29 Haziran 2012 Cuma

müdahil

sevgili okuyucum, sen de benim gibi dünyanın dengesine çomak sokanlardan mısın? öylesin belli ki; olmasan amaaaan bu ne yahu der, bu yazıyı okumaya devam etmezdin her akıllı insan evladı gibi. ama baksana şu gözlere, fıldır fıldır! maşallah, sen misin çomak sokmayan der gibi bakıyorlar! bayılıyoruz bu işi yapmaya. alışmışız kendi evrenimizin tanrısı olmaya, hababam müdahale etmek zorundayız. ya da en azından mecbur hissediyoruz. bugün çok mü sıcak, hemen yağmur yağdırmalıyız, aman ha buğdaylarımız kuruyuverir. iş yerinde istediğiniz rapor hemen gelmiyor mu, hemen kendiniz hazırlıyorsunuz. eşiniz çöpü mü çıkarmadı. hooop çıkarıyorsunuz homurdana homurdana.
bir de bakmışız ki, gece yatağa mışıldamaya bile gidemeden kanepede uyuya kalmışız yorgunluktan. hele ki yıllarca bu ritmle devam edip tanrı gibi her yere yetişip, kullarımızın yüzüne gözüne bulaştırdığı her naneyi düzeltip, onların üzerinden yükü aldığımızda, ya da her beğenmediğimiz şeyi değiştirmeye çabaladıkça işler nedense iyicene sarp sarıyor. ya da başka bir deyişle, bok yemekle kalıyoruz. bazen olayların gidişatına ne kadar çabalarsak çabalayalım, müdahale edemediğimiz oluyor. olsun! ne zararı var? her şey zaten biz istediğimiz şekilde gelişseydi, amma da berbat bir yaşam sürerdik. düşünsenize, hayallerimiz, kavuşmak istediğimiz hedeflerimiz kalır mıydı bu durumda?
tamam, şimdi cümle alem kaderci olalım demiyorum. oh, yan geleyim yatayım da dünyanın dengesine çomak sokmayayım demeyin hemen. sadece bunun bir orta yolunu bulun diyorum. biz müdahale etmezsek dünya yıkılacak diye bir mevzu yok nasılsa. üstelik, ne kadar müdahale edersek de edelim, zorla güzellik olmuyor işte bazen. 
güzel güzel diyorum da terzi bakalım kendi söküğünü dikebiliyor mu! kalkmış size bir güzel ahkam kesiyorum da, ben ne yapıyorum? kendi minik evrenimin ağzına ediyorum yıllardır. yok yok, ben bugün biraz daha minik adımlar atmaya başlayacağıma söz veriyorum. mesela bu yazımı okuması için bugün kimseyi tehdit etmeyeceğim, rüşvet teklif etmeyeceğim. okursanız okuyun ayol, ben yazdım ya. okuyan olursa da sevindirik bir suratla gezeceğim.

20 Haziran 2012 Çarşamba

ruh ikizi

ruh ikizi tadındaki nane hiç var oldu mu, belli değil ya, ama gelin, bu aralar aşk ve türevlerine takmış bendenize accık daha katlanın bu meyanda. neyin nesi de cümle alem bundan bahsediyor da kimse bulamıyor diye kafa yorarken, hazreti gugıl'a sordum. maalesef türkce veriler pek bir yere götürmedi, viki bile işi spritüalizmle sınırlı bırakmış, oysa ki ben daha çok mitolojik boyutunu merak ediyordum (bilenler bilir, pek düşkünümdür mitolojiye). nitekim alaman viki ruh ikizi mevzusunda "küre insan" diye çevirebileceğimiz bir varlıktan söz eder. platon symposion'da bahseder bu küre insanlardan. bu mitosa göre insalar aslında iki ya da üç yüze, dört ayak, dört ele sahip varlıklarmış. tamamen eril özelliklere sahip olanlar güneşden, dişil olanları dünyadan, hem dişil hem de eril, yani androjen olanları da aydan geliyormuş. yalnız öylesine güçlü hareket edebiliyormuşlar ki, kendilerini tabii ki hemen tanrılar katında görmeye başlamışlar ve hızla tanrılar katına tırmanışa geçerek savaşmak üzere yola koyulmuşlar, tabii ki zeus'un elleri armut toplamıyordur, tanrılar konseyiyle fikir teyattisinde bulunmuş. tanrılar insan kulundan gelen adakları gayet faydalı bulduğundan ve kendisinden genelde memnun olduğu için yok etmek istememiş ve gelin şunları zayıflatalım demişler. ama bunu bilmem ne doktorunun diyetiyle ya da liposuction yöntemiyle değil, direkt fifti fifti bölmek suretiyle yapmışlar. tabii yarıya bölünün insancıklar dayananmamıs yarım ekmek köfte hallerine, sarılıp kalmışlar birbirine. kimisi de karalar bağlayıp ölmeye başlamış. zaten bölme görevini ifa eden apollon amcam da dingilliginden midir nedir, kalmış pipileri kukuları arkaya koymuş. ikiye ayırdığı bedenleri de göbek deliğinden bağlayıp kapatmış. yani göbek deliğimiz aslında bu hadisenin imaresiymiş! anlayacağınız apolloncuk bize tatlı bir hatıra bırakmış. pek düşünceli olduğundan değil tabii, safi hinliğinden. neyse, tanrılar da bakmışlar sapır sapır dökülüyor kulları, adaklar azalacak korkusuyla bir çözüm bulalım demişler: bari cinsel uzuvlarını öne yerleştirelim de cinsel münasebette bulunarak "bir olma halini" hiç olmazsa kısa süreliğine gidersinler diye lutfedilmiş zat-ı şahanelerince. tabii şimdi güneşten mi, aydan mı, dünyadan mı geldiniz, ona göre de homo ya da hetero ruh ikizimizi yana yakıla aramaya devam ediyoruz bu mitosa bakarsak. tevekkeli aya oldum olası hayranımdır ve hemcinsim ilgimi çekmez, sebebini anladım bu vesileyle. peki bu mitolojik hadise ruh ikizimizi bulmaya ne kadar yardımcı olacak diye hayıflananlara teessüf ederim hemencecik! ben sizin onlayn fingirik siteniz miyim ayol! kaldırın totolarınızı (nasılsa diğer uzuvlar doğru tarafta sayılır), bir zahmet evden çıkıp, ya da bir fingirik sitesine girip kendiniz arayın. ne de olsa, üç buçuk milyar yarım ekmek köfteyi tamlamak benim ne haddime?! ama platon'un dahi kafa yorduğu bir mevzu olduğuna göre öyle çok da es geçilmemesi gerekiyor. bir doğruluk payı olsa gerek "küre insanları"nda.  dört el, dört bacak, dört kulak ... iki yüzü olan bu yusyuvarlak insanlar güçlü ve mesuttular bir aradayken. pek tamam, şimdi biçare diğer yarımızı arıyoruz, hatta birilerini de bulmayı beceriyoruz. gelin görün ki, bulduğumuzda da rahat edemiyoruz. yetmiyor o bulduğumuz kişi, hep bir seyleri eksik kalıyor. burnu eğri olsun, memeleri üç numara büyük olsun, yaptığım zevzek espirilerime gülsün, beni koşulsuz sevsin de vır vır vır ... mutsuz olmak için sanki binlerce bahane üretiyoruz. ve başta, hah ruh eşimi, ikizimi, hödö dödömü buldum diye sevinen insan evladı, bir de bakmış ki, çoktan yalnızlığa yeniden yelken açmış. eee ne anladık şimdi bu ruh öte berisinden?

19 Haziran 2012 Salı

manasız bir yazı

bazen, "ulen amma da hıyar adamım, bu dünyaya ne iyiliğim dokundu ki" minvalinde bir nidada bulunan aziz okuyucuma sesleniyorum bu yazıda. yukarıdaki cümleyi ömrü billah bir defa dahi zikretmemiş değerli okuyucuma tatil, bundan sonrasını okumasın hiç. onu direkt cennete havale ediyoruz. hem de hep beraber, yani o malum cümleyi hababam zikretmiş cümle çoğunluk olarak. hep birlikte biliyoruz ki, aslında böyle biri çıkmayacak aramızdan ve biz hep birlikte okumaya devam edeceğiz, çünkü bu dünyaya dokunacak bir iyilik yapma niyetinde hala değiliz. ben de değilim ki, oturmuş burada sizinle hasbıhal eylemekteyim. kulağımı işgal etmiş amcam da "one step closer to nowhere" diye çığırmakta, durumun imkansız malumluğunu daha da ortaya dökmekte. bu yazıyı okumak bize ne fayda sağlayacak türünde sorularınızı duyar gibiyim. şimdi kel ve ilaç ikilisini anımsatmak istemiyorum, ucuza kaçmak olur bu. derdim aslında kendi keyifsizliğimi kağıda, yani bloğuma aktarıp arazi olmak. buna bir çözüm siz bulun bu sefer bir zahmet! herşeyi de benden beklemeyin anacım! sizi hazırcılar sizi!! bir defa da bu blog yazarı nicedir, her mazluma el verir (burnum mu uzuyor nedir!), bir kez olsun, biz onun yardımına koşalım dediğinizi duymadım çok şükür! ah ah, dünya hali işte. nitekim manasız bir yazı oldu bu. benim niye yazdığım belli değil, sizin niye okuduğunuz ise hiç değil.

birinin sopası olsa....

eski yazılarıma şöyle bir göz gezdirdim de, aşk üzerine amma da ahkam kesmişim! schopenhauer'den nietzsche'den dem vurmuşum, ilk aşkımı ilan etmişim, vapurlarda yaşlı aşıklara bulaşmışım, dır dır da dır dır! bir tek kendime olta atmamışım. halbuki bloğumun okuru en çok benim başıma gelmiş hadiseleri merak ediyor (ey okur, yanlışsam üç kez tepeme vur!). işte itiraf ediyorum geçtiğimiz bahar mevsimi biraz gecikmeyle de olsa benim de başımı yaktı. tam "seni seviyorumlar, sana aşığımlar" sanskristçeden tercüme edilmeye başlanmıştı ki, üstelik ilk, sonradan aşkın imkansızlık ilkesini anımsatarak kayıplara karışacak olan karşı taraf saflarında telaffuz edilmişti bu. şapşal bendeniz ise bu kaçışı kovalanmak istiyor diye algılayarak bir kaç hafta daha peşinden seyirttim o güzelin, ama neyse ki yüz vermedi. verseydi düşünsenize manzarayı, mutlu mesut bir ben! mazallah! çekilir cinsten bir durum olmazdı insanlık için. netekim ben de acıdan deli divane bir kaç haftayı geçirdikten sonra kendime gelmeyi becerebildim. sanırım gelebildim. en azından şu anki ruh halim buna işaret ediyor. (şimdi bu nasıl anlatiş, hani dadından yinmez detaylar diyerek ağzı sulanan okurlarıma şimdi okkalı bir iki kelam etmek isterdim, ama okuyucum olmaktan cayarsınız diye, o nidanızı duymamış gibi yapacagım). şimdi geçmiş bir aşkı neden kurcalama ihtiyacı hissettim? zira aşkın nemenem bir zerzevat olduğunu irdelemek için elbette. gereksiz demiyorum, sadece zerzevat işte. aslında olmayan bir şey yarattığımız için. iki insan bir duyguyu paylaştığını sanıyor, ama gelin görün ki bir taraf iki kişi arasında söylenen sözcükleri çok ciddiye alıyor. diğeri ciddiye almak şöyle dursun, söylemiş olmak için söylüyor belki de, an öyle gerektirdiği için belki. hadi günahını almayalım, "o an öyle hissettiği için" diyelim. ya da bal gibi öküzün önde gideni olduğu için olsun. hangi sebepten söylediyse söylesin, neticede biri aslında yaşamadan, yaşamış gibi yapıyor, beriki dipsiz bir kuyuya atlıyor gözleri kapalı. ya da aşk kavramıyla yücelttiği nesne belki de kendisine giden yolda salt bir vasıta. yine schopi'ye dönecek olursak, ki kendisi çok manalı bir laf etmiş bu mevzuda: "gerçek ve saf sevgi acımadır. acıma olmayan diğer sevgiler kendine düşkünlüktür." hadi buyrun buradan yakın. demek ki bu durumda, dünyada aşk ya da sevgi namına bir şey yok, hepsi minik egolarımızın yansıması sadece. nedense bir rahatlama hissediyorum şimdi. sadece olmayan bir şey uğruna gereksiz acılar çektiğimi farkettiğim için değil sadece. gerçi kendime bu kadar düşkün olduğumu ayırt etmem aslında o kadar da rahatlatan bir şey değil. benimkisi daha çok züğürt tesellisi işte. ama işte geldik yine yukarılarda ifade ettiğim teorime: aşk bir zerzevat, arada tüketmenin faydalı olduğu, ama fazla kaçırınca midenizi alt üst edip zihinsel yetilerinizi felç edebildiği bir zerzevat. yani siz siz olun, ne çok odaklanın bu mevzuya, ne de hayatınızdan iyice söküp atın. ya da siz en iyisi benim yazıyı hiç okumamış gibi yapın, hepimiz rahat edelim.

18 Haziran 2012 Pazartesi

seni nefrediyorum!

pazartesi sabahı tam da başlangıç yapılacak mevzu diyenlerinizi duyar gibiyim. ne güzel dinlenmiş, keyifli bir haftasonu geçirmiş, sen kalkmış, daha gözümün çapağını doğru düzgün silmemişim, "nefret" diyerek başlayan haftanın icine ediverdin. he ya, ben de zaten yemedim içmedim hafta sonu bu mesele üzerine tefekküre daldım. hani nasıl haftanızı iç ederim diye uzun uzun plan yaptım. valla öyle bir şey yaptıysam ah bu tablet pilgisayarum kendine yarenlik edecek yeni birini bulsun! (bilenleriniz bilir, akıllı ve de pek pahalı telefonunu yeni kaybetmiş ve eski telefonuna mahkum olmuş biri olarak çok büyük laf ettim! neyse şimdi sizler de yemeden içmeden kesilmeden evvel meseleyi aydınlatayım (ah hiç de kıyamam ki biricik okurlarıma!). okulun havuzunda çok cici bir arkadaş edindim! niyetim de yoktu oysa. niyetim sadece ne kadar kaba davrandığına işaret etmekti. kendisi benim yüzmeye hazırlandığım kulvarda gelip bir de çarpan ve hepimizce asıl "suçlu". ama nereden bileyim böyle biri olduğunu. adama "havuzdaki kibarlığınız için teşekkür ederim" dedim sadece. vay anam vay, meğer onun kulvarına girmeye kalkmışım. adama gülümsemem bile küstahlık olarak algılandı kendisi tarafından. zerre kadar bir hissiyat beslemediğim, dahası oldukça pozitif yaklaştığım ve benden muhtemelen yirmi yaş büyük birinden bu denli çocukça "bilyelerim, benim bilyelerim" minvalinde, üstelik de hakaretlere dolu bir yaklaşım beklemezdim. üstelik üzerinden bir hafta geçtikten sonra yeniden karşılaştık, ben yeniden gülümsedim. o ise bütün bir hafta o nefreti üşenmeden içinde büyütmüş, nur topu gibi ikiz bebek şeklinde tablette servis etti. ilkin pozitif yaklaşmayı denedim, ama tüm çabalarımı küstahlık olarak algıladı. tabii bu kadar hakarete benim de ellerim erik toplamıyordu. en azından çenem. yine de hakaret etmeden, sadece "şu an bana atfettiğiniz tüm bu nahoş özellikler sizin bir yansımanız mı?" demekle yetindim. ama ona bu kadarı da yetti. sonra havuz personelinden duydum ki, zaten herkesle takışıkmış. "zaten ikinci görüşünde cinsel yaşamımı bile dert edinmesinden aslında ne denli düşünceli ve çevresinin cinsel tatminini dert edinen değerli bir zat olduğunu anlamalıydım. aslında ikinci karşılaşmamızda o pek duyarlı ifadelerini uzun uzun dinleyen ben olduğuma göre haketmişim demektir. şimdi yine havuz yolunda müthiş bir heyecan ve merak içindeyim (mazohist miyim neyim). hani karşılaşırsak, acaba hangi yaratıcı hakaret kavramları hazırladı bendenize.

14 Haziran 2012 Perşembe

soyu tükenisecise kazanovalar

nedir kardesim alıp veremediğiniz şu gönül mevzularıyla? kaç adet kalp kırdığınızda rahata erer, gece kabuslarına mazhar olmazsınız acep? yolunuza çıkan her güzel insanın canını yakma ihtiyacınız hangi çocukluk travmasının ürünü? evet evet, bazı okuyucularımın gözlerindeki pırıltıyı görür gibiyim. hangi kazanova yaktı canını der gibi bir parça empati bir parça iyi bir hikaye peşindeki merakı görür gibiyim. benim başıma gelmiş, ayşe'nin, mehmet'in gelmiş, ne fark eder. (hehehe, fark eder, fark eder, dedikodu yapalım accık der gibi bakmayın, yok öyle dadından yinmez hadise işte. varsa da ağzımdan laf alamayacaksınız!) neyse efenim, ne yapmalı bu kazanova kardeşlere? alıp pipi ya da kukularını cümle aleme ibret olsun diye çarmıha mı germeli? ya da kirli marmara'nın en dibine çöktürmek üzere, ayağına 100 kiloluk ağırlık takarak mafya usulü mü çalışmalı? hadi yalan söylemeseler, şudur budur, en az şehrin plaka numarası kadar başka sevgilim de var dese (uf, adanalı kazanova ne yapıyordur bu durumda? başka. göndermede bulunuyordur herhalde, hayal gücüne kıran mı girmiş). dürüstlük örneği olsa, şöyle insanlık örneği, ciğerimizi yesin, gözümün bebeği diyerek hafifletici sebep olarak göreceğiz, ne çarmıh, ne de boğmaca infazına kalkışacağız. kuma kuma kumkuma diyerek hep birlikte kardeş kardeş geçineğiz ya da en kötüsü, yaradan seni bildigi gibi yapsın diyerek ortadan sıvışacağız. ama nerde bnlarda insaf! bu garibanlar da insan evladı, acıyayım da elli tanesini birden ham yapmayayım demek yok! gözünüzü toprak doyursun emi zalim kazanovalar! ama işte şeytan tüyu var bunlarda, hepsi de nasıl sevimliler! insan kıyamıyor da! ama onlar bizim gözümüzün yaşına bakmadan nasıl da kıyıyorlar haaaa! biz hatice'ye değil de neticeye bakalım diyecek olanlara kötü haberim var: bu yazının bir neticesi yok. ilacım olsa kendi kelime sürerim. diyebileceğim yegane şey, gelin kazanova zedeler, birleşelim, mafya usulü infazları el birliği ile kardeşçe yapalım, çünkü bunların akıllanacağı yok.

11 Haziran 2012 Pazartesi

hasan temel: kaderin aman vermediği bir müzisyen


kadiköy rıhtımdan geçerken gördüm onu, haldun taner binasının hemen sol yanında, akordu biraz eğri sazıyla tıngır mıngır türkü çalıyor, enstrümanın çantasına toplanmış bozuk paralar saatlerdir miktarı değişmemişçesine umarsız. 
biraz dinleyeyim de öyle gideyim eve derken, o bana laf attı: "ne enstrümanı çalıyorsun?" sadece dinleyici olduğumu söyleyince de burç tahminine girişti. onu da tutturamayınca da üzüldü. "ikide iki yanıldım bile." hadi, çattık fal meraklı bir amcaya derken, "bana amca deme!" diye çıkışmasın mı! 
abi daha uygunmuş yaşına. sazın akoruna değinecek oldum, "amfisizlik, belediye izin vermiyor amfiye." diye açıkladı. akşamları çalıyorlar amfiyle diye itiraz edeyim dedim. "gündüzleri öyle bir yoruluyorum ki, akşama halim kalmıyor." diye karşı çıktı. 

sonra bir dokundum bin ah işittim. meğer ailesini depremde yitirmiş, bir kızı kalmış, o da öğretmen olmuş, doğu'da görev yapıyor.

sonra biraz gurur, biraz da kırgınlıkla -kaderine karşı belli ki- kat bük olmuş bir gazete yazısı kupürünün fotokopisini çıkardı. meğer hasan ağabey bir hayli ünlünün arkasında çalmış -kendisine bakarsanız tersi durum olmuş- nasıl olmuşsa olmuş, beni ilgilendiren kısım bu değil, nasılsa bu sadece bir detay. 
bir albümü de var, saz çalıp kendi bestesi olan türküleri söylediği. tamamen masrafının kendisinin üstlendiği ve epey de zarar girdiği bir albüm. 
yanında sadece bir adet var, saz çantasının kenarından görünüyor. alıp bakıyorum. 
onun da kapağı çatlak. başka yok mu yanında diye soruyorum. evde çokmuş. niye yaninda bir kaç tane daha taşımadığını soruyorum o bir taneyi alırken. 
hasan ağabey hafif flört havasına girmiş bile, evli olup olmadığımı soruyor. evli olduğumu söylüyorum. eşim çok şanslıymış! ah ah hasan ağabey, dışı seni, içi beni yakar mevzular bunlar. konu aşktan açıldı ya, titanic gemi faciası için beste yapan tek kişi olduğunu iddia ediyor. çal bari tadımlık diyorum, başta nazlanıyor. sonra bir başlıyor "ikimizin aşkı titanic gibi, parçalanmış denizlerde yüzüyor." bakıyorum albümdeki başka bir isim: "ezgin altinses". niye kendi adınla çıkmıyorsun diye soruyorum. "hasan temel adı sadece şanssızlık getirdi. bu da sahne adım işte, belki bu şans getirir." diyor. 
gözlerindeki pırıltıya bakıp hemen alıyorum kapağı kırık albümü. "içi sağlam ama." diye teminat veriyor. 
hakkında yazacağımı söylüyorum. evde internet yokmuş. yazdıktan sonra onu rıhtımda bulacağım sözünü vererek gidecek oluyorum, şık bir sekilde elimi öpüyor. utanıyorum, iki eliyle ellini sıkıyorum. "allah yolunu açık etsin hasan ağabey" diyerek ayrılıyorum yanından.

8 Haziran 2012 Cuma

eleştiri mi? aman haaa, ödümüz patlar!


bir önceki yazımın infial yaratacağını bekliyordum, ve sağolsunlar yanıltılmadım ve bir okurum hemen tepkisini cart diye ortaya koydu.
yazıya dönüp ne demiş diye okuma zahmetine katlanmamanız için üşenmeyip buraya direkt alıyorum: "bence sen cok iyi bir provakatörsün gitarın asi cocuklarına resmen haraket ediyorsun bu yazıyı kaldırmanı öneririm."
"eleştiye çok açığım" diyor garfy
yazan kişi, adını vermemiş, peki vermesin. ama asıl kötü olan cümlesinin içinde hiç bir noktalama işareti kullanmaması. oldum olası böylesi kötü bir dilbilgisi yoksunu cümlelere fitil olurum... yapacak bir şey yok! eleştirmiş olması mühim! eleştirileri severim zira! insanların bir mevzu hakkındaki gerçek düşünceleri kıyasıya eleştiri yaparken ortaya çıkar. pohpohlamak kolaydır oysa. karşı taraf mutlu olur, sizin başınız ağrımaz. al gülüm ver gülüm! 

ama bu ülkede eleştiri yapmak ciddi bir tehlike barındırıyor eleştiriyi yapan için. bakın işte, bugün başbakan eleştiri edilmez bir hale getirdi kendini. eleştiren en basiti işinden oluyor, kötüsü hapse gidebiliyor, eseri yıkılıyor... eleştirisiz bir toplum demeoktratik bir toplum olamaz! dikta rejime işaret eder bu. umarım o noktaya varmaz diyerek pozitif düşünmek istiyorum.

ben eleştiriyi yapan arkadaşın -ki kendisi bir isim vermemiş, o yüzden ben ona bir isim veriyorum: adı tayyip olsun!- da eleştiriye kapalı toplumun bir ferdi olduğunu daha ilk cümlesi (noktalama işaretlerini mecburen ben koyacağım) ile belli ediyor: "sen çok iyi bir provakatörsün." peki, nedir provoke etmek? türkçe bilgisi sitesine bakarsak üç ayrı anlamını sıralmış eğer tayyip bana provakatör derken "3. anlamı kışkırtmak. tahrik etmek. kızdırmak. öfkelendirmek. -e neden olmak." manasında kullandıysa, kendisini kutluyorum. amacım o değildi, ama belli ki kendisini kışkırtıp, öfkelendirmişim. hmm belki de böylesi gerekiyor. söyleyeceklerimi yumuşatarak söyleseydim, işitilecek miydi?
"eleştirmeyi öğrenmek/alıştırma yapmak lazım"

ikinci cümlesne bakalım: "gitarın asi çocuklarına resmen hakaret ediyorsun." hmmm, albümü ne kadar beğendimi anlata anlata bitirememiştim, acaba hangi asi çocuğa hakaret ettim. hasan cihat örter mi? o zaman çocuklar diyerek kavramı çoğul kullanma hatasına düşmüş tayyip. yani sadece bir kişi var -ki bence hakaret değil söylediklerim- onda da belli ki fazlaca incinmiş bir adamın aşınmışlıktan gelen bir söylenme hali var. tamam tabii ki söylensin, ama söylenmenin de yeri ve zamanı var. ben nasıl orada sahneye fırlayıp, ne berbat bir gece düzenlediniz diye bağrınmadıysam, o da o söyleniş halini kısa kesmeliydi, zaten bir şeyi ne kadar çok söylerseniz, içini o kadar boşaltmış olursunuz. h.c.örter de maalesef o hataya düşmüş durumda. söylediklerini defalarca yineleyerek değillemiş oluyor. başka bir deyişle: anlamsızlaştırıyor! 
ve acı olan şu: belli ki kimse ona bu gerçeği söylemiyor!

gelelim son cümleye: "bu yazıyı kaldırmanı öneririm." teşekkürler önerin için, ama demokratik konuşma özgürlüğümü kullanıp, yazıyı kaldırmamayı tercih ediyorum. zira bir etkinlik kötü yapıldıysa, ona kötü deme hakkımı da kullanmak istiyorum.

elbette, eleştiren de eleştiri oklarına açık olması lazım, ve bence de güzel bir şey bu! karşılıklı konuşma da eleştiriye açık olarak sağlanır. belki eleştirimde sert davranmış olabilirim, ama hissettiğimi açıkça ortaya koydum.

eveeet: yaşasın özgür ülkenin özgür eleştiri hakkı!

not: hadi eleştirin beni! :)

6 Haziran 2012 Çarşamba

gitarın asi çocukları ve gecenizi nasıl rezil edersiniz?

akın ok abimiz albümü verdiğinde bütün bir hafta sonu boyunca gitarın 34 asi çocuğunu bıkmadan usanamadan defalarca dinlemiş, akın'ı böyle bir derlemeye giriştiği için her dinleyişimde kutlamıştım. her ne kadar, akın ilk cd'nin başında, gitarın asi çocuklarını anlattığı bir denemesini koyup, bir parça kör göze parmak soktuysa da, derleme kesinlikle alınıp dinlenmeye değer. akın'ın konuşması bir, ikinci cd'de yer alan "barış şiiri"ni iki olmak üzere, bu iki "yapıtı" çıkarınca, geriye 34 asi bebe kalıyor! onlar da dadından yinmez parçaları ile bulunmaz bir derleme oluşturmuşlar. defalarca dinlense de insanı bıktırmayan cinsten. rock, blues ve fusion arasında gidip gelen ama ağırlığını en çok rock, hard rock ve heavy arasında dolaştıran bir derleme.
benim favorilerim: ergin altınal - göl rüzgarı, ilhan yabantaş - tush, murat çorak - ben, can güney- hard running, ayhan orhuntaş - uyanınca bu sabah, zafer şanlı - 4.20, serdar çokuslu - biz, sebahattin taşdöğen - şaban, murat çelik çırak - son bir şans, hakan şavklı - 01.50 a.m, serkan ciner - sis bulutu, melih güzel yakarış, beruğ cemil - düşünceler, cem köksal - winning road, serkan civelek - yola devam, cafer arat - uyan leyla, ama en çok da ercüneyt özdemir - divane'sini, bülent ay - ömrü hazan'ı ve ayhan yener - mavi düşler'ini sevdim. galiba bu aralar içinde bulunduğum cozutmaya hitap ettiği için sevdim, yoksa diğerlerinden daha yüce bir müzakalitesi olduğundan değil. hoş, olsa da bende bunun anlayacak kulak nerede. naçiz bir dinleyiciyim işte ben de.
neyse sanırım geriye anılmadık fazla pek bir sanatçı, dolayısıyla parça bırakmadım gibi. nasıl bırakayım, keyfine varılacak acayip kaliteli bir albüm olmuş! eh hadi bari, geri kalanlarını da bir zahmet albümü alıp kendiniz dinleyin.

evet derleme çok güzel, ama açıkçası adına düzenlenen onur gecesi bence tam bir fiyasko idi. nedense bu ülkede bu tür alternatif girişimler hep çirkinlikleri de kendi için barındırmak zorunda mıdır?
dün akşam kadıköy shaft'ta bu adını andığım asi bebelerin "onur ödülleri gecesi"ne gittim. de, gece mi bana aktı, ben mi geceye aktım, bilemedim.
dokuz buçukta başlayacağı ilan edilen gece, ben on buçukta vardığmda belli ki henüz yeni başlamıştı. bu ülkede saatlerce boş boş beklemek istemiyorsanız, söylenen saatten bir iki saat geç gitmekte hep fayda var.  hoş, bunu siz değerli okuyucularım zaten biliyorsunuzdur. ama otuz yıldır burada yaşayan bendeniz hala şaşıyor ya... neyse, o da ayrı yazı konusu. 

vardığımda akın, her zamanki gibi almış eline sazı, anlatıyor da anlatıyor. anlatıp durmakla ayakta dikilen seyirciyi bir güzel yordu. nedense bu tür etkinliklerde kısa ve öz konuşmanın her zaman daha akılda kalacağı ve seyiriciyi sıkmadan asıl amacına götüreceği gerçeği, bilhassa da retoriği güçlü olmayan insanlar tarafından bilinmez ve kendilerine bunu söyleyen mi olmaz nedendir bilmem, ama işte çoğunlukla göz ardı edilir bu gerçek. akın'ın retoriği kötü demiyorum, sadece kısa konuşmayı öğrenmesi gerek diyorum, uzun konuşmaları yazılara saklamak lazım!
sıra geldi "ödüller" olarak tabir edilen sertifikaların dağıtımına. albüm'deki isimlerin çoğunun gelmediği, gelemediği gecede, benim dışımda herkese bir sertifika verildi gibi. hatta melih güzel ile daha sonra çıkacak ve aslında fusion çalan güzel trompetçi ablaya da hemen -belli ki orada çarçabuk yazılmış- bir adet sertifika tez elden yazılıp verildi. hani elim gitar tutabileydi, eminim bana da hemen bir sertifika takdim edilecekti. yani anlayacağınız tam bir körler sağırlar birbirini ağırlar gecesiydi! ama inatla kalmaya devam ettim, nereden bileyim, bu henüz kötünün başı olduğunu! 
hasan cihat örter'e de ödül verilince, basın yasağı yediği için konuşmayı özlemiş, ama konuştukça ne kadar boş gevelediğini fark etmeyen bir adamcağız konuşmaya başladı. eyvaaah, hani akın'ın tatlı hayallerini anlattığı şirin konuşmalarını özletecek cinsten, kendince belli ki bır kısım kişi ve kuruluşlara nefret duyan çirkin laflar içeren bir konuşmaya doğru gidiyordu ki akın zamanında bir müdahale ederek kısa kesmesini sağladı. bu ilk fiyaskodan sonra da ben hala uyanmayıp safi kötü bir limon suyundan hazırlanmış votkamı yudumlamaya devam ettim. neyse ki ardı arkası kesilmeyen ödüllere bir ara verildi de, melih güzel aldı gitarını eline, trompetçi abla ile dört beş kulak pası silen, ama albümle pek alakası olmayan fusion parçalar çaldı da, ortam gevşedi. 
ee gece fusion parçalarla mı bitecek, albümden hiç parça dinlemeyecek miyiz diye düşünürken, melih'e es verdirildi, akın sahneye fırlayıp, onur konuğu olan seyyal taner'in geldiğini anons etti. tam o esnada, belli ki buna tavır koyan birileri oldu, akın'dan beklemeyeceğim bir teritoryal sidik yarışı yakarışları işitildi: "benim de kuşağım var, lütfen gecemi rezil etmeyin." tadında gecenin anlam ve önemini onurlu bir şekilde altını çizen, kısaca, geceye damgasını vuran naçiz sözler!
alkış ve buuh sesleri altında yıllanmış, ve nedendir bilinmez, sürekli enteresan hareketlerde bulunan bir seyyal abla çıktı sahneye. şarkı mı söyleyecek, ne olacak diye merakla beklerken, o da yaptı yapacağını ve cihat amcayı çağırdı. oh, o da bir saat evvel içinde kalmış olan konuşmayı yapamamanın ukdesiyle başladı mı tekrar veryansınlara...
nefretle kuşanmış bir insanın sahnesine daha fazla seyirci kalmamam gerektiğine nihayet kanaat getirerek kendimi geç de olsa ev yoluna dökebildim. gece nasıl bitti, kavga dövüş çıktı mı, emin olun merak etmiyorum.

hani insana bu türden keşke dedirten etkinlik düzenlemeseler de biz yapılan güzel işleri ansak -ki "gitarın asi çocukları" adlı derleme böylesine güzel bir iş- daha mı faydalı olacak bu vatana millete diye tefekküre daldırıyor böyle geceler.

2 Haziran 2012 Cumartesi

kültürel bir etkinliğin fiyaskosu (yaşasın fransız kültür!)

büyük hevesle fransız kültür'e geldim. "eugene ionesco, yeni bir şey var mı" film gösterimi var. programda ingilizce alt yazısı olduğu bildirilmiş, ben de tiii kadıköy'den salt bunun için taksim'deki mekana aktım. lakin tam seyircilerin içeri alınmasını bekliyoruz ki, görevli cici kızlardan amondine bana kara haberi veriyor: alt yazı yok! hadi buyur buradan yak! elbette alt yazının olmayacağını öğrenmemle devasa bir hayal kırıklığına gark olmuş vaziyetteyim. henüz dördüncü kurda olan fransızcamla ionesco gibi bir dev üzerine olan belgesel filmin kaçta kaçını anlarım ki? niye şaşırdıysam, fransız kültür ne de olsa burası! bu fransızlar gerçekten de alem adam yahu, cümle dünya'nın fransızca bileceğini düşünüyor. sen kalk programında filmin alt yazısı olacağını ilan et, sonra gelenleri kovmuş kadar et! sadece fransız mallarını değil işte, fransız filmlerini de boykot etmeli, böyle yaparlarsa...
yine de amondine'nin "courage, courage" (ha cesaret!) nidalarıyla gaza gelmiş durumda, hadi bir deneyeyim diyerek girdim salona. film başladı. ama nafile! arada seçebildiğim bir kaç kelimeyle naçizane ben deniz sudan çıkmış balık vaziyetinde nefes almaya çalıştığımı fark etmemle, film başlayalı henüz onbirinci ile onikinci dakika arasındaki salizeler, hadi abartmayayım, saniyeler içerisinde soluğu fuayesinde alıyorum.
hadi bari, film gösterimi sonrası bir söyleşi var büyük usta hakkında ve en mühimi, kızı katılacak bu söyleşiye. onca yol zahmet edip gelmiş, şuncağız kırkbeş dakika oyalanabilirim ben de buralarda diyerek bekliyorum. civardaki yakışıklı fransız erkekleri seyredip, geçen hafta açılışına katıldığım keyifili karikatür sergisini tekrar dolaşarak vakit öldürüyorum.
tabii bu sefer temkinliyim, soruyorum beklerken, "eee, söyleşide simultan çeviri var mı bari?" kulaklık olacağı garantisini alınca rahatlıyorum. tamam, bu sefer yanlış bir şey olamaz.
vakit geliyor, söyleşiye giriyorum. kluaklığımı da almışım, mutlu mesut kuruluyorum koltuğa. söyleşi başlıyor, marie-france ionesco alıyor eline sazı, babasının hangi oyunu ne amaçla ne zaman, hangi halet-i ruhiye içinde yazdığını uzuuuun uzuuun anlatmaya başlıyor.
simultan çeviri yapan hanım teyzenin sesi biraz irkiltiyor, ama olsun, her şeyi anlıyorum!
mı acaba?
meğer dün akşam ionesco oyunu gösterilmiş. haha buyur buradan yak! "gittin mi kızım?" diye kızıyorum kendime! sonra belgesel filmdeki detaylara göndermeler yapılıyor... ahahahaha şaka gibi! beni bir uyku bastırıyor. zihin bi halt anlamadığı için benden önce kaçış yolunu seçmiş durumda. direniyorum zihnime karşı, otur len diyor mantığım, onca yol geldin, bunu bari dinle.
neredeeeee!
uyudum uyuyacağım.
sen misin fuayede bulduğun beleş şarabı mideye indiren! al sana işte, böylece zihnin boykot eder asıl alması gereken gıdayı.
zihnim mi önce pes edip uyku halini üzerime örtü gibi indiriyor, yoksa ulu orta uyuklamaktan mı utanıp pes ediyorum, anımsamıyorum şimdi. çok utanıyorum bunu itiraf etmekten böyle, ama durum bu kadar utanç vericiydi işte.
ama en azından söyleşide geçirdiğim vakti, filmin iki katına çıkarmayı başarmış vaziyette, yine de ağır bir yenilgi almış bir yavru köpek minvalinde, kuyruğumu bacaklarımın arasına alıp çıkıyorum. her iki etkinlikten erken çıktığımı gören başka bir erkek görevli bıyık altından gülerek "bundan da erken kaçtınız" diyor. "hadiii, hiç farkında değilim" diyesim geliyor, yok burada daha kursum var, ve başka etkinliklerine de kesin geleceğim düşüncesiyle pragmatik bir şekilde sırıtmakla yetiniyorum. "öyle oldu galiba" minvalinde de bir şeyler mırıldanıyorum belli belirsiz.
ne diyelim, fransız kültür'e bu güzel etkinliğinden dolayı teşekkürü bir borç bilirim desem, yalan mı olur?
beter ol zibi, beter ol!

1 Haziran 2012 Cuma

genç sanatçı keşfediyorum: duygu uzman

son zamanlarda biraz sıkça gittiğim minik bir kafe-restoranın cici çalışanıyla çeneyi abartınca onun da öğretmen olacağını öğreniyorum. hem de resim öğretmeni. daha gencecik, yirmibeşinin baharında, güneş gibi ışıldayıp zeka fışkıran güzel gözlerle ve bir oranda da duyarlı bir yürekle yaşama bakan pırıl pırıl bir insan. ressam yanını tanıdıkça da, aslında genç yaşına rağmen tutkusunun peşinden gittiğini ve bu meyanda da epey ilerleme kaydetmiş olduğunu belirtmeliyim.
ama duyarlı tüm ruhların sahip olduğu o incelikle belli ki, kendini henüz layık olduğu seviyede görmüyor. kendim de o hataya düşmüş olmanın acısıyla başka güzel bir ruhun da aynı şeyi yapmasına izin vermek istemiyorum. hele ki resimlerini gördükçe, (ne kadar geyik gelecekse gelsin, yapacağım bu betimlemeyi) çırpınan o taze ruhun ışığı görmesini istiyor, özgürce uçmasına yardımcı olmak istiyorum.
henüz hiç sergi açmamış. resimlerini da hala okul seviyesinde olduğunu sanıyor. bütün resim öğrencileri böylesine karakteristik resimler yapmayı başarıyorsa, o zaman söyleyecek bir şeyim yok. ama ne genç ressamlar gördüm. duygu uzman bence farklı!
ilk bakışta noir gibi duran bir hava içerisinde, üstelik o karanlık havanın iç daraltıcı atmosferine biraz nefes katmayı başararak yapıyor bunu. kattığı canlı renkler, başta karanlık görünen kareye öyle bir hareket getiriyor ki, resim bir anda neşeleniyor, akdeniz sıcağını yüreğinize akıtıyor. hele baş yapıtım diye tasvir ettiği tablonun, bence umutsuz, yorgun düşmüş, kendini bırakmış bir matadoru anlatan hali ispanya'nın o sıcak ama bir o kadar da umarsız, devinimsiz havasını getiriyor. terk edilmiş bir aşk gibi seriliyor genç bir erkek bedeni olarak. duygu'ya bunları söylediğimde irkiliyor. "barcelona'da yaptığımı nereden bildin" diye soruyor şaşkın gözlerle. onun şaşkınlığına ben de şaşırıyorum. öyle güzel yansıtmış ki, kendi bile farkında değil izlenimci yanının ne denli güçlü olduğundan.
galiba en çok da bu yağlı boya çalışmalarını seviyorum. zira genelde dantel gibi işlenmiş bir detaycılık ve özen var. ışık, gölge oyunlarının kullanımı olsun, tema olarak seçmiş olduğu insanların yüzlerinde yakalamış olduğu ifade olsun, resmettiği kişilerin gündelik karelerin içindeki, resmedilişlerinin hiç farkında değilmişçesine ve bir anda resmin içinden çıkıp gidecekmişçesine kendi işlerine dalmış olmaları olsun, duygu o kesif anı yakalamayı biliyor. 
elbette bu eskizlerie daha az değerli manasına gelmiyor! ancak enteresan olan, burada hava tamamen değişiyor. onun kendisine yaptığı "bir karakteri yok çalışmalarımın" eleştirini tekrar ve tamamıyle haksız çıkaran bir çizgide gerek yağlı boya, gerekse eskiz çalışmaları. 
eskizlerinde matisse kadınlarından lautrec karmaşasına kadar bir etkilenim hissediliyor. yüzü olmayan şişman kadınlar belli ki bir serinin parçaları. oyun bahçesine atılmış gibi duran bu kadınlar, kah ellerinde, kah dudaklarının arasındaki kırmızı objeleri, sanki olmayan yüzlerinin yerine geçirerek kendilerine birer kimlik yaratıyorlar. topuzları ve vücut ölçüleriyle değil sadece, resmedildikleri atmosferle de erken bir ondokuzuncu yüzyıl ortamını yansıtan bu çalışmalar, daha çok okulda yapmak zorunda kaldığı bir ödev konusu olduğu şüphesini uyandırıyor. zira yağlı boyalarında olan o kendine güven bu şişman kadınlar serisinde hissedilmiyor. bunun yüzlerinin olmayışından değil -yüzlerinin yokluğu aslında çok iyi bir unsur olabilirdi- bu resimlere genel olarak hakim olan mutsuzluktan çıkarıyorum. diğer eskizlerinde mevcut -yaratıcı olarak ben buradayım diyen- havası yok şişman kadınlar serisinde. o nasıl bir hava ki diye sorabilirsiniz. tarif etmeye çalışayım: bir acelecilik hissediliyor, perspektif hesaplandıktan sonra, resmin belli yerlerine serpiştirilmiş gibi duran figürler var sanki. duygu'nun kendisi yok bu resimlerde. daha ziyade belli bir mesafeden ele alınmış, sadece yapılmış, yaratılmış olmak üzere yapılmış eskiz havasındalar. ama işte duygu'da beni vuran da bu! zorlandığı belli olan resimde dahi matisse'i çağrıştıracak güce sahip!
kara kalem, pastel çalışmalarında neşeli ve umursamaz bir hava var. her ne kadar burada da figürlerin yüzleri arka planda kalmış olsa da, resmedildikleri farklı ortamlar kişilere bir karakter vermeyi başarıyor. zaten çizildikleri değişik duruşlar, pozlar ve zaman zaman siyah rengin ağırlığını aralayan mavi, sarı ya da yeşil rengin mütevazi bir kullanımla katılmış olması bu çalışmaları ferahlatmayı biliyor.
eskizlerinde en çok lautrec tablolarını hissettiren son çalışması hoşuma gidiyor. rüzgarlı ve yağmurlu bir günün insanla dolu sokak karmaşasında uçuşan şapkalar ve bu keşmekeş havanın keyfini çıkartmasını bilen çocuklarla dolu bu çalışma, işte duygu bu tür işleri daha çok yapmalı dedirtiyor! flu arka planın önünde öyle çok sevgi dolu detay var ki, hangi birini anlatacağımı şaşırıyorum.
illüstrasyonlarında ise, duygu onda en çok gördüğüm çocuk ruhuna sere serpe izin vermiş, tatlı oyunlar oynuyor, rengarenk kompozisyonlarla coşmuş. kah kapadokya'da geziniyor, kah yıldızların altında kedi sayıyor, kah kayan bir yıldıza dönüşüyor, kah hansel ve gretel gibi karanlık ormanlarda kayboluyor. sonsuz bir neşeyle iç dünyasının engin, uçsuz bucaksız masallarında gezintiye çıkarıyor bizi.
çalışmalarına derinlemesine bakmaya devam ettikçe bu kızın çok kısa sürede bir yerlere gelmesi gerektiğine iyicene kanaat getiriyorum, ona hiç şüphe yok!

not: buraya resimlerini ne kadar çok almaya çalıştıysam da url kopyalanmasına kapatılmış, dolayısıyla vermiş olduğum linkten kendiniz anlattığım çalışmaları bir zahmet açacaksınız.

aykırı bir bencileyin: deli deyin bana DELİ!

son haftalarda güzel bir cozutma içerisindeyim. devrelerim arada yanıyor - aslında arada dersem durumu küçümsemiş olurum- ya da sadece aralarda yanmıyor. üstelik, sadece ülke gündemine oturan inanılmaz ve dehşetengiz açıklamalar nedeniyle değil, genel halet-i ruhiyem böyle. kendi içimde yaptığım  gelişme daha çok sebeb-i hikmetim.
kadınların bedenini metalaştıran, biber gazıyla astımlı insanları öldüren, ve yaptığı roboski katliamının sorumluluğunu zerre kadar üzerine almayan bir yönetmin olduğu ülkede devrelerin cozutması çok şaşılası değil diyeceksiniz hemen. heyecan yapmayın sevgili okuyucum. dedim ya, yok sebep, yaşadığım bu güzel ülkeden dolayı değil, ya da hepsinden dolayı da ben kafa karıştırmakla meşgulüm. sadece siz değerli okuyucumunkini değil, başta kendiminkini. 

şimdi söyleyeceklerimle olayın diyalektiğine gireceğim zira işte güzeldir kafa karışıklığı. sıkı durun: hiç bu kadar net olmamıştı zihnim! 

zaman zaman öylesine berrak ve açık bir yerlerde dolanıyor ki, ben bile dehşete kapılıyorum böyle bir keyif karşısında. hani derinlik sarhoşluğu yerine zihinsel sarhoşluk yaşıyorum. muhteşem bir endorfin salgılanımıyla insan evladının kendi zihninde yaşayebileceği keyiflerin en keyiflisinin keyfini çıkarıyorum. lakin gel de şimdi diğer fanilere anlat!
mağaraya geri dönüp, duvara yansıyan görüntülerin gölgelerden ibaret olduğunu anlatmaya kalksam, de get deli diyorlar! vazgeçtim.
hani, eyvallah, normlarınıza uymuyor diye, kendi içinizdeki dehlize bakmaktan ödünüz patlıyor diye, naçizane bendenize dokanmayın yahu! 

ya da görüdünüz deli, dönün geri kuzum! 

kim dedi size benle ahbap olmanız gerektiğini? 
kim, ben mi? yok yahu, vallahi billahi iftira! hem de en kurusundan, damda kurutulmuş olanından. doktor bile kendi halinde bırakın, kimseye bir zararı yok demiş hakkımda. eee, size ne?

tabii burada, deliliği saptanmamış onca zararlı delilerin bu toplumdaki çoğunluğu nasıl oluşturdukları detayına inmeyeceğim, zira bu yazıya söz konusu deliler onlar değiller. onlar ülkeyi yönetmekle meşgul olmaya devam etsinler, ben gariban deli, şurada bencileyin, uzay ve mekan tanımayan, rölativizmin ebesine rahmet okutan zihnimde ışık hızındaki yolculuklara devam edeyim.

deliliğin rahmeti üstünüzde olsun...