim bir dönemde. Hani bir kaç sene daha yaşasa, bana yedirmiş olduğu bokun ne kadar zihnimi açtığını ona söyleyebilsem, ayaklarını öpebilseydim.
Kişiyi, olduğu benliğe kavuşturan bir insanı yitirmenin ne demek olduğunu bilmenin ağırlığı var.
Dedemin öldüğü yaşı bir yaş geçmiş ve geçen sene ölümden dönmüş felçli bir babanın hastalığı nüksettiği günler geçiriyorum.
Olacakların önüne geçilmez, yaşam her koşulda devam ediyor...
Ama üzüldüğünde senle ağlayabilen bir insanı daha yitirme ihtimali... işte o ihtimali hiç sevemedim...
3 yorum:
Kim severki? Kaybetme ihtimalini kim isterki. Bak, belki benim dedem de belki böyle birisiydi. Tabi bir ihtimal diyorum. Belki, O'da ben istemeden alır elime verirdi. Bir ihtimal diyorum anlıyor musun?
Hüzünlenerek okudum. Kalemin daha güçlüydü. Sanki boyumu ölçen adam dı şu Dede'n. Daha 40 kilo falandım o vakit. 1,50 mi ne boydaydım. Kocaman olmuşsun sen dedi.
Yaşam kaybetmekmiş. Eline sağlık
yok yok dediğimde çok haklıyım...anladım ki sen işi deliliğe vuruyorsun...genellikle çok duygusal ve hüzünlü insanlar öyle yapar....ama be güzel arkadaşım benim gibi gözlerinde debisi çok yüksek akarsular taşıyan insana da mutlaka bunuda oku denir mi sabah sabah...neyse ne yazık ki yaşamın içinde bu ihtimalleri hep yaşayacağız ve yaşadık zaten...eline yüreğine sağlık içimden geçip dökemediğim cümleleri benim yerimede dile getirmişsin...
babana geçmiş olsun, güzel yazmışsın eline sağlık
Yorum Gönder